henry miller
bir ölmeyegörün. o zaman her şey, kargaşanın ortasındayken bile, ölümcül bir kesinlikle birbirini izlemeye başlar. başlangıçtan beri olanlar kargaşanın ta kendisiydi; solungaçlarla içinde soluduğum, beni sarmalayan bir sıvıydı. hiç batmayan, donuk bir ay'ın parıldadığı alt yüzeyde her şey düzgün ve artağandı; üstündeyse uyumsuzluk vardı, kargaşa vardı. baktığım her şeyde, zıtlığı, uyuşmazlığı, gerçekle gerçek dışı arasında da karşıtlığı ve çelişkiyi hemen yakaladım. ben, bana en büyük düşmandım. ne kadar yapmamam gereken şey varsa onları yapmam, kesinkes gerekiyordu. çocukken, her şeyim varken bile, ölmek isterdim; her şeyi bırakıp ölmek isterdim; çünkü didinmenin hiçbir anlamı yoktu. kendi isteğimle oluşmamış bir varoluşu sürdürmekle, hiçbir şeyin kanıtlanması, gerçekleşmesi, büyümesi ya da eksilmesi olası değildi. çevremdeki herkes bir başarısızlık örneğiydi. başarısızlık örneği değilse de bu kez gülünçtü. hele o başarılı olanlar! başarılılar öldüresiye içimi sıkıyorlardı. yenilgilere karşı anlayışlıydım; ama beni anlayışlı kılan, anlayışlılığım değildi. insanoğlunun umarsızlığı karşısında tomurcuklanan bir zayıflık, eksiksiz bir eksiklikti. birisine yardım ederken, ona yararlı olabileceğimi hiç aklıma getirmedim; ona yardım ettim; çünkü başka türlüsü elimden gelmiyordu. işlerin gidişini değiştirmeyi istemek boşuna çaba harcamaktı; bana kalırsa, yüreği değiştirmeden, hiçbir şey değişmezdi. ama insanların yüreklerini kim değiştirebilirdi ki? kimi kez, dostun biri yoldan dönerdi; içimden kusmak gelirdi o zaman. tanrının nasıl bana gereksinimi yoksa, benim de ona gereksinimim yoktu. çoğu kez de kendime, eğer bir tanrı varsa onunla rahat bir biçimde yüz yüze gelip suratına tüküreceğimi söylerdim.
canımı en çok sıkan da, insanların ilk görüşte beni genellikle iyi, sevecen, gönlü zengin, bağlı ve sadık biri olarak görmeleriydi. belki bu nitelikler bende vardı; ama nedeni yalnızca ilgisizliğimdi. özenmeden arınmış olduğumdan, iyi, eliaçık, bağlı ve bunun gibi şeyler olabiliyordum. tutsağı olmadığım şeylerden biri de özenmeydi. hiç kimseye, hiçbir kimseye özenmedim. tersine, her şeye ve herkese karşı tek duyduğum, acımaktı.
başından beri, hiçbir şeyi çok fazla istememeye eğittim kendimi. başından beri, yanlış bir biçimde bağımsızdım. bir tek kaprislerimin buyurduğunca yapmak ve vermek özgürlüğünü yaşayabilmek için, kimseyi gereksinmedim. bir buyruk ya da istek karşısında geriliyordum. işte, bağımsızlığım böylesi bir biçime bürünmüştü. kısacası, ta başından beri çürüktüm. sanki annem beni zehirle bedenime şırıngalamıştı. annem beni sütten kestiği zaman bile, tümüyle ilgisiz gibiydim; böyle durumlarda birçok çocuk başkaldırır ya da başkaldırır gibi yapar. oysa benim umrumda bile olmadı. daha kundak içindeyken bile, filozoftum ben. ilke olarak, yaşama karşıydım. ne ilkesi? boşunalık ilkesi. çevremdeki herkes çabalayıp duruyordu. ben, kişisel olarak hiçbir zaman çabalamadım. bir çaba içinde görünüyorsam, bu, birisini hoşnut etmek içindi; aslında umrumda bile değildi. tutup da bana, bunun neden böyle olması gerektiğini söyleyebildiğinizde de karşı dururum. çünkü ben, içimde lanetli bir damgayla doğmuşum, hiçbir şey de yok edemez onu.
