6.05.2008

göçmen

john steinbeck

bir zamanlar kaliforniya meksika'ya; toprakları da meksikalılara aitti. sonra paçavralar içinde bir grup ateşli amerikalı oraya geldi. toprağa öylesine açlardı ki, hemen ele geçirdiler. sutter'ın, guerrero'nun topraklarını çaldılar, sonra bu çılgın, aç insanlara toprak bağışlandı, toprağı bölüp birbirleriyle kavga ettiler. çaldıkları toprakları tüfeklerle korudular. evler, ahırlar yaptılar, toprağı kazıp tahıl ektiler. bunlar mal demekti ve mal, mülkiyeti de birlikte getirmiş oldu.

meksikalılar, zayıf, gözü tok insanlardı. bu dünyada hiçbir şeyi amerikalıların toprağı isteyişleri gibi çılgınca arzulamadıkları için karşı koyamadılar.

daha sonra işgalciler, toprağın sahibi oldular. çocukları büyüdü, onların çocukları oldu. ve toprağa, suya, üstündeki göğe, yeşil otlara, ağaçlara karşı duydukları o büyük açlık geçip gitti. öyle çok şeye sahip olmuşlardı ki, artık onlar hakkında fazla bir bilgileri yoktu. bereketli bir toprak, onu kazacak pırıl pırıl bir saban, kanatları havada dönen değirmenler onları ilgilendirmiyordu. artık uykulu kuşların ilk ötüşlerini işitmek, sevgili tarlalarına gitmek ve günün ilk ışıklarını beklerken, rüzgarın evin çevresinde uğuldayışını dinlemek için sabahları erken kalkmıyorlardı. bu tür şeyler yitirilmişti. ürün, dolarla; toprak, getirdiği faizle değerlendiriliyor; ürün daha ekilmeden alınıp satılıyordu. ürünün mahvolması, kuraklık, sel, yaşam içindeki küçük ölümler değil, para kaybıydı. tüm sevgileri kazandıkları parayla birlikte azaldı, sertlikleri aldıkları faizle yumuşadı, sonunda, çiftçiliklerini tümden yitirerek ürün tüccarlarına, mallarını yetiştirmeden satan birer esnafa dönüştüler. sonra iyi tüccar olmayan bu çiftçiler topraklarını iyi tüccarlara kaptırdılar. insan toprağa ve üstünde yetişenlere ne denli bağlı, onlar için ne denli sevgiyle dolu olursa olsun; iyi bir tüccar değilse asla yaşayamaz. ve zaman geçtikçe işadamları çiftlikler kurdular, çiftlikler büyüdü ama sayıları azaldı.

artık çiftçilik bir endüstri olmuş, sahipleri farkında bile olmadan roma'nın yolundan gitmeye başlamışlardı. köle ithal ediyorlardı ama onlara köle demiyorlardı; çinli, japon, meksikalı ve filipinliydi bunlar. işadamlarının dediğine bakılırsa pirinç ve fasulye onlara yeterdi. onlara bundan fazlası gerekmezdi. iyi ücretle ne yapacaklarını bile bilmezlerdi. bakın, nasıl yaşıyorlar. bakın, nasıl yemek yiyorlar. canınızı sıkarlarsa.. atarsınız giderler.

zaman geçiyor, çiftlikler büyüyor, sayıları azalıyordu. artık tüm topraklar iki üç çiftçinin malıydı. ithal edilen köleler öylesine dövülüyor, korkutuluyor, aç bırakılıyordu ki çoğu evlerine dönüyor, kimisi de fazla sertleştiği için ya öldürülüyor ya da ülkeden atılıyordu. ve çiftlikler büyüdü, çiftliklerin sayısı azaldı.

