28.02.2008

uzun lafın kısası

samuel beckett: 
hep denedin. hep yenildin. olsun. yine dene. yine yenil. daha iyi yenil.

terentius: insanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.

dave eggers: iyi bir sıçış, kötü bir sevişmeden daha iyidir.

a.l. kennedy: insanlar para ödemedikleri şeyin değerini bilmezler.

margaret atwood: evlilik aşınmış bir kurumdur. evliliğin sevgiyle ilgisi yoktur. sevgi vermektir, evlilik ise alım satım. sevgiyi kontratla bağlayamazsın.

paul auster: her şeye hazırlıklı olmazsan hiçbir şeye hazırlıklı değilsin demektir.

kay redfield jamison: yoğun ve sürekli aşk yalnızca biraz fırtınalı tutkuların yer aldığı iklimlerde gerçekleşebilir.

oğuz atay: kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.

vladimir makanin: lazım olmasalar sürüyle gelirler. akın ederler. lazım olunca bir can bulamazsın.

j.d. salinger: sakın kimseye bir şey anlatmayın. herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.

26.02.2008

dönüyor mevsim

ahmet oktay


sadece bir rüya arar insan
gecenin ve alkolün göğsünde
mazi ürkütür çünkü ve bir uçurumdur
her otel odası
yatıyor binlerce cesedim diplerinde
belki son dubleye bakarken düştüm
belki fasıl dinlerken radyoda
ey sesin muamması
inliyordu yaylı tambur
yatalak bir hasta ya da dövülmüş bir çocuk
zaman ve hayal
tükettiler beni
her hatıra korkunç: ayak seslerim
yankılanıyor koridorlarında
ışıklar askeri lisesi'nin
peşimde ablamın hayaleti
bir yaz günü öldü benden uzakta
mor elbisesiyleymiş
o şanlı üniforman nasıl da almıştır gözleri
hafifleyip uçarken damdan
kışlalar, talimler, abaza kar günleri
buzlar çözülürken de terk edildim
-nabekâr kadın- diye haykırdım
ve binlerce parçaya böldüm nikâh resmimi
yaşam dökülüp gitti üstümden
bir kadeh daha
camları açın, camları açın
yağmur: ağıt ve övgü, teselli ve tövbe
kim kime ne anlatabilir
masana oturdum
çünkü yalnızlık çürüttü ciğerlerimi
artık insanda yürek yok
mansur'un boynunda akrep görüp öldürmek istemişler
"çekin elinizi!" demiş
"on iki yıldır ahbabımızdır."
ruh karanlıktır, gerçek de söz
matrud rıza diye değil albay rıza
diye geçtim üçüncü sınıf otellerin
ve meyhanelerin kanlı tarihine

dönüyor mevsim. ah! eski bahçeler
geçerdik bir yaprak mahşerinden
bir gül aldım dün kendime otele dönerken
bardağa koydum ve kokladım toprağı
aksın, aksın istedim içimdeki ufunet
çünkü aklımda ve kalbimde
işledim bütün cinayetlerimi

mevsim dönüyor
artık yaşamak bir külfet

25.02.2008

akşam toplantıları

gogol

insanoğlu için öç almayı isteyip de alamamaktan büyük acı yoktur.

uzak bir çağlayanın sesini dinlediğiniz olmuştur sanırım. bir huzursuzdur çevre, uğuldar durur. olağanüstü, anlaşılmaz sesler dalga dalga geçerler önünüzden. bir köy panayırının selinde de birden aynı duyguya kapılmaz mı insan? giderek büyür kalabalık, büyüdükçe büyür, kocaman bir dev gibi kımıldar durur panayır alanında, dar sokaklarda bağırır çağırır, kahkahalar atar, gürültü eder. bağırışlar, küfürler, böğürtüler, melemeler, anırtılar.. hepsi birden düzensiz bir uğultu oluştururlar. öküzler, çuvallar, saman yığınları, çingeneler, çanak çömlek, köylü kadınlar, ballı börekler, kalpaklar.. hepsi birden parlak, allı morlu, karmakarışık, sağa sola gider gelirler. gözünü alırlar insanın. her kafadan bir ses çıkar, kimin ne dediği anlaşılmaz. tek bir söz kurtaramaz kendini bu selden, duyuramaz sesini. yalnızca pazarlık edenlerin ellerini birbirine vurmalarından çıkan sesler duyulur panayır alanında her yandan. arabalar gıcırdar, demir parçaları tıngırdar, yere atılan tahtalar gürültü çıkarır. başı döner insanın, ne yana bakacağını şaşırır.

ruhumuzun güzel ama geçici konuğu sevinç de öyle uçup gitmez mi? tek bir ses neşeyi anlatma çabasını sürdürmez mi boşuna? kendi yankısında hüznü, boşluğu duymaya başlamıştır artık bu ses, sonra o da susar. coşkun, hür gençliğin canlı arkadaşları da birbiri ardından yok olmaz mı öyle? sonunda yapayalnız bırakmazlar mı arkadaşlarını? geride kalandır üzülen! yüreği keder, hüzün doludur, teselli bulamaz bir şeyde.

24.02.2008

insan

pascal

insanı yüce yapan düşüncedir.

yaşamında yalnızca aklı rehber edinmek isteyen biri, insanların ortak kanaatine göre bir çılgındır. insanların büyük çoğunluğunun hükümlerine göre hükmetmek gerekir.

insanın hatalarının en gülünç sebebi, aklı ile hisleri arasındaki savaştır.

insanların sadece araçları düşünüp asla amacı düşünmediklerini görmek acıklıdır. herkes hayattaki konumundan muaf kalabilmeyi düşler; fakat konumumuzu ve ülkemizi seçmeyiz, kaderin vergisidir.

insanlar, odalarının dışındayken, çatı ustalığına diğer her meslekten çok yatkındırlar.

insanlar arasında eşitsizlik olması kaçınılmazdır. bu doğrudur; fakat bir defa verili kabul edildiğinde, sadece en büyük tahakküme değil, en büyük istibdada da kapı aralanır.

insanın acıya teslim olması utanılacak bir şey değildir; fakat hazza teslim olması utanılacak bir şeydir.

ne kadar anlamdan yoksundur, ne çirkeflerle doludur insan kalbi!

uzak

julio cortazar


geri kalan hep uzaklıklardır
biçemler, sevecen boşluklar
ve her ileri adımda azalmalar, ezinç
yine de rahat giden her şeyde

22.02.2008

hiçlik

stefan zweig

bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? ama amaçları kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı, bana inanabilirsiniz. bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler; çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. insan yüzü görmeden, insan sesi duymadan, göz, kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha en ufak bir besi alamıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle, dört beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu, o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi. yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu; her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan; boyuttan, zamandan yoksun boşlukta.. insan sabahtan akşama dek bir şey olmasını bekler; hiçbir şey olmaz. bekleyip durur insan. hiçbir şey olmaz. insan bekler, bekler, bekler; şakakları zonklayıncaya dek düşünür, düşünür, düşünür. hiçbir şey olmaz. insan yalnız kalır. yalnız. yalnız.