sonraları, büyüdüğümde, beni dölyatağından çıkarmak için nasıl perişan olduklarını öğrendim. bunu yapmış olmak da bana son derece doğal geliyor. neden rahatımı bozaydım? sunulan her şeyin cabadan olduğu o kuytu, sıcak yeri bırakıp gitmek niyeydi? ilk anımsadıklarım, soğuk, oluklardaki karla buz, pencere çevresindeki don, mutfağın terli yeşil duvarlarındaki ürpertiydi.
neden insanlar, yanlışlıkla alıp bir yerlerden getirilmişçesine, içinde yaşadıkları ılıman kuşaklarda garip iklimler yaşarlar? çünkü insanlar doğuştan korkak, doğuştan miskin, doğuştan budala. on yaşıma gelene dek, "ılık" ülkelerin var olduğunu, yaşamak için terlemen gerekmeyen, soğuktan titrediğinde bunun güç verici ve serinletici olduğuna kendini inandırman gerekmeyen yerler olduğunu bilmiyordum. soğuğun var olduğu her yerde, ilikleri boşalana dek çalışan insanlar da vardı. bunlar dünyaya çocuklar getirdiklerinde de onlara çalışmanın erdemi üzerine vaaz verir dururlardı. aslında çalışma, derinine indiğinizde, ataletin ta kendisiydi. çevremdeki insanlar tümüyle iskandinav, yani kısacası budalalardı. ortada ne kadar yanlış düşünce varsa, onların ürünüydü. bunlar arasında doğruluk, temizlik türünden doktrinler vardı. bunaltacak denli temizdiler. ama içleri kokuşmuştu. bir kez bile olsun ruhun derinliklerine giden kapıyı açmamışlardı. bir kez olsun, karanlığa körlemesine dalmayı düşlememişlerdi. yemekten sonra tabak çanaklar o an yıkanıp dolaba konurdu. okunması bitince gazete düzgün biçimde katlanır, bir rafa yerleştirilirdi. yıkandıktan sonra giysiler ütülenir, katlanır ve dolaplara kaldırılırdı. her şey yarın içindi; ama yarın hiçbir zaman gelmedi. şimdiki an yalnızca bir köprüydü, üzerinde bugün de ağlamayı sürdürdükleri bir köprü. hiçbir budala da bu köprüyü havaya uçurmayı getirmiyor aklına.
tüm kızgınlığım içinde, çoğu kez onlara ilenmek için nedenler ararım. ama en iyisi kendime ilenmek olmalı. çünkü birçok bakımdan ben de onlar gibiyim. uzun bir süre onların etkisinden kurtulduğumu sandım. ne var ki zaman geçtikçe, onlardan daha iyi olmak bir yana, daha da beter olduğumu gördüm. çünkü olan biteni onların hiçbir zaman göremeyeceği bir durulukta görebilmeme karşın, yaşamıma bir baktığımda bana öyle geliyor ki, yaptığım her şey, kendi istencimin değil de ötekilerin baskılarının ürünüdür. çoğu kez öteki insanlar benim bir serüvenci olduğumu düşünürler. böylesine gerçekdışı bir şey daha olamaz. serüvenlerim hep rastlantısal, başıma gelmiş, girişilmekten çok içine girmiş bulunduğum şeylerdi. en ufak bir serüven duygusu olmayan ama yine de yeryüzünü elden geçirip altını üstüne getiren, oraya buraya anılar, yıkıntılar bırakan o kendini beğenmiş, o palavracı iskandinavyalılardan geliyordum. yerlerinde duramayan, rahatsız ruhlardı; ama serüvenci olamadılar. şu anı yaşamayı beceremeyen acılı ruhlar. ben de dahil, yüzkarası budalalar. çünkü var olan tek bir serüven vardır; o da, insanın kendi özüne doğru yaptığı yolculuktur ve bunda, ne zamanın, ne uzayın, ne de olguların bir anlamı kalır.