ürünler değişti. tarlaların yerini meyve ağaçları aldı, onların diplerine tüm dünyayı besleyecek kadar sebze ekilmişti: salata, karnabahar, enginar patates. insan, tırpanı, sabanı, tırmığı ayaktayken kullanabilir ama salata sıralarının arasında bir böcek gibi sürünmesi, pamuk tarlasında iki büklüm eğilip uzun çuvalını arkasından çekmesi, enginar bahçesinde pişman olmuş bir insan gibi dizlerinin üstünde hareket etmesi gereklidir.

sonunda çiftçiler, çiftliklerinde hiç çalışmaz oldular. onlar kağıt üstünde çalışıyorlardı; toprağı, kokusunu, ona dokundukları zaman kapıldıkları duyguları unuttular; yalnızca ona sahip olduklarını, onunla para kazanıp yitirdiklerini anımsadılar. kimi çiftlikler öylesine genişledi ki, artık onları bir kişi yönetemiyordu. gelirin ve giderin hesabını tutabilmek için bir sürü muhasebeci, toprağın verimini yükseltmek için kimyagerler, işçilerin bütün güçleri ile çalışıp çalışmadıklarını denetleyecek kalfalar gerekliydi. sonra çiftçiler, kendi dükkanlarını açtılar. yanında çalıştırdıklarına ücret veriyor ama kendi mağazasından yiyecek satın almaya zorlayarak parasını geri alıyorlardı. bir süre sonra adamlarına para vermekten büsbütün vazgeçip hesapları tutma derdinden kurtuldular. bu çiftlikler krediyle yiyecek veriyorlardı. insan iş bulup karnını doyurabilirdi; iş bittikten sonra bir de bakardı ki şirkete borçlu kalmış. çiftçiler, yalnız çiftliklerinde çalışmamakla kalmıyorlar, sahip oldukları çiftlikleri hiç görmüyorlardı bile.

ve sonra topraklarından kovulanlar batıya göç etmeye başladılar. kansas'tan, oklahoma'dan, teksas'tan, new mexico'dan, nevada'dan ve arkansas'tan, topraklarının üstüne toz yağan, traktörlerin yerle bir ettiği evlerinden kovulan aileler geldi. arabaları tıka basa dolu, evsiz barksız ve açtılar. yapacak bir iş bulma kaygısı içinde, karıncalar kadar huzursuz olan aç insanlar, dağlardan aktılar. karınlarını doyurabilmek için her türlü zorluğa göğüs germeye hazırdılar. çocuklar aç. başımızı sokacak hiçbir yerimiz yok. iş, yiyecek ve hepsinden önemlisi toprak bulma telaşı içindeyiz.

yabancı değiliz. yedi kuşaktır amerikalıyız, ondan önceki atalarımız da irlandalı, iskoç, ingiliz ya da alman. dedelerimden biri devrim'e katılmıştı. ailemizin birçok üyesi iç savaşta çarpıştı. her iki tarafta da. amerikalıydılar.

aç ve öfkeliydiler. bir ev bulmayı umuyorlardı; ama yalnızca nefretle karşılaştılar. okiler.. çiftlik sahipleri onlardan nefret ediyorlardı; çünkü kendilerinin zayıf, okilerin güçlü; kendi karınlarının tok, okilerinse aç olduğunu biliyorlardı. belki de öfkeli, aç ve silahlı insanların, zayıf olanların topraklarını çalmalarının ne denli kolay bir iş olduğunu büyükbabalarından işitmişlerdi. çiftlik sahipleri onlardan nefret ediyordu. kasabalarda ise mağaza sahipleri onlardan nefret ediyordu çünkü parasızlardı. bir mağaza sahibince hor görülmenin bundan daha kolay yolu yoktu. kentliler, küçük bankerler okilerden nefret ediyorlardı; çünkü onların sırtından hiçbir şey kazanamıyorlardı. hiçbir şeyleri yoktu ki. ve çalışan insanlar okilerden nefret ediyorlardı; çünkü karnı aç olan bir insan çalışmak zorundaydı ve eğer çalışırlarsa, ücretler düşüyordu.

ve topraklarından kovulan üç yüz bin göçmen kaliforniya'ya akın etti. arkalarında yeni traktörler toprağı kazıyor, ortakçıları kovmaya devam ediyordu. ve hala akın akın, toprakları ellerinden alınarak evsiz bırakılan, sert, dikkatli ve tehlikeli insanlar geliyordu.