21.02.2008

bilge

baltasar gracian

eğer bilge bir insan herkes tarafından onurlandırılmak istiyorsa, bilgi ve yeteneklerinin sonuna kadar didiklenmesine izin vermemelidir. o, insanların bilgi ve yeteneklerini anlamalarına değil, onlardan haberdar olmalarına izin verir. hiç kimse onun yeteneklerinin sınırlarını bilmemelidir, yoksa hayal kırıklığına uğrayabilir. hiç kimse onun derinliğini tamamen ölçme fırsatı bulamamalıdır. çünkü bilge kişinin yeteneklerine dair zihinlerde dolaşan tahmin ve şüpheler, -asılları ne kadar büyüleyici olsa da- bu yeteneklerin tam olarak bilinmesinden daha fazla saygı uyandırır.

kaçış

yorgo seferis


bundan başka bir şey değildi aşkımız
gider, dönerdi gene ve bize
gözleri kapalı, uzak, çok uzak
mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi
yitik sabahın otunda
garip bir deniz kabuğu
ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı

bundan başka bir şey değildi aşkımız
sessizce yoklardı çevremizde ne varsa
açıklamak için ölmek istemeyişimizi
bunca coşkuyla

ve tutunduysak başkalarının bellerine
vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına
soluğumuz karıştıysa
bir başkasının soluğuna
ve yumduysak gözlerimizi
bundan başka bir şey değildi
bu derin acıydı yalnız tutunabileceğimiz
kaçışımızda

20.02.2008

boynu bükük öldüler

yılmaz güney

jean-paul sartre: yazarın görevi, hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürememesini sağlamaktır.

yüreğir'in yağmuru, yüreğir'in dertleri gibi yağar yağar bitmez. usul usul, ince bir sızı gibi yağar. hüzün veren bir durgunluk, bir alacalık oturur insanın içine. ağır, uyuşuk ve yorgun. ne yapacağını bilemeyen çaresiz insanın acı umutsuzluğudur bu.

bir yaprağın düşmesinde, bir dalın acı acı sallanmasında, insan hayatından kopan bir an ve insan hayatını etkileyen acılar gizlidir.

artık gitme zamanıdır. baba toprağını, evi, evin önündeki ağacı bırakıp uzaklara gitme zamanıdır. evlerin, ağaçların çizgileri karanlıkla silinir, sessizlik çöker, toprak uyur; gitme zamanıdır. dağ başlarına beyaz bulutlar dolanır, dorukları bulutlara gömülür, dağlar morlaşır, lacivertleşir. sisler evreni içine alır, yel saçları uçurur; yel saçları alır uzaklara götürür; çünkü gitme zamanıdır.

tanrı

par lagerkvist

tanrı amansızdır. iyidir diyenler onu tanımayanlardır. en insansal olmayan şeydir o. vahşidir, yıldırım gibi hesaba kitaba gelmez. kimsenin, içinde yıldırım var mı yok mu bilmediği bir buluttan çıkan yıldırım gibi. apansız vurur, apansız vurur insana; tüm zulmünü ortaya çıkararak. ya da aşkını. zalim aşkını. her şey gelebilir ondan. herhangi bir zamanda, herhangi bir şeyde gösterir kendini.

evet, tanrı anlaşılmaz, zalim ve korkunçtur. tanrı kötüdür. kalpsiz ve uğursuz. ondan başkasını sevmeye kalkan herkese karşı öçle dolu. "başını evime dayama" demeye cesaret edene karşı. zalim ve amansız. insanları hiç düşünmez; yalnız kendini düşünür. ve hiç bağışlamaz, hiç unutmaz.

18.02.2008

boyun eğdirme

paulo freire

her boyun eğdirme edimi bir boyun eğdiren ve boyun eğdirilen birini ya da şeyi gerektirir. boyun eğdiren boyun eğenlere hedeflerini dayatır ve onları kendi malı ilan eder. boyun eğenleri kendi çizdiği sınırlara göre yeniden biçimlendirir, onlar da bu biçimi içselleştirir ve "içinde bir başkasını barındıran" ikili varlıklar haline gelirler. boyun eğdirme edimi, insanları şeyler konumuna indirgediği için ölümseverdir.

boyun eğdirme arzusu -daha doğrusu zorunluluğu- her an hazır ve nazırdır.  bu yüzden, ezenler insanların dünyayı düşünebilme niteliğini yok etmeye çalışırlar. ezenler bu yıkımı tamamen başaramadıkları için dünyayı gizemlileştirmek zorundadırlar. ezilenlerin ve boyun eğdirilmişlerin düşüncesine, yabancılaşmalarını ve edilginliklerini artıracak bir aldatmaca dünyası sunabilmek için ezenler, dünyanın bir problem olarak ifade edilmesini önleyen ve onun yerine dünyayı sabit bir varlık -insanların salt birer seyircisi olarak uyum sağlamak zorunda oldukları verili bir şey- olarak gösteren yöntemler geliştirirler.

ezenler halkla, boyun eğdirerek edilgen kalmalarını sağlamak için yüz yüze gelmek zorundadır. ancak bu yüzleşme, halkla iç içe olmak değildir, gerçek iletişim de gerektirmez. bu yaklaşıma ezenlerin ezilenlere statükonun korunması için elzem olan mit yatırımını yapması eşlik eder: ezme/ezilme düzeninin bir "özgür toplum" olduğu miti bunun örneğidir; herkesin istediği yerde çalışmakta serbest olduğu, yani patronlarından hoşlanmıyorlarsa oradan ayrılıp başka bir iş arayabilecekleri miti; bu düzenin insan haklarına saygı gösterdiği ve bu nedenle de saygıya değer olduğu miti; her çalışkan kişinin girişimci olabileceği miti, daha kötüsü, sokak satıcısının da büyük bir fabrikanın sahibi gibi bir işadamı olduğu miti; genel eğitim hakkı miti, ilkokula başlayan brezilyalı çocukların pek azının üniversiteye ulaşabildiği bir dönemde hem de, "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" sorusu hala aramızda yaygınken insanların eşitliği miti; "maddeci barbarlığa" karşı "hristiyan batı uygarlığı"nın savunucusu olarak ezen sınıfların kahramanlığı miti; seçkinlerin iyilik ve cömertliği miti; "görev idrakı içindeki" egemen seçkinlerin halkın gelişimine katkıda bulundukları, dolayısıyla halkın da minnetini seçkinlerin sözlerini kabul ederek ve onların safında yer alarak göstermesi gerektiği miti; isyanın tanrı'ya karşı işlenmiş bir günah olduğu miti; özel mülkiyetin kişisel insani gelişme için temel olduğu şeklindeki mit -böyle olduğu sürece tek gerçek insani varlıklar ezenler olur-; ezenlerin çalışkanlığı, ezilenlerin tembellik ve hilekarlığı miti ve nihayet, ezilenlerin doğal zayıflığı ve ezenlerin üstünlüğü miti.

bu mitlerin içselleştirilmesi, ezilenlerin boyun eğmesi için temel koşuldur ve ezilenlere, gayet iyi düzenlenmiş propaganda ve sloganlarla, kitle iletişim araçları kullanılarak sunulurlar; sanki böylesi bir yabancılaşma gerçek bir iletişim sağlarmış gibi.

eski roma'da egemen seçkinler, halkı "yumuşatmak" ve kendi huzurlarını sağlamak için onlara "ekmek ve sirk gösterileri" verme gereğinden söz ederlerdi. günümüzün egemen seçkinlerinin de, tıpkı herhangi bir çağın seçkinleri gibi diğerlerine, ekmek ve oyunlarla ya da onlar bile olmaksızın boyun eğdirmeye ihtiyacı vardır. boyun eğdirmenin içeriği ve yöntemleri tarihsel olarak değişiyor; değişmeyen ise -en azından egemen seçkinler varlığını sürdürdükçe- ölümsever bir tutku olan ezmedir.

şiir nedir?

hilmi yavuz


şiir dil değildir, söz'dür.
şiirin tarihi dil'den söz'e doğrudur.
şiirin tarihi, kopma'larla belirlenir.
şiirin geleneği, onun tarihi değildir.
şiir dil iken kapalı, söz iken 'açık yapıt'tır.
şiir dil'den arındıkça, anlamdan da arınır.
şiirin gösterilen'i kavram değildir, imge'dir.
bir tanım: şiir, dünyanın zihinsel imgesidir.