olan her şey, olmasının bir önemi varsa, çelişkiye dayanır. bunların yazılmasına yol açan şeye kadar, söylendiği gibi, orada bir yerlerde, yaşamda, her şeye bir çözüm bulunduğunu sanırdım. sanırdım ki, onun üstüne gittiğimde, yaşamı elimde tutuyor, ısırabileceğim bir şeyi yakalıyordum. bunun yerine, yaşamı tümüyle elimden kaçırdım. bağlanacağım bir şeye doğru elimi uzattım ve elim boş kaldı. yine de, yakalamak ve bağlanmak için elimi uzatıp da havada kaldığımda, aramadığım bir şey çıktı karşıma: kendim. anladım ki yaşamım boyunca yaşamayı değil -ötekilerin yaptığına yaşamak denirse- kendimi anlatmayı istemişim. birden, yaşamaya karşı en küçük bir istek duymamışlığımı kavradım. tek ilgi duyduğum, şu anda yaptığım, yaşama paralel, yaşamdan ve aynı zamanda onun ötesinde olan bir şeydi. neyin doğru ya da neyin gerçek olduğu umurumda bile değil. umurumda olan tek şey, olduğunu düşündüğüm, yaşamak uğruna her gün bastırdığım şey. bugün ya da yarın ölecek olmanın benim için hiçbir önemi yok, olmadı da. ama, yıllarca didindikten sonra bugün bile düşündüklerimi, duyduklarımı dile getiremiyorum. işte bu, beni rahatsız ediyor, acıtıyor. çocukluğumdan bu yana, bu düşü izlediğimi, onun gücüyle becerisine sahip olmaktan başka hiçbir şey istemediğimi görebiliyorum. buna dayanarak yaptıklarımla söylediklerimin dışındaki her şey koskoca bir yalan. o da yaşamımın oldukça büyük bir bölümünü dolduruyor.
söylendiği gibi, özün kendisi bir çelişkidir. insanlar beni ciddi, yüce gönüllü ya da neşeli, umursamaz ya da içten, açıksözlü ya da ilgisiz, tasasız buluyorlardı. bunların tümü de bendim. bunların da ötesinde bir şeylerdim ki bunu ne bir başkası, ne de kendim görebiliyordum. altı ya da yedi yaşlarında bir çocukken büyükbabamın tezgahına oturur, dikiş diktiği sırada ona kitap okurdum. o anları çok iyi anımsıyorum. bir yandan sıcak ütüyü bir paltonun dikiş yerinin üstüne bastırırken bir yandan da ellerini kavuşturarak tatlı düşler içinde durur pencereden bakardı. orada öylece ayakta düş görürken yüzünün aldığı biçimi çok iyi anımsıyorum. bu, okuduğum kitaplarda anlatılanlardan da, söyleşilerimizden de, sokakta oynadığım oyunlardan da daha güzel bir şeydi. düşlediğinin ne olduğu, onu kendinden geçirenin ne olduğunu öğrenmek isterdim. bugün bile gözlerim açık düş görmeyi öğrenemedim. o anlarda kafam saydamlaşır, durulaşırdı. gündüz düş görmesi beni büyülüyordu. biliyordum, yaptığı şeyle tüm ilgisini koparmış, bizi aklından silmişti. yalnızdı ve yalnız olduğu için de özgürdü.