kaliforniyalılar birçok şey, sermaye birikimi, toplumsal gelişme, eğlence, lüks ve gelişmiş bir banka güvenliği isterken; yeni barbarlar yalnızca iki şeyin peşindeydi: yiyecek ve toprak. onlar için ikisi de birdi zaten. kaliforniyalıların istekleri karmaşık ve belirsizken, okilerin istekleri yolun kıyısında uzanıyor, görülebiliyor, elle tutulabiliyordu; ekebilecekleri sulak tarlalar, yeşil otlaklar, avucunun içine alıp ezebileceği toprak, koklayabileceği çimen ve ağzına alıp boğazını yakana dek ucunu emeceği otlar.. insan boş bir tarlaya bakıp alnının teri ve kollarının gücüyle ne kadar lahana, altın gibi sapsarı mısır, şalgam ve havuç yetiştirebileceğini kestirebilirdi.

ve evinden kovulmuş, yanında karısı, arka koltukta zayıf çocukları ile yollara dökülmüş aç bir adam, karnını doyuracak ölçüde ürün alabileceği ama kar edemeyeceği boş tarlalara bakabilir ve incecik çocuklarının karşısında boş bir tarlanın günah, işlenmemiş toprakların ise bir suç olduğunu bilirdi. işte bu tür insanlar, yolları aşıyor, tarlalara aç aç bakıyor, bu tarlalara sahip olup onları kendisi, karısı ve çocukları için işlemek umuduyla yanıp tutuşuyorlardı. bu istek her zaman içlerindeydi. tarlalar ve şirketin açtığı kuyular, onlar için birer dürtüydü.

ve güneyde, yemyeşil ağaçlardan sarkan ve gerektiğinde fiyat düşmesin diye yok edilen bu portakalları, kimsenin kopartıp da ağzı sulanan çocuklarına vermemesi için ellerinde tüfeklerle sınırları koruyan muhafızlar görülürdü.

ikinci bölüm

yollara düşen, araştıran insanlar artık birer göçmendiler. küçük bir toprak parçasında yaşayan, 20 dönüm üstünde yaşayan ve ölen, 20 dönümün verdiği ürünü yiyen ya da aç kalan aileler batıyı karış karış tarıyorlardı artık. iş bulabilmek için dört bir yana yayılmışlardı; otoyollardan sel gibi akıyorlar, yol boylarındaki hendekleri dolduruyorlardı. arkalarından daha bir sürü insan geliyordu. büyük otoyollar, akın akın gelen insanlarla kaplıydı. orta ve güneybatıda, sanayileşmeyle değişmeyen, makinelerle tarım yapmayan ve özel kişilerin elinde toplanan makinelerin yarattığı tehlikeyi tanımayan çiftçiler yaşıyordu. bunlar, sanayinin paradoksları içinde büyümemişlerdi. sanayi yaşamının gülünçlüklerine karşı hala duyarlıydılar.

ve sonra birdenbire makineler onları topraklarından atmış, onlar da otoyollara dökülmüşlerdi. hareket onları değiştirdi; otoyollar, yol boylarındaki kamplar, açlık korkusu ve açlığın kendisi değiştirdi onları. yemek bulamayan çocuklar değiştirdi onları, durup dinlenmeden yol almak değiştirdi. onlar göçmendi. ve düşmanca duygular değiştirdi, kaynaştırdı, birleştirdi onları. küçük kasaba halkını bir araya getirip işgalcilere karşı silahlandıran ve kendi yurttaşlarına karşı dünyayı savunmak için kazma saplarıyla, tüfeklerle donanmış dükkan sahiplerinden oluşan birlikleri yaratan düşmanca duygular değiştirdi onları.

otoyollardaki göçmen sayısı artmaya başlayınca, batıyı panik kapladı. mülk sahipleri, mülkleri elinden gidecek diye dehşete düştüler. hiç aç kalmamış insanlar, açların gözlerini gördüler. hiçbir şeyi asla tutkuyla istememiş olanlar, göçmenlerin gözlerindeki tutku kıvılcımlarını gördüler. ve kasabalılarla kenar mahallelerde oturan yumuşak başlı insanlar, kendilerini savunmak için birleştiler; savaştan önce bir insanın yapması gerektiği gibi kendilerinin iyi, işgalcilerin ise kötü olduğuna kendilerini inandırdılar. onlar yozlaşmış, cinsi sapıklardı. o lanet olasıca okiler hırsızdı. her şeyi çalarlardı. mülkiyet hakkı diye bir duyguları yoktu.