16.02.2008

gizli günce

selim ileri

günlüklerin kişisel ve gizli olduğu zannedilir. günlük tutan, kendisi için yazdığı iddiasındadır. kimse okumayacak; öyleyse duygularımı, düşüncelerimi, hayallerimi, umutlarımı, en gizli özlemlerimi sonuna dek içten yazabilirim. tabii yaşadıklarımı da! yaşadıklarımız arasında o kadar aykırı, rezilane şeyler vardır ki, başkalarına anlatamazken günlüğümüze güncemize geçirebiliriz. çünkü başkaları okumayacak.

bunlar bütünüyle palavradır. çükünün keyfini yazan bile, yarın bu günlüklerin okunacağını bilir. esasen okunsun, hayretler içinde bıraksın diye yazılmıştır. yok efendim, ölümünden sonra kocası yayımlamış, yok efendim, karısı yayımlamış, eşi dostu yayımlamış, bazı kısımları çıkarmışlar, bazı kısımları ayraç içi üç noktalarla sansürlemişler, bunlar hep palavradır. geriye kalan mirasçının, yayına hazırlayanın iç gıcıklama metotlarıdır.

gizli yazıldığı, herkesten gizli tutulduğu zannedilmiş günlükleri okuyanlar, zevkten dört köşe olurlar. seyredilmediğini sanan insanı seyretmek hazzıyla dolup taşarlar: şimdi sutyenini çözecek, şimdi donunu çıkaracak. halbuki günlük yazarı sutyenini çözdüğünü veya donunu çıkardığını, hatta mahrem yerini avuçladığını açıkça ilan etmektedir. ne var ki ahmak okurun gizli seyir sapıklığı, röntgencilik heyecanı dinmez. bu heyecan, bazen de, röntgencinin hakikati bilmesine rağmen devam eder.

felsefe

ludwig wittgenstein

insanlar hayatlarının o basit apaçıklığı içinde yaşarlar. onları teyakkuz durumuna sokanlar sizin gibi filozoflardır.

insan hayatında bütünsel bir kopuş olabileceği fikri bir yanılsamadır. kopulacak bir bütün de yoktur zaten. sanki şu an bildiğimiz her şey sona erebilir, tamamıyla farklı bir şey başlayabilirmiş gibi. saçma bu. günümüzden tamamen farklı bu yeni geleceği tanımlamaya bile kalkışamayız.

bütünsel kopuş gibi, saf süreklilik de bir yanılsamadır.

özel olan bir şeyler olduğu düşüncesi felsefi bir yanlıştır.

bir şeyin kendisiyle özdeş olduğu kadar işe yaramaz bir önerme yoktur.

duygulanımlar özel mülkiyet gibi bireylere ait değildir. bu, felsefi bir yanlıştır.

her şey tam da olduğu gibidir, başka biçimde değildir.

felsefenin hayatla hiç ilgisi yok! felsefe, her şeyin tıpkı olduğu gibi olduğunu görmemizi engelleyen bir şeydir yalnızca. her şey göz önündedir, hiçbir şey gizli değildir. temeller, özler, ilk ilkeler yoktur. felsefenin kavrayamadığı şey, bu tür günlük hareketlerdir.

15.02.2008

hücremde ayışığı

refik durbaş


sesimi sesinin üstüne koyma
kara gecede, karanlıkta, acılı
yüreğimde yeşerdiyse de alevi ölümün
kan boğmadı daha korkuyu
kırılmadı kin ve öfkenin fidanı

sesini sesimin üstüne koyma
ağzımda prangası tutuklu rüzgar

yanlış arama ölümden başka
kurşuna dizilen resimlerde
acıyla örülmüşse cesetler
ve ağlıyorsa hücremde ayışığı
üzgün değilim, hüzünlü asla

yanlış arama ölümden başka
sırtımda falakası tutuklu rüzgar

yüreğimde mezarlar açma artık
kazıdım hücremin duvarına çünkü
zamanı kucaklayan öfkemi
acıdan üretilen sesimi
gençliği damıtılmış günlerimi

yüreğimde mezarlar açma artık
elinde kırbaçları tutuklu rüzgar

çıplak taş, demir kapı, sessizlik
korkuyu mu bekliyor o nöbetçi
niçin hiç konuşmuyor yıldızlar
şafak söktüyse nerde kar filizleri
uyusam uyansam her yerde bahar

çıplak taş, demir kapı, sessizlik
sesimde zincirleri tutuklu rüzgar

tek değilim artık, çoğaldım ölüme
deli rüzgar, çıplak suyun rahminde
artık ne hücrem, ne yalnızlık
eskisinden düşmanım karanlığa
ama hala yanıyor yüreğimde işkence

tek değilim artık, çoğaldım ölüme
yüzümde kelepçesi tutuklu rüzgar

- söyle kim hak kazandı ölüme

12.02.2008

başka troya yok

william butler yeats


neden suçlayayım onu günlerimi kararttı diye
ya da son günlerde birtakım kendini bilmezlere
isteklerine denk yürekleri olsaydı eğer
saldırganlığın en belalısını öğreteceği
ve birbirine katacağı için ortalığı
soyluluğun ateş gibi yalınlaştırdığı aklı
ve gerili bir yay gibi güzelliğiyle
onun gibi soylu, tek başına ve kararlı
bu çağda eşine rastlanmayan bir kişiyi
hangi güç köşesinde tutabilirdi elleri bağlı
ne yapabilirdi böyle biri olduğuna göre
bir başka troya var mıydı yakıp yıkacağı

fringe

acı insana sınırlarını aşan şeyler yaptırır.

delilikten kurtulmak için geçilen yollar çetrefillidir; sadece en şanslıları, esas dünyaya giden yolu aşağı yukarı bulurlar.

bazen insanların şansa ihtiyacı olur.

asıl tanrı bilimdir. tanrı çocuk felcidir, grip aşısıdır, mr cihazlarıdır ve yapay kalplerdir. eğer bir bilim insanıysan inanman gereken bunlardan başkası değildir.

düzenli ev, iyi bir zekanın göstergesidir.

yaşam ve ölüm göreceli terimlerdir. sözün gelişi olarak tanımlanmış, kültürel etmenlerden gelen birer olgudur.

bazı gerçekler yarardan çok zarar getirebilir. pandora'nın bazı kutularının hiç açılmaması en iyisi.

bir insanı dinlediği müzikten tanıyabilirsin.

kuduz virüsü suda yaşayamaz. o yüzden konağın sudan çok korkmasına sebep olur.

genişlemesi gereken bilimdeki gelişmeler, evren bilgimiz eğer dikkatli bir şekilde kontrol edilmezse dünyayı yok edecek. teknolojik kibrimiz bizi felaketin eşiğine değil, tam ortasına götürdü. peki bu yıkım nasıl gözükecek? cevap, genel bir sözcük ama detayları hayal bile edemeyeceğiniz seviyede.

bazen gerçekleri, yalnızca aklını imkansıza açtığında bulabilirsin.

başucumda müzik

kürşat başar

bazı insanların evi yoktur.

herkes âşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu. ama aslında bu kadar basitti işte: birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan âşıksın.

eğer yalnız kalmaktan korkuyorsanız herkese iyi davranın, başkalarının dediklerini yapın; yoksa sizi tek başınıza bırakırlar.

bazı insanlar hayatlarını kendi istedikleri gibi kurarlar. geri kalanlarsa onların yaptıklarını birbirlerine anlatıp dururlar.

insan soykırım yapabilen tek canlıdır.

o, duygularını asla göstermemeyi başarmış insanlardan biriydi.

evet, bazıları hayat boyu gerçeği arar, bazılarıysa kendi gerçeğini kurar ve ona inanırlar.

belki de insanları bir türlü anlamayışımızın, günün birinde en beklenmedik biçimde bizi şaşırtmalarının nedeni, hep bir bütün olarak bize verdikleri görüntüyle yetinip farklı parçalardan oluştuklarını unutmamızdır.

ve eğer kadınların kalbine giden bir yol varsa, inanın bana, sözcüklerden geçer. hatta o yol sözcüklerle döşelidir. başka hiçbir şey doğru bir sözdizimi kadar bir kadının başını döndüremez.

sanki hayat saklanabilirmiş gibi her şeyi biriktiren, her gittiği yerden anılar toplayan, her şeyin fotoğrafını çeken insanlar beni şaşırtır. sonra o fotoğrafları bir hayatın resimli romanı gibi başkalarına göstermeleri ve anlatmaları da.

gizli bir şey yapmanın en tehlikeli anı, uzun bir süre dikkatle uyguladığınız kuralları unutmaya, bunu aslında hayatınızın doğal bir parçası sanmaya başladığınız andır.

derler ki cesur insanlar dürüst olur.

bütün bir hayat, onun kucağına yatmış, saçlarımı okşarken benimle konuşmasının yanında hiçbir anlam taşımaz.

birini sevmen için ele tutulur bir neden bulamıyorsan onu sahiden seviyorsun demektir.

kurbanları seyretmek her zaman heyecanlıdır.