şu birisini çok sevme olayı. bunun ilk kez başıma birisine ilk sevdalandığımda geldiğini anımsıyorum. o zaman bile gerektiği kadar sevmiyordum. o kadar çok sevmiş olsaydım şimdi oturup da bundan söz etmezdim. ya kalbim çok kırıldığı için ölür ya da kendimi asardım. kötü bir deneydi; çünkü bana bir yalanı yaşamayı öğretti. içimden gelmezken gülmeyi, çalışmaya inanmazken çalışmayı, yaşamak için bir neden yokken yaşamayı öğretti. onu unuttuğumda bile, inanmadığım şeyleri yapma alışkanlığını, aldatmacasını sürdürdüm.
birçokları kendilerine rahat yerler edinirken ben berbat bir işten ötekine atıyordum kendimi. hiçbirinde de iki yakam bir araya gelmiyordu. neredeyse alınır alınmaz işten atılıveriyordum. çok akıllıydım; ama insanlara güvensizlik veriyordum. nereye gitsem kargaşa yaratıyordum. nedeni idealist olmam değil, ışıldak gibi her şeyin saçmalığını, boşunalığını ortaya çıkarmamdı. dahası, yağ çekmeyi beceremiyordum. kuşkusuz, bu da yetiyordu. iş istemeye gittiğimde, insanlar o anda o işe girmekle girmemenin beni zerre kadar ırgalamadığını anlıyorlardı. doğal olarak da, genellikle işe alınmıyordum. ama bir süre sonra iş aramak, bir etkinlik, bir boş zaman uğraşı olmaya başladı. önüme gelen işe başvurmaya başladım. bu da zaman öldürme yollarından biriydi işte. görebildiğim kadarıyla da, çalışmanın kendisinden daha kötü değildi. kendimin patronu, kendi saatlerimin sahibiydim. ama öteki patronlar gibi olmayan bir yönüm de vardı. ben yalnızca kendi yıkıntımı, kendi iflasımı yaşıyordum. bir firma ya da bir tröst ya da bir birlik ya da bir federasyon ya da bir devlet değildim. bir şeye benzemem gerekiyorsa, daha çok tanrı gibi bir şeydim.
olguların dışında bir şey düşünmeyi göze alamadım. olguların derinlerine inmek için sanatçı olmak gerekirdi. bir gecede de sanatçı olunamazdı. önce çelişkili düşüncelerinin yok olması için yamyassı olman gerekirdi. bir insan olarak silinip süpürülmeliydin ki yeniden bir birey olarak doğasın. karbonlaşıp taşlaşmalıydın ki ben'in en küçük ortak noktasından yukarıya doğru yeniden tırmanmaya başlayasın. varlığının köklerinden hissedebilmek için acımanın ötesine geçebilmeliydin. insan olgularla uğraşırken yeni bir cennet yaratamaz. dünyada tek bir olgu vardır. o da insanın, dünyanın her yanındaki insanların, kutsanmaya doğru yol aldığıdır. kimi uzun bir yol, kimi de kısa bir yol seçer. her insan yazgısını kendi bildiği biçimde biçimlendirir. hiç kimse de ona, anlayışlı, eliaçık ve sabırlı olmaktan başka bir şekilde yardım edemez.
uykusundayken yiğitlik yapanların eninde sonunda başına gelen işte budur. karabasan seni uyandıracak denli güçlü değilse hep geri çekilirsin. sonunda da kendini ya hendekte ya da genel müdür koltuğunda bulursun. bunların tümü de baştan sona dek, lanet bir kargaşa, maskaralık ve fiyasko. bunların içinde olduğumu biliyorum; çünkü sonunda uyandım. uyandığımda her şeyi bırakıp çıktım. hangi kapıdan girmişsem ondan çıktım. sizin keyfiniz gereğince değil, kendi keyfim gereğince bayım!