bu sonuncusu doğruydu işte. mülk sahibi olmayan bir insan, mülkiyetin getirdiği acıları nasıl anlayabilirdi? ve savunmadaki insanlar şöyle dediler: buraya pislik, hastalık getiriyorlar. onları okullarımıza alamayız. onlar yabancı. kız kardeşinin onlardan biriyle gezmesini ister miydin?

batılılar önce kendilerini bir zulüm kalıbına soktular. sonra birlikler, takımlar kurup onları sopalarla, tüfeklerle ve benzinle silahlandırdılar. bu ülkenin sahibi biziz. okilerin dizginlerini elimizde tutmalıyız. silahlananlar aslında toprağa sahip değillerdi ama öyle sanıyorlardı. geceleri talim yapan memurlar hiçbir şeye sahip değillerdi; küçük dükkan sahiplerinin ise bir çekmece dolusu borç senedinden başka hiçbir şeyleri yoktu. ama bir iş, bir borç senedi bile bir şeydi. memur şöyle düşünüyordu: haftada 15 dolar alıyorum. ya o uğursuz okilerden biri 12 dolara çalışmaya kalkarsa? küçük dükkan sahibi ise şöyle diyordu: borçsuz bir insanla nasıl rekabet edebilirim?

ve göçmenler otoyollara akmaya devam ettiler. açlıkları gözlerinden okunuyordu. sayılarının çokluğu ve ihtiyaçlarından başka ne bir iddiaları, ne bir düzenleri vardı. tek bir iş için 10 adam kavga ediyor.. kavga ederek de ücretleri düşürüyorlardı. o 30 cent'e çalışmak istemiyorsa, ben 25 cent'e çalışırım.

o 25 cent istiyorsa, ben 20'ye de razıyım.

hayır, ben açım. 15'e de çalışırım. karın tokluğuna çalışırım. çocuklarım.. onların durumunu görmelisiniz. koşacak halleri bile yok. yere düşen meyvelerden birkaç tane verirseniz kendilerine gelirler. ben, bir parça et karşılığında bile çalışırım.

işte bu iyiydi. ücretler düşüyor, fiyatlar değişmiyordu. büyük toprak sahiplerinin keyfi yerindeydi. yeni göçmenlerin gelmesi için toprak sahiplerinin keyfi yerindeydi. yeni göçmenlerin gelmesi için daha çok el ilanı dağıtıyorlardı. ve ücretler düşüyor, fiyatlar değişmiyordu. çok geçmeden hepimiz yeniden köle olacağız.

ve şimdi büyük toprak sahipleriyle şirketler yeni bir yöntem keşfetmişlerdi. büyük toprak sahiplerinden biri konserve fabrikası açtı. şeftaliler ve armutlar olgunlaşınca, meyvenin fiyatını maliyetin altına düşürüyordu. konserve fabrikasının sahibi olarak meyve için kendi kendisine düşük bir fiyat ödüyor, konservelerin fiyatını yüksek tutarak iyi bir kar elde ediyordu. konserve fabrikaları olmayan küçük çiftçiler, çiftliklerini ellerinden kaçırıyor, bunları büyük çiftçiler, bankalar ve konserve fabrikaları olan şirketler alıyordu. çiftlik sayısı günden güne azalıyordu. küçük çiftçiler, kasabaya taşınıp bir süre orada yaşıyorlar, kredilerini, dostlarını ve akrabalarını yitiriyorlardı. sonra onlar da otoyollara dökülüyorlardı. ve yollar iş bulmak için cinayet bile işleyebilecek insanlarla dolup taşıyordu.

şirketlerle bankalar kendi yıkımlarını kendileri hazırlıyorlardı; ama bunun farkında değillerdi. tarlalar meyve, yollarsa aç insanlarla doluydu. depolar dolup taşıyor, yoksulların çocukları raşitik büyüyor, vücutlarında vitaminsizlikten çıbanlar çıkıyordu. büyük şirketler, açlıkla öfkeyi çok ince bir sınırın ayırdığını bilmiyorlardı. ve ücretlerden artan para, benzine, silaha, muhbirlere ve casuslara, kara listelere, atış talimlerine gidiyordu. insanlar otoyollarda karıncalar gibi ilerliyor, iş, yiyecek arıyorlardı. öfke mayalanmaya başlamıştı.