"her şey silindi ve artık yalnız sen varsın."

"bir imparatorun karısı olmaktansa senin metresin olmayı yeğlerim."

"şu tarladaki kızlardan biri olsaydın, dağlarda yaşayan yabani kadınlardan biri olsaydın, düşmanımın ailesinden olsaydın, küçük bir çocuk olsaydın yine seni kaçırırdım ama sen kraliçesin, seni nereye kaçırabilirim?"

hepimiz fırtınaların içinde korku ve heyecanla yolculuk etmeyi severiz ama eğer sonunda bir limana sığınabileceğimizi biliyorsak.

bazen en büyük düşler gerçek olur.

insanların bir gün büyüyüp düşlerini unuttukları ve artık onları çocuklara ait şeyler sandığı bir dünya hiç de yaşanmaya değer bir yer değil.

"ülkemin güneşinden, çocukluğumun bahçelerinden, senin güzel yüzünden sürgünüm."

11.02.2008

geyik

leyla şahin

dağların öte yüzünü yaşamış bir geyik
her coğrafyada büyütür subaşlarını
yeni bir söz seçilecekse yaşama
ince bir damar gibi
yürekte örselenmiş kurşundan
başlanmalı:
dünyanın kabuğu çatlıyor
dağlar birbirine değdi

gerçek yaşam

alain badiou

yaşam, bizim toplumumuzda, belli ölçülerde, satın alma olanağıdır.

bizim dünyamızda sadece fiyatı olan şey dikkate alındığından, hiçbir düşünceye, hiçbir fikre sahip olmamak gerekir. bize, "eğer imkanın varsa tüket, yoksa kapa çeneni ve yok ol!" diyen dünyaya ancak o zaman itaat edebiliriz.

oyuncaklar, elbette; kocaman oyuncaklar, hoşumuza giden ve başkalarını etkileyen şeyler.. çağdaş toplum bize bu nesneleri satın almayı, mümkün olduğunca çok satın alabilme arzusu duymayı emreder. oysa bir şeyler satın alma fikri, yeni şeylerle -yeni arabalar, marka ayakkabılar, kocaman televizyonlar, güneye bakan apartman daireleri, altın kaplama akıllı telefonlar, hırvatistan tatilleri, imitasyon iran halıları- oynama fikri, çocukluğun, ergenlik arzularının karakteristiğidir.

gerçek yaşam, günümüzde, piyasa yansızlığının ve eski hiyerarşik ideaların ötesinde yer alır.

10.02.2008

bir garip öğretmen

ülkü tamer

öğretmenlik serüveni başlıyor

askerliğimi yedek subay öğretmen olarak yaptım. istanbul'da, okmeydanı'nda istiklal ilkokulu'na verdiler beni. 1960'ların ikinci yarısı. okmeydanı şimdiki okmeydanı değildi o zamanlar. ne çevre yolu, ne koca koca yapılar.. darülaceze'yi geçince bir iki gecekondu. şark kahvesi. iki katlı istiklal ilkokulu.

okula gidip müdüre "teslim oldum." "seni dördüncü sınıfa verelim." dedi hikmet bey. aldı beni, sınıfıma götürdü. kırk dört çocuğa "işte öğretmeniniz" dedi. bana döndü, güldü. "hepsinin eti de senin, kemiği de senin." çıktı gitti.

bir süre öğrencilerimle bakıştık. nasıl biri olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. adımı söyledim. onların da kendilerini tanıtmasını istedim. hepsi sırayla adını söyledi. sonra yine sessizlik.

sonunda sessizliği azmi bozdu: "bugün küme çalışması yapacak mıyız, öğretmenim? ünitemiz.."

küme, ünite.. ne ola ki bunlar? bizim zamanımızda böyle şeyler ne gezer! kurs falan da görmedik. askerlik şubesine, oradan milli eğitim müdürlüğüne, oradan da okula. öğretmenliğin abc'sini değil, a'sını bile bilmiyoruz.

"bugün ders yok." dedim. "birbirimizi tanıyacağız."

öğrencilerden önce yoksulluğu görmüştüm sınıfta. çocuklardan çoğunun defteri bile yoktu. kurşun kalemlerini yonta yonta, iki santim kalıncaya kadar kullanıyorlardı. kimi geceleri kasımpaşa'da bir sinemada gazoz satıyor, kimi kahvede çıraklık ediyor, kimi dikiş dikiyordu. muharrem adlı bir öğrencim vardı. ilk derste neredeyse kara tahtaya adını bile yazamıyor, ancak ikinci derste açılıyordu. nedenini araştırdım. erkenden kalkıyor, okula gelmeden önce bir kaynakçının yanında çalışıyormuş. bu yüzden gözleri bir süre hiçbir şeyi doğru dürüst seçemiyordu.

o kadar yoksul bir çevreydi ki, çocuklardan birinin annesi 25 kuruş için sınıfı bastı. bir gün dersin ortasında kapı güm diye açıldı. bir kadın daldı içeri. çocuklardan birini sille tokat dövmeye başladı. kadını zor çıkardım dışarı. oğlu o sabah okula gelirken masanın üstündeki 25 kuruşu yürütmüş meğer. kadın o parayı kim bilir ne için ayırmış, saklamış. onlar için 25 kuruş okul basacak kadar önemliydi.

yazılarının nasıl olduğunu görmek istedim. "okulun adını yazın." dedim. yazdılar. kırk dört kişiden sadece altısı "istiklal ilkokulu"nu doğru yazabildi. ben de kalkmış, yazıları güzel mi diye bakacağım! dördüncü sınıf öğrencisi bunlar. ikinci sınıfta bile bu yanlışlar yapılmaz.

işim hiç de kolay olmayacaktı. her şeyden önce çocukların güvenini kazanmalıydım. bana güvenmeleri için hiçbir neden yoktu şimdilik. öyle ya, "ünite" deyince, "küme" deyince boş boş bakıyordum. bu güveni "ders dışı" bir yolla sağlamalıydım.

"söyleyin bakalım" dedim. "en sevdiğiniz sinema oyuncusu kim?"

sınıfın yarısı cüneyt arkın, yarısı yılmaz güney dedi.

yaşasın! güvenlerini kazanacak bir yol bulmuştum. cüneyt de, yılmaz da arkadaşımdı. onları getirecektim okula.

getirdim de.

malkoçoğlu okmeydanı'nda

cüneyt arkın'ı fahrettin cüreklibatur olduğu, öykü yazdığı günlerden tanıyordum. annemin memleketlisiydi. eskişehirliydi. tıp fakültesi'ne gidiyordu o sıralarda. şiir yazmayı bırakmasına üzüldüğüm, üzülmekten de öte içerlediğim cengiz çelikten'le dolaşırlardı hep.

o gün okuldan çıkar çıkmaz cüneyt'i buldum. "yarın çekimin var mı?" diye sordum.

"hayır." dedi.

"hazırlan öyleyse, benim okula gidiyoruz."

"peki." dedi hemen.

"ama önce cağaloğlu'na gidip kırk dört öğrenciye bir şeyler alacaksın." dedim. "herkese üçer defter, üçer kalem, birer cetvel, birer suluboya takımı vb."

ertesi gün nerede buluşacağımızı kararlaştırdık.

buluştuğumuzda noel baba gibiydi cüneyt. arabasının bagajını armağanlarla doldurmuştu.

okula vardığımızda ilk ders başlamış, öğrenciler sınıflarına girmişti. müdürün odasına gittik. hikmet bey, cüneyt'i görünce gözlerine inanamadı.

benim çocuklar da.

sınıfın kapısını açıp da içeri girdiğimizde önce bir sessizlik kapladı ortalığı. sonra çığlıklar yükseldi: "cüneyt arkın! cüneyt arkın!"

herkese armağanları dağıtıldı. sonra yine sessizlik.