zamana uygunluğumun ya da uygunsuzluğumun en büyük kanıtını artık görüyorum. bu eşsiz bir kanıt. hiç kimsenin konuştuğu ya da yazdığı umurumda olmamıştı. beni etkileyen tek şey, o apayrı, kopuk, önemsiz nesneydi. bu ister bir insan bedeninden bir parça, ister bir vodvil tiyatrosunun merdiveni olsun, fark etmezdi. bir baca ya da hendekte bulduğum düğme de olabilirdi. bu ne ise, ona açılmamı, kendimi bırakmamı, üstüne imzamı atmamı sağlıyordu. içinde olduğum yaşama, bildiğim dünyayı yapanlara imzamı atamadım. uygar dünyanın sınırları dışına atılmış bir yamyam gibi ben de onların dünyasının tümüyle dışındaydım. şey'e karşı sapıkça bir tutkuyla doluydum. bu felsefi bir bağ değildi. bu atılmış, değersiz şeyde, herkesin tepeden baktığı bu şeyde, yeniden doğuşumun gizi var gibiydi. ona umarsızca açlık duymam bundandı.
yeniliğin çok bol olduğu bir dünyada yaşarken eski olana bağlandım. her nesnede ilgimi çeken bir şey vardı. lekeli, çirkin olan her şeyi mikroskop gibi görüyordum. bu benim için nesnenin eşsiz güzelliği demekti. onu ayıran, işe yaramazlaştıran ya da lekeleyen her şey beni ona yaklaştırıyordu. eğer buna sapık denirse sağlıklı da denebilirdi. çünkü çevremde dönüp duran dünyaya ait olmaya niyetli değildim. kısa bir zaman sonra ben de saydığım bu nesneler gibi toplumun işe yaramaz, ayrı bir parçası olmayacak mıydım? benim de kesinlikle bir zamanım vardı. hiç kuşkusuz öyleydi. yine de şu anda eğlendirebiliyor, öğretebiliyor, geliştirebiliyordum. ama bunu hiçbir zaman özel bir yerim olsun diye yapmıyordum. canım isterse, esinlenirsem istediğim toplum katında, dilediğim adamı alıp beni dinlemesini sağlardım. canım isterse, bir büyücü gibi onu büyüleyebilirdim. ama bir tek dilediğim sürece. öteki insanların bana karşı derinden güvensizlik, rahatsızlık, karşıtlık duyduğunu fark ediyordum. çünkü içimden gelenler içgüdüseldi, yadsınamazdı. keşke bir palyaço olsaydım. bu bana kendimi anlatmak için daha geniş bir alan verirdi. ne ki, bu mesleğin değerini bilememişim. bir palyaço ya da bir vodvil oyuncusu olsaydım ün kazanırdım. insanların beni beğenmemesi, anlamamalarından olurdu. yine de benim anlaşılmamam gerektiğini anlarlardı. en azından bu bile beni rahatlatırdı.
bir tek beni dinleyerek insanların nasıl da sinirlendiğini görmek beni şaşırtıyor, eğlendiriyordu. belki söylevim azıcık abartılıydı. ama çoğu kez bu, ötekilere uymaya çalıştığımda olurdu. bir tümcenin gelişi, bir yakıştırmanın şanssızca seçilmesi, sözcüklerin dilimin ucuna kolayca gelmesi, tabu olan konulara dokundurmam- bunların hepsi beni toplum dışı, toplum düşmanı durumuna sokuyordu. işler ne denli iyi başlarsa başlasın, kokumu er ya da geç alıyorlardı. sözgelişi alçakgönüllü ya da saygılıysam, gereğinden fazla alçakgönüllü ve saygılıydım. eğer neşeli, rahat, açık ve hareketliysem, gereğinden fazla rahat ve neşeliydim. konuştuğum insanla bir türlü kıvamında olamıyordum. eğer bu bir ölüm kalım sorunu değilse -o sıralar her şey benim için bir ölüm kalım sorunuydu- eğer bu bir tek dostlarla evde güzel bir gece geçirmekse, yine de fark etmiyordu. çevreyi huzursuz kılan, alçak ya da yüksek dalgalar yayıyordum. sanırım gece boyunca anlattıklarım onları eğlendiriyordu. çoğu kez olduğu gibi kahkahaya boğuluyorlardı. her şey iyi gidecek gibi görünüyordu. ne ki gece sona yaklaştıkça bir şeylerin olması yazılmış gibiydi. bir süre sonra şamdanları titreten ya da duyarlı birine yatağın altındaki oturağı anımsatan bir titreşim yayılıyordu. kahkahalar yılan zehirlerini kuruttuğu sırada bile titreşimler elle tutulur bir duruma geliyordu. giderlerken "yeniden görüşmek umuduyla" derlerdi. ama uzatılan ıslak, gevşek el, sözlerini yalanlardı.