üçüncü bölüm

göçmenlerin arabaları ülkeyi boydan boya kat eden otoyola çıktı ve batıya doğru göç yoluna devam etti. gün ışığında böcekler gibi batıya doğru hızla gittiler, geceleri bir barınağın altında ve suyun yanında kümelendiler. yalnız ve şaşkın oldukları, keder, kaygı ve yenilgi topraklarından geldikleri ve hep birlikte yepyeni, esrarengiz bir bölgeye gittikleri için birbirlerine sarılmışlardı. birbirleriyle konuştular, yaşamlarını, yemeklerini ve yeni ülkeden beklentilerini paylaştılar. böylece bir aile bir kaynağın yanına kamp kurunca, başka biri orada su ve insan olduğu için onun yanına geliyor, üçüncüsü de iki aile o yeri beğendi diye gelip yerleşiyordu. güneş batarken, belki de yirmi aile ve yirmi araba aynı yerde toplanmış oluyordu.

akşam garip bir şey oldu: yirmi aile tek bir aile haline geldi. çocuklar, artık hepsinin çocuklarıydı. yitirilen evler tek bir ev, batı'daki altın yaşam hayali tek bir düştü. tek bir hasta çocuk, yirmi ailenin, yüz insanın yüreğini umutsuzlukla dolduruyordu. çadırların birinde olan bir doğum, yüz kişiyi bütün gece boyunca uyanık tutuyor, sabahleyin yüz kişinin yüreği sevinçle dolup taşıyordu. bir gece önce korkuyla dolu olan aile, yeni bebeğe bir armağan bulabilmek umuduyla eşyalarını karıştırıyordu. akşamları, ateşin başında otururken, yirmi aile, tek bir aile olup çıkıveriyordu. bir örtünün içinden çıkan gitar çalınmaya başlıyor, halk şarkıları gecenin içinde yankılanıyordu. erkekler sözleri söylüyor, kadınlar şarkıyı mırıldanıyorlardı.

her gece bir dünya yaratılıyordu. dostluklar kuruluyor, düşmanlar ediniliyordu. sessiz, ağır, iyi yürekli, atılgan ve yürekli insanlarla dolu bir dünyaydı bu. her gece bir dünyayı oluşturan ilişkiler kuruluyordu. ve her sabah bir sirk gibi bu dünya dağılıyordu.

başlangıçta aileler, dünyaların yaratılıp dağıtılmasında hayli çekingendiler; ama yavaş yavaş dünya yaratma onların bir tekniği oluverdi. sonra önderler ortaya çıktı, yasalar yapıldı, kurallar saptandı. ve dünyalar batıya yaklaşırken daha eksiksiz, daha kusursuz oldular; çünkü yaratıcıları giderek ustalaşıyordu.

aileler, hangi haklara saygı göstereceklerini öğrendiler: çadırların dokunulmazlığı hakkı; geçmişi yüreklerde gizli tutma hakkı; yardımı kabul etme ya da reddetme, önerme ya da ilgilenmeme hakkı; erkek çocukların kur yapma, kız çocukların da bunu kabul etme hakları; açların doyurulması hakkı; hastaların ve gebelerin bütün öteki insanlardan önce gelmeleri hakkı.

ve aileler, kimsenin kendilerine söylememiş olmasına rağmen hangi hakların ortadan kaldırılması gerektiğini de öğrendiler: dokunulmazlığa saldırma hakkı, kamp uyurken gürültü yapma hakkı, zina, hırsızlık ve cinayet hakkı. bu haklar yok edildi; çünkü bu tür haklarla küçük dünyaları bir gece bile yaşayamazdı.

ve dünyalar batıya doğru giderken, kararlar yasalaştı. oysa kimse ailelere bundan söz etmemişti. kampı kirletmek yasalara aykırıydı; içme suyunu kirletme yasalara aykırıydı; paylaşılmadığı takdirde aç birinin yanında yemek yemek yasalara aykırıydı.