"hadi" dedim çocuklara. "cüneyt bey'e bir şeyler sorun bakalım."

nihat adlı bir öğrencim vardı. parmağını kaldırdı. ayağa kalktı. sorusunu patlattı:

"dünyamızın güneş'ten uzaklığı kaç kilometredir?"

cüneyt şaşkınlıkla bana baktı. sanki tahtaya kaldırmışım onu, bilemezse sıfır vereceğim.

neyse, azmi yetişti imdada:

"ilk filminizi ne zaman çevirdiniz?"

bu arada kapı açıldı. öğretmenlerden biri. başka bir sınıfta okuyan oğlunu içeri itiyor:

"hocam, bu da istifade etsin."

ders arasında okul birbirine girdi. cüneyt'i müdürün odasına zor attım. bütün öğretmenler orada toplanmış. çaylar içildi. sonra ünlü oyuncumuzu alkışlar arasında yolcu ettik.

kadın öğretmenlerden biri yanıma yaklaştı. "aşk olsun hocam." dedi. "insan bir gün önceden söyler. saçımızı yaptırırdık."

sınıfa girmek üzere koridordan geçerken benim öğrencilerden birinin sesini duydum. bir başka çocuğa caka satıyordu:

"sen ne diyorsun be! bizim öğretmen cüneyt arkın'ın arkadaşı!"

tamam! öğrencilerin güvenlerini ders dışı yollarla sağlamak yolunda önemli bir adım atılmış, "operasyon"un ilk bölümü başarıyla tamamlanmıştı.

sıra, yılmaz güney'deydi.

sınıfa yılmaz güney geldi

yılmaz güney'i aradım. epeydir birbirimizi görmemiştik. en yoğun çalışma dönemini yaşıyordu. setten sete koşturuyordu.

"bir gününü bana ayıracaksın." dedim.

"yarın buluşalım." dedi.

"yarın işin yok mu?"

"var ama boşver. ne yapacağız?"

"seni okmeydanı'na götüreceğim." dedim.

"hayrola.."

"benim sınıfa geleceksin."

ertesi gün yılmaz'la okula gittik. kıyamet koptu. değil sınıf, değil okul, mahalle birbirine girdi. yılmaz güney'in geldiği duyulmuş. biz sınıfta öğrencilerle sohbet ediyoruz, bütün okmeydanı okulun bahçesine toplanmış, "ya ya ya, şa şa şa, yılmaz güney çok yaşa!" diye bağırıyor. yılmaz pencereden halkı selamlıyor.

dersler tatil edildi. öğretmenler bizim sınıfa doluştu. benim çocukların keyiflerinden yanlarına varılmıyor. öyle ya, bir efsane ayaklarına kadar gelmiş, kendileriyle tek tek ilgileniyor, konuşuyor.

yılmaz gittikten sonra ortalık biraz yatıştı. sınıfta benim öğrencilerle baş başa kaldık. artık hepsi bir başka bakıyordu bana. karşılarında "küme"yi, "ünite"yi bilmeyen bir öğretmen değil, cüneyt arkın'ın, yılmaz güney'in arkadaşı vardı. kafalarında, yüreklerinde beni de o kata yerleştirmişlerdi.

güvenlerini "ders dışı" bir yolla da olsa kazanmıştım. öğrenciyken bile yaşamadığım yoğun bir çalışmaya girdim hemen. önce küme nedir, ünite nedir, öğrendim. şiiri, çeviriyi bir yana bıraktım; ders kitaplarını, yardımcı kitapları "hatmetmeye" koyuldum.

yılmaz'ın gelişinden yaklaşık bir hafta sonra, dersin ortasında kapı vuruldu. "girin!" dedim. gireni görünce de şaşkınlıktan donakaldım.

münir ağabey! münir özkul! beni arıyormuş. kamran yüce'ye sormuş. kamran, "okmeydanı'nda öğretmen" demiş. münir ağabey de kalkıp okulu bulmuş, gelmiş.

benden çok öğrenciler şaşırdı tabii. cüneyt arkın'dan, yılmaz güney'den sonra münir özkul! öğretmenlerini ziyarete geliyor!

münir ağabey'in geldiğini müdüre de haber vermişler. kapı güm diye açıldı. hikmet bey, bir süre sessizce baktı münir ağabey'e. sonra yanına koştu.

"allah allah?" dedi. "şu sanatkarlar da ne kadar mütevazı oluyorlar. kalkıp kalkıp okulumuza geliyorlar!"

"sanatkar"ların ziyaretleri daha sonraki aylarda da kesilmeyecekti. edita morris bile gelecekti sınıfa. bazı müzik derslerini ise "konuk öğretmen" olarak cenan akın'la cem karaca verecekti.

çıtır'ın şiirleri

çocuklarla hemen kaynaştık. sabahları sınıfa girdiğimde gözlerinin içi gülüyordu. azmi, necati, ebubekir, şemsettin, erhan, kıymet, zeytin, huriye, çıtır..

çıtır'ı anlatmalıyım. hiç de dördüncü sınıf öğrencisi gibi değildi. gören, anaokuluna gidiyor sanırdı onu. o kadar ufacık tefecikti. bir cep radyosu kadardı neredeyse. ama pili bitmiş bir cep radyosu. sınıfın en sessiziydi.

günün birinde, sanırım orhan veli'den, bir şiir okudum çocuklara. pek sevdiler. "siz de yazsanıza" dedim. ertesi gün, yazdıkları şiirleri getirdiler. çıtır'ın şiirlerine bir göz attım. hepsi vezinli kafiyeli. yanıma çağırdım onu.

"bunları sen mi yazdın?" dedim.

"ben yazdım öğretmenim."

"nasıl yazdın?"

"baka baka yazdım."

"nereye baka baka yazdın?" diye sordum.

"bir kitap buldum" dedi. "ona baka baka yazdım."

"öyle yapmayacaksın" dedim. "baka baka yazmayacaksın. sen kendin düşünüp yazacaksın."

"yani ben kendim düşünüp yazsam olur mu?" dedi.

"olur tabii. ben de onu istiyorum."

sırasına oturdu. bir kağıt çıkardı. bir şeyler yazdı. kağıdı katladı, katladı, katladı. ufacık bir muska gibi yapıp getirdi, masama bıraktı.

sonra sırasına döndü. yine bir şeyler yazdı. kağıdı katladı, katladı, masama bıraktı.

bir şiir, bir şiir, bir şiir daha. bir düzine kadar şiir yazdı o gün. kağıtları çantama attım.

akşam eve dönünce çıtır'ın "muska"larını açtım. kargacık burgacık harfleri sökmeye çalışarak okumaya başladım. okumaya başlar başlamaz da "feleğimi şaşırdım."

şiirin daniskasıydı bunlar.

biri şöyle başlıyordu söz gelimi:

"sabah olunca kasımpaşa'dan
serin serin sesler geliyor."

ertesi gün çıtır'ı çağırdım yanıma. şiirlerini çok sevdiğimi söyledim. "yazacaksın" dedim.

"ne hakkında yazayım?" diye sordu. "bana konu ver."

"evini yaz."

hemen sırasına çekildi. iki sayfalık bir "evimiz" şiiri yazdı.

"şimdi ne hakkında yazayım?"

"pazar yerini yaz."

iki sayfalık bir "pazar yeri" şiiri.

çıtır'a konu yetiştiremiyordum artık.

"terziler hakkında yaz."

tam dört sayfalık harika bir "terziler" şiiri çıkardı.

o şiirleri yıllarca sakladım. ama bir taşınma sırasında hepsi yok oldu. çıtır'ın şiirlerini yitirdiğime hala üzülürüm.

çıtır ne mi oldu? çoktan evlendi. şimdi anne. ve gizli şair.

ebubekir

sınıfın en çalışkanı ebubekir'di. sessiz, kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, zil çalınca oyun oynamak için bahçeye bile fırlamayan biri. bütün derslerde başarılıydı. özellikle matematikte.

günün birinde, "büyüyünce ne olacaksın?" diye sordum.

"hoca" dedi.

herhalde matematik öğretmeni olmak istiyor.

"ne hocası?" dedim.

"cami hocası."

"nasıl yani?" dedim.

"cami hocası olacağım." önüne baktı. "babam öyle istiyor."

"yapma bekir" dedim. "aydın bir hoca olmak da güzel; ama müthiş bir matematik kafan var. yeteneğini harcama."