yapabileceğim hiçbir şey yoktu. verileni almak ve onu sevmeyi öğrenmek gerekti. pislikle yaşamam ve lağım faresi gibi yüzmem gerekti. ya da boğulmayı göze almalıydım. sürüye katılmayı seçersen bağışıklığın var demektir. onaylanmak ve beğenilmek için kendini yok etmen, sürüden ayırt edilemeyecek duruma gelmen gerekir. kendiliğinden düş görüyorsan, düş görmekte özgürsün. yine de ötekilerden farklı bir şey düşlememelisin. o zaman amerikalıların amerikasında olamazsın. o zaman afrika'nın hottentot'unda olmalı ya da bir kalmuk kabile üyesi ya da şempanze olmalısın. farklı düşüncelerin olduğu anda amerikalı olmaktan çıkarsın. farklı biri olduğun anda ise kendini alaska'da, doğu adaları'nda ya da izlanda'da bulman kaçınılmazdır.
sürekli olan bir şeye ait olmamam bende sürekli, sonsuz bir acı yaratmıştır.
aynı anda hem korkuyor, hem de soğukkanlı olabiliyordum. deniz fenerinden hiçbir farkım yoktu. en azgın denizin ortasında güvencede olan deniz fenerinden. altımda büyük bir kaya vardı. bu, gökdelenlerin yapıldığı malzemeyle aynıydı. köklerim toprağın derinliklerine inmiş, bedenimin zırhı kızgın sürgülerle perçinlenmişti. her şeyin üstünde durmadan, acımadan uzakları tarayan büyük bir fenerdim, gözdüm. böylesine uyanık bir göz tüm duyumlarımı uyuşturmuş gibiydi. tüm gücüm dünyanın dramını görmek için harcanmıştı.
yok etmek istediğim şey bu gözdü. keşke bir zelzele, bir doğa felaketi olsa da fener denize gömülseydi. bir başkalaşım olsun istiyordum. balığa, su canavarına, bir destroyere dönüşüm olsun. dünyanın açılmasını, her şeyi yutmasını istiyordum. kent denizin derinliklerine gömülmeliydi. bir mağarada oturup mum ışığında kitap okumalıydım. o gözün sönmesini istiyordum. çünkü ancak böylelikle kendi bedenimi, tutkularımı öğrenme şansım olacaktı. görüp duyduklarımı özümsemek için bin yıl kadar yalnız olmak istiyordum -ve unutmak istiyordum. dünyada insan yapısı olmayan, tümüyle bıktığım insandan kesinlikle apayrı bir şey istiyordum. tümüyle toprağın malı olan, düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan bir şey. kanın yeniden damarlarıma aktığını duymalıydım. yok olmak pahasına.
taşla ışığı içimden söküp atmak istiyordum. doğanın simsiyah doğurganlığını, dölyatağının derin kuyusunu, sessizliği ya da ölümün kapkara sularının dalgalarını istiyordum. acımasız gözün aydınlattığı gece, yıldızlarla ışıklara sarmalanmış gece olmak istiyordum. ürkütürcesine suskun, öylesine anlaşılmaz ve öylesine de anlaşılır gecenin parçası olmak. bir daha hiç, konuşmak ya da dinlemek ya da düşünmek gerekmeden. kuşatılıp sarmalanırken aynı anda kuşatıp sarmalamak. ne bir acıma, ne bir sevecenlik. bir bitki, bir solucan ya da bir nehir gibi, bir tek toprağın malı bir insan olmak. çözülmek, ışıkla taştan kopmak, molekül gibi değişken, atom gibi durağan, dünya toprağının kendisi gibi acımasız.
