aijaz ahmad
sermaye, sosyalizme yönelmeye kalkışan her ülkeyi, sosyalist demokrasi bir yana bir burjuva demokrasisi deneyimi bile olmayan bu ülkeleri, son derece kıt kaynaklarla ve düşük toplumsal düzey koşullarında sürekli bir savaş ekonomisine mahkum ediyordu. bu devletlerden her biri, daha başından itibaren, yüksek düzeyde disiplinli, çoğunlukla tecrit olmuş ve yoksul birer ulusal güvenlik devleti durumuna geldiler. bu da, sadece ulusal güvenlik adına farklı düşünceyi boğmakla kalmayıp, ekonomide sonradan yolsuzluk ve kayırmacılık şeklinde yozlaşan muazzam bir çarpılma da yaratan stalinist bürokratizmin en kötü gizil güçlerinin maksimum gerçekleşme şansına sahip olması anlamına geliyordu.
blake’in bir keresinde belirttiği gibi: “karşılanmayan arzu salgın hastalık üretir.” sosyalizmin özgürleştirici arzularına göre hareket etme olanaklarını bu kadar acımasızca kısıtlayan rejimler, umduğunu bulamayan insanları amerikan ve batı avrupa sağının en aşırı düşüncelerine kapılacak derecede sarıp sarmaladığı için, meta fetişizmi “salgın hastalığıyla” yüz yüze kaldılar ve sonunda bu hastalık tarafından alt edildiler.
bombalama ve yıkım, fakat sonunda en ileri emperyalist savaş makinesinin, kötü donanımlı bir köylü ordusu tarafından yenilmesi. bu devrimci kahramanlığın anıları korunmalıdır. ne var ki, sonunda belirleyici olduğu anlaşılan şey, devrimci zaferden sonra gelenlerdi: bütün insan ve doğal kaynaklarıyla aşırı ölçüde tahrip olmuş bir toprakta, sosyalizme benzer herhangi bir şeyi inşa etmenin olanaksızlığı. vietnam’ın açlık ve dehşetten başka dağıtacak bir şeyi ve bunu telafi etmeye çalışmak için zerre kadar gücü kalmamıştı.
en ileri iç kontrolleri gerektiren yoksulluk ve aşırı kıtlık, kaçınılmaz olarak, daha fazla durgunluğa, hatta bir ölçüde kayırmacılığa, yolsuzluğa, karaborsaya, çok az miktarda mal için karşılıklı rekabete, kaynaklar ve pazarlar konusunda etnik düşmanlıklara yol açtı. toprağın fiilen tahrip edilmesi, tarımsal üretimin hayatta kalan nüfusu beslemeye ancak yetmesi anlamına geliyordu; fakat viraneye dönmüş bir ülke için kalkınma kaynaklarından yoksunluk, dramatik bir iyileşmenin olanaklı olmaması anlamına da geliyordu. amerikan emperyalizmi, vietnam devrimi’nin maddi boyutlarının, telafisi bile mümkün olmayacak şekilde çökmesini kesin hale getirmişti.
ülkenin 40 yıl boyunca nato'nun savaş makinesiyle boy ölçüşme sürdürülemez rekabeti altına girmesi olgusu nedeniyle sovyetler toplumunun ve ekonomisinin her yanına nüfuz eden çarpılmaların derecesini ve çeşidini hesaplamak olanaksızdır.
her radikalizmin -ister siyah, ister feminist, ister üç dünyacı olsun- karşı karşıya kaldığı temel ve değişmez tehlike, burjuvalaşma tehlikesidir.
debray, 1880’den itibaren entelijansiyanın tarihini üç döneme ayırır. birincisine okul ve üniversiteler hakim (1880-1930), ikincisine yayıncılık hakim (1930-1960) ve üçüncüsüne medya hakim (1968 olayları ve sonrası).
göçmen insanlar ve bölünmüş uluslar için en iyi şey nedir? sanırım umutlarıdır. peki ya en kötüsü nedir? kendi dilinin boşluğudur. tarihten, anıdan, zamandan çıkıp geldik.
sevgisiz geçen 12 yıllık alçalma, bir aptalda da olsa bedelini alır.
inferno’nun çok az sayıda okuyucusu, dante’nin verimli imgeleminin uydurabileceği en kötü cezalandırmasında islam peygamberi muhammed’in, ebediyen kendi etrafında dönerek ve beyinden anüse kadar ebediyen bölünerek, dokuz kat cehennemin sekizinci katında görüldüğünü unutmayı olanaklı görür.
yeniden düzenlenen bu küresel konjonktürde, bütün burjuva ülkelerde, kendisine sol demeye devam eden bir oluşum içinde yeni bir tür entelektüelin hakimiyet kazanmasına tanık olduk. bu yeni entelektüelin karakteristik görünüşü, sürekli ve ateşli bir şekilde üçüncü dünya’ya, küba’ya ve ulusal kurtuluşa gönderme yaparak solda meşruiyet kazanması; fakat aynı zamanda açıkça ve küçümseyerek anti-komünist de olması; klasik marksizm kökeninden gelen diğer geleneğe, yani sosyal demokrasiye bile yeterince yakın durmaması, herhangi bir işçi hareketine en ufak bir ilgi duymaması; fakat aynı zamanda nietzscheci gelenekte açıkça belirtilen ve şimdi anti-ampirisizm, anti-tarihsizm, yapısalcılık ve post-yapısalcılık, özellikle de lévi-strauss, foucault, derrida, glucksmann, kristeva vb. imzalarıyla propogandası yapılan açıkça gerici anti-hümanizmler adına anti-burjuva bir duruşu imdada çağırmasıydı.