"babam öyle istiyor, öğretmenim."

"söyle babana" dedim, "yarın gelsin, beni görsün."

kuşkuyla, biraz da umutla, gözlerime baktı.

"gelsin" dedim.

babası ertesi gün geldi. o da ebubekir gibi kendi halinde, yaşlıca bir adam. uzun uzun konuştuk. oğlunun ne kadar başarılı olduğunu anlattım ona. dinlemiyor bile. "bekir hoca olacak" diyor, başka bir şey demiyor.

"haftaya yine gel" dedim.

yine geldi. yine konuştuk. yine direndi.

bir hafta sonra aynı şey.

artık biz her hafta görüşmeye başladık. okulu bıraktık, karşıdaki şark kahvesi'nde çay içiyoruz.

dört ay kadar sonra, "tamam, hoca" dedi. "teslim bayrağını çekiyorum. iyi bir şey olmasa bu kadar üstelemezsin. sana söz.. bekir'i üniversiteye yollayacağım."

ebubekir ertesi gün ders arasında, herhalde hayatında ilk defa azmi'yle, erdem'le, şemsettin'le birlikte bahçede top peşinde koştu.

karadenizli kız

öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor. takvim, dolma kalem, not defteri.. hiçbirini almadım. "sakın bana bir şey getirmeye kalkmayın." dedim. bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme "teşebbüs"leri kesildi.

bu ilkemi sadece bir kere bozdum.

karadenizli bir kız vardı sınıfta. andersen'in kibritçi kız'ı. yoksullar arasında en yoksulu. ama inanılmaz derecede onurluydu. kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.

bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. yağmur çiseliyor. kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. karadenizli kızı gördüm birden. koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.

o güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.

kapı vuruldu. açıldı. döndüm. karadenizli kız.

simiti uzattı.

"al, öğretmenim." dedi.

"biliyorsun" dedim, "ben.."

sözümü kesti.

"yiyeceksin!" diye bağırdı. "sana aldım! sen bizim için neler yapıyorsun!"

simiti elime tutuşturdu. koşarak çıktı.

o simiti yedim. dünyanın en acı; ama en lezzetli simitiydi.

iyi ki ders arasındaydık. iyi ki çocuklar koridordaydı. iyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.

mutluluğun resmi

tanıdığım ne kadar yayıncı varsa hepsine gittim. birkaç gün içinde dünyanın kitabını topladım. sadece bizim sınıfın değil, bütün okulun yararlanabileceği bir kitaplık çıktı ortaya.

o sıralarda milliyet yayınları'nı tarık dursun k. yönetiyordu. bir ziyaretimde "çocuklara şiirler" adlı bir antoloji yayımlamak üzere olduğunu öğrendim. "şu kitabı bizim öğrenciler resimlesin." dedim. "tamam" dedi tarık. kitap, bizim sınıftan çocukların yaptıkları renkli resimlerle yayımlandı.

günün birinde, hiç tiyatroya gidip gitmediklerini sordum öğrencilere. aslında bunu sormam o kadar anlamsızdı ki! çoğu okmeydanı'ndan çıkmamış, şişli'yi bile görmemişti. hemen şehir tiyatrosu'na koşup ergun köknar'ı yakaladım. ergun, tiyatronun yöneticilerindendi o sırada. alice harikalar diyarında'ya 44 davetiye verdi. o cumartesi bizim çocuklar oyunu izlediler. pazartesi günü de türkçe dersinde eleştirisini yazdılar. isteyen inansın; bazıları, bugün okuduğum çoğu eleştiriden daha güzel, daha çarpıcı, daha anlaşılırdı.

bir sabah gazeteyi açtım: dolmabahçe'ye italyan sirki gelmiş! çocukları götürmek istedim hemen. nerede! bir bilet 10 lira. 44 çocuk 440 lira eder! benim maaş 550 lira.

aklıma bir şey geldi. hürriyet gazetesine gidip baha pir'i buldum. "hiç sirke gitmemiş çocukları şu italyan sirkine götürsem bir röportaj yapar mısın?" diye sordum.

"yaparım" dedi.

doğru sirke.. italyan müdürün kapısına dayandım. "size hürriyet gazetesinde yarım sayfa röportaj!"

müdür keyiflendi.

"44 davetiye istiyorum." dedim.

davetiyeler geldi. "bir de otobüs.. çocukları getirip götürecek."

o da kabul! artık şımardım ya, beni kimseler tutamıyor.

"bir de palyaço" dedim. "gelip öğrencileri okuldan alsın."

"yarın otobüsle gönderirim." dedi müdür.

ertesi gün bir otobüs dayandı okulun kapısına. italyan palyaço da gelmiş. eyvah! ben ne yaptım! müfettiş okulda! karadenizli müfettiş.

benim öğrencilerden azmi geldi yanıma. "gel bak, öğretmenim" dedi. düştüm peşine, arka bahçeye çıktık. bir de baktım ki müfettiş, palyaçonun koluna girmiş, fotoğraf çektiriyor!

sirk inanılmaz bir serüven oldu çocuklar için. ama bir şey ilgimi çekti. palyaçolara herkes gülüyordu. benim öğrenciler dışında. onlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı. tel cambazları çıkınca da kahkahayı basıyorlardı.

palyaço nedir bilmiyorlardı. garip giysiler içindeki bu suratları boyalı adamları ilk kez görüyorlardı. cambazlar görününce de, daha önce köylerinde izledikleri, tel üstünde kurban kesecekken ansızın vazgeçip yanaklarına şiş saplamaya kalkan, şaklabanlık yaparak milleti kırıp geçiren adamları anımsıyorlardı herhalde.

bu arada bir de yenilik yapmıştık sınıfta. artık sabahları herkes okula gelmeden önce mutlaka bir gazeteye göz atıyordu. neredeyse hiçbirinin evine gazete girmiyordu. ama okmeydanı'ndaki tek gazeteciyle konuşmuştum; ona gidiyorlar, gazetelerden herhangi birini karıştırıp okula öyle geliyorlardı. isteyen, sınıfa daha önce gelebilir, masamın üstündeki gazeteleri okuyabilirdi.

ilk dersin başında soruyordum:

"bugün kimler gazete okudu?"

parmaklar kalkıyordu. herkes okuduğu bir haberi anlatıyordu sırayla:

"hindistan'da deprem olmuş. 300 kişi ölmüş."

"baş ağrısına yeni bir ilaç bulunmuş."

"ingiltere dışişleri bakanı türkiye'ye gelmiş."

bazıları da okudukları başlıkları aktarıyordu sadece:

"canavar adam yeğenini doğradı!"

"böyle şey olur mu?"

"böyle şey" neydi acaba? ne olmuştu? kim ne yapmıştı? onu bilmiyorduk. olsun! gazete okuma yolunda, minicik de olsa bir adım atılmıştı.

bir sabah yine sordum:

"bugün kimler gazete okudu?"

hiç parmak kalkmadı.

"ne o?" dedim. "gazete okumadınız mı?"

çocuklardan biri ayağa kalktı. "öğretmenim" dedi, "ramazan'da gazete okumak günahmış. dün akşam camide hoca söyledi."

"peki" dedim. "siz küme çalışması yapın."

gazetemi açtım. bütün ders boyunca aynı haberleri belki yüz kere okudum.

ertesi sabah, yüreğim gümbür gümbür, sordum:

"bugün gazete okudunuz mu?"

bütün parmaklar havaya kalktı.

o anda hangi ressam olsa, yüzüme bakarak mutluluğun resmini yapabilirdi.

şarlo şemsettin

zaman zaman dersi bir yana bırakıyorduk çocuklarla, sınıfta basbayağı çene çalıyorduk. havadan sudan, şark kahvesi'nden, minibüslerden, dikiş dikmeden, pencere silmeden, çöp kokularından, kaynakçılıktan, ayağa giyilen tokyolardan söz ediyorduk. edebiyattan. şiirler okuyorduk. tiyatrodan. ikişer üçer dakikalık oyunlar yazıp oynuyorduk. sinemadan. gördüğümüz filmleri anlatıyorduk.