"kısa zamanda kendini toparlamazsan aklını kaçıracaksın. içinde seni yiyip bitiren bir şeyler var. ne olduğunu bilmiyorum; ama beni uyutamazsın. senin içini biliyorum ben. seni rahatsız eden bir şeyler var. bu ne karın, ne işin, ne de tutkun olduğunu sandığın o zenci fahişe. arada bir, senin yanlış zamanda doğduğunu düşünürüm. eğer kendine azıcık daha güvenseydin dünyanın en büyük adamı olurdun. yazar olman bile gerekmezdi. ikinci bir isa olurdun sözgelişi. kendi olanaklarının hiç de ayrımında değilsin. tutkuların dışındaki her şeye karşı kör gibisin. ne istediğini bilmiyorsun. bilmiyorsun; çünkü düşünmeyi bir an olsun bırakmıyorsun. insanların seni tüketmesine izin veriyorsun. sen bir sersemsin, bir budalasın. sendekilerin onda biri bende olsaydı dünyanın altını üstüne getirirdim. bunları delice buluyorsun değil mi?"
dünya böyle oldukça benim huyumda bir adam için kesinlikle ne bir umut ne bir çözüm yolu var. yazmak istediğim kitabı yazabilsem bile onu alan çıkmayacaktır. yurttaşlarımı çok iyi tanıyorum. yeniden başlayabilsem de bir yararı olmayacaktır. çünkü temelde ne çalışmak ne de toplumun yararlı bir üyesi olmak istiyorum. orada oturup yolun karşısındaki eve bakıyorum. sokaktaki öteki evler gibi anlamsız olmakla kalmayıp gözüme çarptığı anda bana korkunç bir şekilde gülünç göründü. bu biçimde bir barınak yapmak için kesinlikle deli olmak gerek. aslında kentteki her şey, lağımlar, köprüler, langırtlar, gazeteler, telefonlar, polisler, kapı tokmakları, yoksul otelleri, hela kağıtları, her şey, her şey büyük bir delilik örneği. bütün bunlar hiç olmasa daha iyiydi. o zaman evrenin kazancı, yitiğinden daha büyük olurdu. sürünüp geçen insanlara bakıp benimle aynı kanıda olan var mı diye bakıyorum. ola ki birini durdurup basit bir soru sordum. ola ki ona birden "niçin bu biçimde yaşamayı sürdürüyorsun?" dedim. büyük bir olasılıkla gidip bir polis çağıracaktır. kendime soruyorum -kendi kendine benim gibi konuşan biri acaba var mı?- kendime, bende bir bozukluk olup olmadığını soruyorum. ulaştığım tek sonuç, benim farklı olduğum. ve ne dersen de, bu ciddi bir durumdur.
ben doğumla yaratılan duvarı kırdım. göbekbağında bile yolculuğun çizgisi yuvarlak ve kesintisiz. ne bir biçim, ne bir görüntü, ne mimari var. bir tek çılgınlığın yoğun uçuşları. ben düşün gerçeklik okuyum. ben uçarak doğrulanıyorum. ben dünyaya düşerek sıfırlaşıyorum. böylece, benliksiz bir düşün kemeri altında ezileceğimi bile bile, uzaysız bir zamanın gerçek dakikaları geçip gidiyor.