ve yasalarla birlikte cezalar geldi. yalnızca iki ceza vardı: öldüresiye dövmek ya da sürgün. sürgün en kötüsüydü; çünkü yasalara karşı gelen kişinin adı hemen yayılıyor, nerede kurulmuş olursa olsun hiçbir dünya onu kabul etmiyordu.

dünyalarda toplumsal davranış belirli ve kesindi. insanın gerektiğinde "günaydın" demesi, çocuklarına babalık ettiği ve koruduğu kadınla birlikte kalması gerekliydi. ama bir erkek, bir geceyi bir kadınla, öbür geceyi başkasıyla geçiremezdi. bu, küçük dünyaları tehlikeye atardı.

dünyalar batıya doğru giderken dünya kurma tekniği öylesine gelişti ki, insanlar dünyalarının içinde güvenli oldular; yasalara göre davranan bir aile bu yasalar içinde güvenli olduğunu biliyordu.

dünyalarda hükümetler, önderler oluştu. akıllı olan bir insan, her kampta aklına ihtiyaç duyulduğunu gördü; aptal olan bir insan, dünyasını değiştirmekle aptallığından kurtulamazdı. ve bu geceler bir tür sigorta haline dönüştü. yemeği olan açı besledi, böylece kendisini açlığa karşı sigortalamış oldu. bir çocuk öldüğünde, kapısının önü gümüş paralarla doldu. çünkü bir çocuğun iyi gömülmesi gerekliydi, artık yaşamdan alacağı hiçbir payı kalmamıştı. yaşlı bir adam yoksulların arasına gömülebilirdi; ama bir çocuk değil.

bir dünyanın kurulması için belirli fiziksel koşullar gerekiyordu: su, nehir kıyısı, bir dere, bir kaynak ya da başında nöbetçi olmayan bir çeşme. çadırların kurulması için bir miktar düz toprak, ateş yakmak için odun ya da çalı. yakında bir yerde çöplük varsa, bu daha da iyiydi; çünkü burada gerekli öteberi bulunabilirdi: ocak kapakları, ateşi korumak için yuvarlak bir teneke parçası, içinde yemek pişirmek ve tabak olarak kullanmak için konserve kutuları.

ve dünyalar akşamları kuruluyordu. otoyoldan gelen insanlar, çadırları, yürekleri ve beyinleriyle oluşturuyorlardı dünyaları.

sabahları çadırlar sökülüyor, çadır bezleri katlanıyor, çadır sopaları arabaların yanlarına bağlanıyor, yataklar, kaplar kacaklar yerlerine yerleştiriliyordu. ve aileler batıya doğru giderken akşamları bir ev kurup sabahleyin sökme tekniği daha belirginleşiyordu. katlanan çadır belirli bir yere konuyor, mutfak eşyaları kutulara yerleştiriliyordu. ve arabalar batıya doğru ilerledikçe ailelerin her bireyi uygun bir düzene girdi, herkes görevini öğrendi. böylece genç, yaşlı her bireyin arabada bir yeri vardı. yorgun, sıcak akşamlarda arabalar kamp yerlerine vardığında herkes kendi görevini biliyor, kendisine hiçbir şey söylenmeden bunları yapmaya koyuluyordu: çocuklar odun toplamaya, su taşımaya gidiyorlardı; erkekler çadırları kurup yatakları indiriyorlardı; kadınlar yemeği pişirip ailenin gerektiğince beslenmesine dikkat ediyorlardı. ve bütün bunlar kimse kimseye emir vermeden yapılıyordu. geceleri sınırları ev, gündüzleri çiftlik olan aileler bu sınırları değiştirmişlerdi. uzun, sıcak gün boyunca batıya doğru giden arabaların içinde sessiz oturuyorlar ama geceleri buldukları bir grupla hemen bütünleşiyorlardı.