1960'larda televizyonu ara ki bulasın. videonun ise adını bile duymamışız.

günün birinde, artık laf nereden döndü dolaştıysa, şarlo'dan söz ettim. birkaç filmini anlattım. çocuklarda bir merak.. "öğretmenim, filmi oynuyor mu? kasımpaşa'ya da gelir mi? gelse de gitsek.."

azmi kızdı:

"öğretmen ne diyor, dinlesenize! eski filmlermiş. oynamış bitmiş. nereden göreceğiz!"

o gün okuldan sonra ali dilber'e gittim. sekiz milimetrelik bir film oynatma makinesi vardı. onu ödünç aldım. sonra doğru sirkeci'ye. hemşehrim cemil cevizli'nin dükkanına. fotoğraf malzemeleri satıyordu cemil. sekiz milimetrelik sessiz filmler de kiralıyordu. elindekileri taradım, yedi sekiz tane kısa şarlo filmi buldum. hemen çantaya.

ertesi sabah sınıfta makineyi kurdum. filmlerden birini taktım. pencereleri kağıtlarla, örtülerle kapayıp odayı kararttık. sonra gelsin şarlo'lar.

kıyamet koptu. o gün dersleri bir yana bıraktık, akşama kadar şarlo seyrettik. kim bilir kaç kere. en çok da şarlo'nun itilip kakılmasını, horlanmasını, ezilmesini konuştuk.

daha sonra ali'nin makinesini birkaç kere daha alacak, çocuklara laurel-hardy'yi, harold lloyd'u, buster keaton'ı da tanıtacaktım.

ilk şarlo gösterimin ertesi günü derse başlayacağız. zil çaldı çalacak. kapı açıldı, şemsettin girdi. kısacık boyuyla sınıfın en azgınlarından biri. dudağının üstüne yanık mantarla şarlo bıyığı yapmış, kafasına, nereden bulduysa, bir fötr şapka geçirmiş. eline de bir sopa almış. yalpalaya yalpalaya yürüyerek, alkışlar arasında sırasına oturdu.

oturur oturmaz da kalktı. "öğretmenim" dedi. "ders başlayacak. gidip yüzümü yıkayabilir miyim?"

dersle eğlenceyi ayırmayı hepsi; ama hepsi biliyordu.

şarlo olarak çıktı, zil çalarken şemsettin olarak girdi.

ama o günden sonra adı şarlo şemsettin kaldı.

aradan birkaç hafta geçti. müfettiş geldi bizim sınıfa. karadenizliydi. çocuklara bağırmasıyla ünlüydü. dünya tatlısı bir adamdı aslında. şemsettin'i tahtaya kaldırdı. sorduklarını yanıtlamaya başladı şemsettin. doğru da yanıtlıyor. ama bizim müfettişin huyu böyle. doğru yanıt alsa da bağırıyor. bağırırken çaktırmadan bana göz kırpıyor, kıs kıs gülüyor. şemsettin sınıfın azgınlarından ya.. siniri bozuldu. kıpkırmızı kesildi bir ara. parladı parlayacak.

ön sıradan tülay yüreklendirmek istedi onu. "aferin, şarlo" diye fısıldadı.

fısıltıyı bizim müfettiş duymaz mı!

"şarlo da kim oluyor?" diye gürledi.

"efendim" dedi şemsettin, "şarlo.. sizin karşınızda biz oluyoruz."

müfettiş

ay'a ilk ayak basan kimdi? collins mi, armstrong mu, yoksa adını şimdi hatırlamadığım üçüncü astronot mu?

çocuklara bunu öğretmem gerekiyordu. 1960'larda, okmeydanı'nda, geceleri sinemada gazoz satarak, sabahları okula gelmeden kaynakçıda çalışarak evlerine ekmek parası götüren, beş dakika uzaklıktaki şişli'yi bile görmemiş öğrencilerime.

protein almaları için her gün et yemelerini söyleyecektim. yirmi beş kuruş için sınıf basan kadınların çocuklarına.

programı da, üniteyi de bir yana bıraktım, kendi bildiğim gibi ders vermeye başladım.

iki müfettişimiz oldu. ilki karadenizliydi. sevimli, babacan biri. bir gün beni yakaladı koridorda. "şimdi seni teftişe geliyorum." dedi.

sınıfa girdim. çocuklara, "bakın" dedim, "birazdan müfettiş gelecek. soru sorarsa gürültü etmeden parmak kaldırın."

arka sıralardan nihat ayağa kalktı. "öğretmenim" dedi, "kendisi laz'dır. biz onun konuşmasından bir şey anlamıyoruz. nasıl cevap verelim?"

ikinci müfettişimiz abdullah ön'dü. değil okula, mahalleye adımını atar atmaz bütün öğretmenler titremeye başlardı. sert, acımasız biri olduğu söylenirdi.

günün birinde ilk dersin ortasında kapı açıldı. müfettiş girdi. teftiş!

masama oturdu. "dersinize devam edin." dedi.

ettik. bir süre sonra kesti. "üniteye bağlı kalmıyorsunuz." neden çekineceğim! milli eğitim bakanlığı'na bağlı bir öğretmen değilim ki! yedek subayım. ne terfiyle ilgim var, ne sicille!

"dün akşam ne yediklerini sorar mısınız?" dedim. "ben bunlara her gün et yemelerini mi söyleyeceğim?"

"ama ünite.."

"üniteye bağlı kalırsam, her şeyi bir yana bırakıp ay'a ilk kimin ayak bastığını öğretmem gerekecek. bu çocuklar dördüncü sınıfta. daha okullarının adını bile doğru yazamıyorlar."

duvara asılı küçük kartonlardan birini indirdi. "bu ne?" diye sordu.

"haftanın öğrencisi listesi."

"ne demek yani?"

"her hafta çocuklardan birini haftanın öğrencisi seçiyor, ona bir armağan veriyorum."

"bu, en çalışkanları yüreklendirir; biraz geride kalmış olanları iyice yıkar."

"amacım o değil" dedim. "geride kalmış bile olsa, kendine göre en büyük aşamayı yapmış çocuğu haftanın öğrencisi seçiyorum. bakın, listedeki adlar her hafta değişiyor."

müfettiş biraz daha sıkıştırdı beni. "sınıfa cüneyt arkın'ları, yılmaz güney'leri getirmişsiniz." dedi.

"evet" dedim. "başlangıçta çocukların güvenlerini kazanmak istedim."

"biraz gelir misiniz?" dedi.

koridora çıktık. zılgıtı yiyeceğim!

beklediğim olmadı. "sizi kutlarım" dedi abdullah bey. "ben köy enstitüleri mezunuyum. keşke şu bölgede sizin gibi çevreye göre eğitim yapan birkaç öğretmen daha olsa.."

karşımda acımasız, aksi bir müfettiş değil, değerli bir eğitim adamı vardı. içimi mutluluk kapladı.

bir süre sonra yine bir dersin ortasında kapı açıldı. müdür daldı içeri. "müjde, ülkü!" dedi.

"ne oldu, müdür bey?"

"teşekkür aldın."

"ne teşekkürü?"

"milli eğitim müdürlüğü'nden. müfettiş rapor vermiş. istersen öğretmen olarak meslekte kalabileceğin de bildiriliyor."

aklım ermiyordu böyle şeylere. "bu teşekkür o kadar önemli mi?" dedim.

omzuma bir şaplak indirdi müdür. "yahu" dedi, "okul açıldı açılalı ilk teşekkürü alıyoruz."

ilk teşekkür.. gördüğüm kadarıyla, zeki öğretmeni de, adem öğretmeni de, öteki öğretmenler de kırk bin kere teşekkür alabilirlerdi. ama bu mesleği seçtiklerine göre, ellerini kollarını bağlayan o eğitim düzeninin dışına çıkamazlardı ki.. okmeydanı'ndaki çocuklara bol bol et yemelerini öğütlemek, armstrong'u, collins'i ezberletmek zorundaydılar.

azmi

azmi'yi anlatmam gerek. azmi karamustafa'yı. en ön sırada otururdu. altın gibi, aslanlar gibi bir yüreği vardı. haksızlıklara başkaldırır, zayıflara kol kanat gererdi. bu yüzden bir gece okmeydanı'nda koca koca adamlar tarafından tabancayla bile kovalanmıştı.

okulda ilk kışım. kar yağıyor. çocuklar geliyorlar. kiminin sırtında incecik, kolsuz bir kazak, kiminin ayağında plastik terlik.

bende onları giydirecek para ne gezer! 550 lira aylık alıyorum. gidip bir yerlerden dört çuval dolusu çocuk giysisi topladım, okula getirdim. azmi'yi aldım karşıma.