her birimiz, el değmemiş, belirgin bir benliğin apayrı havası içindeydik. yaşama atılınca bu farklı nitelikler yok oldu. hepimiz az çok birbirimize benzemeye başladık. doğal olarak bunun sonunda da kendi özümüzden koptuk. belki beni üzen ve çavdar ekmeğini gözlerimden ayırmayan şey de bu kendine özgü ben'in, belki de önemsiz bireyselliğin yok olması. eşsiz çavdar ekmeği birey olarak bizi biz yapan bir şeydi: hepimizin katıldığı bir din töreni ekmeğiydi; ancak onu herkes kendi özgün kişiliğine göre alıyordu. şimdi törensiz, onursuz bir biçimde aynı ekmeği yiyoruz. bir tek midelerimizi doldurmak için yiyoruz. yüreklerimizse bomboş ve buz gibi. ayrı ayrıyız; ama birey değiliz.
işte yine başkalaşım. yine her şey sendeleyip sarsılıyor. yine o düşümde yaşıyorum. sınır ötesinin acı veren, çılgın, tat dolu, delirtici düşünde. boş bir arsanın ortasındayım; ama evimi görmüyorum. evim yok benim. düş bir seraptı. boş arsanın ortasında hiçbir zaman bir ev olmadı. işte bunun için ona hiç giremedim. ne bu dünyada, ne de ötekinde bir evim var benim. ben evsiz, dostsuz, kadınsız bir erkeğim. ben daha varolmamış bir gerçeğe ait bir canavarım. ama var olacak, olacak, biliyorum.
önemli konularda şaşmaz bir görüşüm vardı. ama yaşamın ıvır zıvır ayrıntıları karşısında şaşkına dönüyordum. bunları kavrayana dek bu tür bir şaşkınlığı daha çok yaşayacaktım. sıradan insanlar çoğu kez pratikteki bir durumu daha hızlı kavrarlar; egoları kendilerinden istenenlerle oranlıdır; dünya onların gördüğünden pek farklı değildir. ama dünyaya tümüyle ters giden birinin durumu çok farklıdır. bu adam, ya müthiş bir ego enflasyonunun acısını çekmektedir ya da egosu batıp yok olmuştur.
yaşamı olduğu gibi kabullenmek için, söze ya da yazıya dökmeden tümüyle uyanık olmak isterdim.
sen benim için bir yıldız ve bir tuzak, terazinin kefelerini dengesizleştiren bir taş, gözleri kapalı bir yargıç, içine düşülecek bir çukur, yürünecek bir yol, bir put ve bir oksun. bugüne değin güneşin karşı tarafında yol alıyordum; bundan böyle güneş ve ay olarak iki yoldan gideceğim. bundan böyle çift cinsiyet, çift yarı küre, çift olan her şeyi alıyorum. bundan böyle çift eklemli ve çift cinsiyetli olacağım. her şey iki kez yinelenecek. bu dünyanın bir konuğu olacak, kutsamalarına ortak olurken armağanlarını toplayacağım. ne hizmet edecek, ne de edileceğim. kendi içimde bulacağım her şeyi.
bir kez daha güneşe bakıyorum -ilk bilinçli bakışım. rengi kan kırmızısı. adamlar damların tepelerinde yürüyor. ufkun üzerindeki her şey olanca açıklığıyla gözlerimin önünde. sanki bugün pazar yortusu. ölüm artık ardımda. doğum gibi. artık yaşam dertlerinin içinde yaşayacağım. artık bir cücenin tinsel yaşamını, bozkırların eldeğmemişliğindeki küçük adamın gizli yaşamını yaşayacağım. iç ve dış yer değiştirdi. artık denge bir amaç değil; kefeler kırılsın artık. içindeki o güneşli şeylerin bir kez daha sözünü ver bana, duymak istiyorum. açıklıkta dinlenirken, bir güncük olsun güneşin iyi haberler getirdiğine inanmaya çalışayım. güneş dölyatağında patlarken ışık içinde çürüyeyim. yalanlarına tümüyle inanıyorum. seni kötülüğün bedenlenişi, ruhun canavarı, gecenin mihracesi olarak görüyorum. dölyatağını duvarıma as ki seni unutmayayım. hep yürümemiz gerek. yarın, yarın.. *