böylece toplumsal yaşamlarını değiştirmişlerdi. tüm evrende insanın değişebileceği kadar değişmişlerdi. artık onlar çiftçi değil göçmendi. artık sessizce ve uzun uzun tarlalara değil, yollara, batıya bakıyorlar, düşünüyorlar, planlar yapıyorlardı. eskiden dönümlerle sınırlanan insanlar şimdi dar, beton yolların üstünde yaşıyorlardı. artık düşünceleri, kaygıları kuraklık, rüzgar ya da tozla ilgili değildi. gözler lastikleri izliyor, kulaklar motor tıkırtılarını dinliyor, beyinler yağla, benzinle, hava ile yol arasında incelen lastiklerle uğraşıyordu. kırık bir dişli bir trajedi yaratıyordu. en büyük özlem, akşamları içilecek su, yenecek yemekti. önemli olan, yola devam edebilecek kadar sağlıklı, güçlü olmak ve bunu arzulayabilmekti. dilekler, batıya doğru onların önünde gidiyor, susuzluk ya da sel korkularının yerini, batıya varabilmelerini engelleyecek herhangi bir terslik korkusu alıyordu.

konaklama yerleri belirliydi: her biri diğerinden bir günlük uzaklıktaydı.

yolda kimi aileler paniğe kapıldı. gece gündüz demeden yollarına devam ettiler, yer yer durup arabalarında uyudular ve yolun üstünde uçarak batıya yaklaştılar. bu istek öylesine şiddetlendi ki, bu insanlar, yüzlerini batıya dönüp külüstür motorlarını zorlayarak yollarına devam ettiler.

dördüncü bölüm

başlayan değişimin sürdüğü batı eyaletleri, fırtınadan önceki atlar gibi sinirliydi. değişimi sezinleyen ama değişimin türü konusunda hiçbir fikri olmayan büyük toprak sahipleri sinirliydi. karşılarına çıkan ilk şeye, genişleyen hükümete, gelişen işçi birliklerine saldırdılar; yeni vergilere, yeni planlara saldırdılar; bunların neden değil sonuç olduğunu bilmiyorlardı. neden değil sonuç, neden değil sonuç. nedenler derinde ve basitti. nedenler milyonla çarpılan bir midenin açlığıydı; milyonla çarpılan tek bir ruhun açlığı, mutluluk ve güven açlığıydı; gelişme, çalışma, yaratma, sancılarıyla kıvranan milyonlarca kas ve beyindi. insanın açık, belirli, son görevi.. çalışma ağrıları çeken kaslar, tek bir gereksinmenin ötesini yaratma sancıları çeken beyinler. insan budur işte. bir duvar, bir ev, bir baraj yapmak. insandan duvara, eve, baraja bir şeyler katmak ve duvardan, evden, barajdan insana bir yarar sağlamak. yük kaldırarak kasları güçlendirmek, düşünerek biçimlenmek. evrendeki organik ya da inorganik herhangi bir maddenin tersine, insan yaptığı işi aşar, kavramlarının basamaklarını tırmanır, başarılarının önüne geçer. insan için bunu söyleyebilirsiniz: kuramlar değişip yıkıldığında ya da ulusal, dinsel, ekonomik düşüncenin dar, karanlık yolları, okullar, felsefeler, gelişip parçalandıklarında insan kimi zaman acıyla, kimi zaman yanılgıya düşerek ileri doğru uzanmaya çalışır. öne doğru bir adım atınca, geri kayabilir; ama yalnızca yarım bir adımdır; asla tam bir geri adım değil. bunu söyleyebilir, bilebilirsiniz. siyah uçaklardan pazar yerlerinin üstüne bombalar atıldığında, mahkumlar domuzlar gibi öldürüldüğünde, ezilen vücutlar tozun içinde sürüklendiğinde, bundan emin olabilirsiniz. eğer ileri doğru bir adım atılmasaydı, bu yolda çekilen acılar canlı olmasaydı bombalar düşmez, boğazlar kesilmezdi. bombaların artık düşmediği ama bombacıların hala yaşadıkları dönemden korkun. çünkü her bomba, savaş ruhunun ölmediğinin kanıtıdır. grevlerin kesildiği ama büyük patronların yaşadığı dönemlerden korkun. çünkü ezilen her küçük grev ileri doğru atılan adımın kanıtıdır. şunu da unutmayın: insanoğlu bir kavram için savaşmadığı, uğrunda ölmediği zaman, felaket gelip çatmıştır; çünkü bu tek nitelik, insanoğlunun temelidir ve evrende belirleyicidir.