"sen hepsini tanıyorsun." dedim. "kime ne verelim, söyle bakalım."

teker teker ayırdı giysileri. "bu şemsettin'in olsun. kardeşinin ceketini giyip geliyor. şu kazak zeytin'e göre. şu paltoyu da nurgül'e verelim. o çok zayıf, öğretmenim, üşüyor."

giysileri öğrencilere dağıttık. ertesi gün bir geldiler sınıfa, hepsi pırıl pırıl. bir baktım, azmi'nin sırtında incecik bir hırka. kafama dank etti.

"yahu" dedim, "sana bir şey vermedik."

"ben üşümem, öğretmenim." dedi. "onların daha çok ihtiyacı var."

öğleden sonra gidip fiyakalı bir trençkot aldım azmi'ye. ertesi gün de zorla sırtına giydirdim.

çocuk kaçıran öğretmen

bir cumartesi son dersin ortasında kapı açıldı. bir adam başını uzattı. çıktım.

"ben azmi'nin babasıyım." dedi. "samsun'dan geldim. akşama gideceğim. izin verirseniz azmi'yi alıp biraz gezdireyim."

"tabii" dedim. "siz burada bekleyin; ben şimdi yollarım onu."

sınıfa gidip azmi'nin yanına gittim. "gözün aydın. hadi, toparlan da çık. baban gelmiş."

cümlemi yarıda kesti. bağırmaya başladı:

"ben o adamla gitmem! yine beni kaçırmaya geldi! ben burada çalışıp anneme bakıyorum! beni samsun'a kaçıracak!"

"peki, peki" dedim. "heyecanlanma. seni bırakmam."

koridora çıktım. azmi'nin babasına, "yazılı yapıyorum." dedim. "siz bahçede bekleyin. biraz sonra ders bitecek. bahçede istiklal marşı söylenecek. marştan sonra azmi'yi alıp gidersiniz."

"peki" dedi adam.

sınıfa girdim yine. azmi'yi, şemsettin'i, erdem'i, hüseyin'i yanıma çağırdım. masa başında hemen bir plan yaptık.

ders bitti. bahçeye çıkıldı. istiklal marşı söylemek için toplanılıyor. şemsettin, erdem, hüseyin başladılar bağırmaya:

"öğretmenim, öğretmenim, azmi arka kapıdan kaçıyor!"

öyle güzel oynuyorlar ki, neredeyse ben bile inanacağım! azmi'nin babası arka kapıya koştu hemen. ben de koridorda bekleyen azmi'yi kolundan yakaladığım gibi ön kapıya götürdüm, kasımpaşa minibüsüne attım. beş lira tutuşturdum eline.

"bana bak" dedim, "gir bir sinemaya, akşama kadar da çıkayım deme."

"sağ ol, öğretmenim."

öğretmen-öğrenci değildik artık. iki dosttuk. bu dostluk azmi okulu bitirdikten, ben öğretmenlikten ayrıldıktan sonra da sürdü. azmi'yi tarık dursun'un yanına çıkarak olarak verdim. galatasaray'daki kitabevini kısa sürede o yönetir oldu. daha sonra da kendi işini kurdu.

hastane

okuldaki öteki öğretmenler de, benim gibi, 550 lira dolaylarında maaş alıyorlardı. sürekli geçim sıkıntısı içindeydiler.

bu yüzden, günün birinde bir öğretmen çıldırdı.

dersin ortasındayım. ansızın kapı açıldı. öğretmen daldı içeri. bir garip bakıyor.

ben "ne işi var burada?" diye düşünürken müdür belirdi arkasında. hikmet bey. kaş göz işaretleri yapıyor. "idare et" gibilerden.

öğretmen yanıma geldi. bana baktı bir süre. sonra çocuklara döndü:

"söyleyin bakalım, atatürk'ün akrabasının adı nedir?"

durumu kavradım. "daha o konuya gelmedik, hocam." dedim. koluna girdim. "hadi, bir çay içelim seninle."

aldık öğretmeni, müdürün odasına götürdük. o arada öteki öğretmenler de geldi. müdür bir yerlere telefon etti. cankurtaran istedi. biraz sonra öğretmeni bakırköy'e kaldırdık.

birinci sınıfa ders veriyordu sanırım. ayağa kalkmış birdenbire. çocuklara "siz de kalkın, tek sıra olun." demiş.

çocuklar tek sıra olmuşlar. öğretmen, hepsinin önlüklerindeki düğmeleri koparmaya başlamış. birer düğme bırakıyor, bir yandan da söyleniyormuş: "adam olana tek düğme yeter!"

öğrencilerin ağlamalarını müdür duymuş. sınıfa koşup öğretmeni çıkarmış. koridorda öğretmen, hikmet bey'in elinden kurtulup benim sınıfa dalmış.

aylarca hastanede kaldı.

öğretmenlerden biri de, geçim sıkıntısı yüzünden, geceleri taksi şoförlüğü yapıyordu. sessiz, dünya güzeli bir adamdı.

bir sabah evde gazeteyi açtım. ilk sayfada onun fotoğrafı. gece, müşteri olarak binen iki sarhoş tarafından vurulmuş. kurşun ensesinden girip yanağından çıkmış. komada. (hemen belirteyim: bir mucize oldu, arkadaşımız iyileşti.)

okula koştum. öğretmenlerin çoğu gelmiş. herkes bu olayı konuşuyor. müdür "hastaneye gidelim." dedi.

aşağı inip iki taksi çevirdik. on öğretmen iki arabaya dolduk. önde müdürün bulunduğu araba, arkada biz, taksim'e, ilkyardım hastanesi'ne yollandık.

yol bir ara tıkandı. bizim araba, ilk arabadan beş dakika sonra vardı hastaneye. indik. müdürün suratı beş karış.

"içeri almıyorlar." dedi. "yasakmış."

hastayı görmeyeceğiz ki! doktorla konuşup çıkacağız.

olsun. almıyorlarmış!

"gelin peşimden" dedim. önde ben, arkada dokuz öğretmen, kapıya yöneldik.

hiçbir şey düşünmüyorum o anda. aklımdan bir şey geçmiyor. ne yapacağım, bilmiyorum.

kapıya geldik. dev gibi bir hademe bizi durdurdu:

"giremezsiniz. yasak."

elimi cebime attım. bir kart çıkarıp hademenin burnuna uzattım.

hademe karta baktı, bana bir göz attı. hemen hazırola geçti.

"buyrun."

on kişi içeri daldık. koridorda zeki öğretmen, "yahu, ülkü" dedi. "ne kartıydı o?"

gösterdim. bir kahkaha attı. ötekiler de başladılar gülmeye. sanki komadaki bir arkadaşı görmeye değil de, istanbul tiyatrosu'na gelmişiz, toto karaca'yı seyrediyoruz!

gülmekte haksız da değildik hani. gösterdiğim kart, sinematek derneği üyelik kartıydı çünkü.

teknik direktör

öğrencilerin güvenini, ders dışı yollarla da olsa sağlamıştım ya, her şey yoluna girmişti artık. keyif içinde sürdürüyorduk dersleri. "öğretmen korkusu"nun yerini "öğretmen sevgisi" almıştı. çocuklardaki değişiklik, elle tutulurcasına somuttu neredeyse.

ders araları da keyifliydi. hava güzelse sınıflar arası futbol maçları yapılıyordu. maçlar da ne maçlar ya! top nerede, herkes orada! bizim sınıf hep yeniliyordu. daha doğrusu yeniliyormuş. benden önce.

eric batty'nin modern futbol kitabını çevirmiştim. buldum ya 10-11 yaşında çocukları, antrenörlük yapacağım tuttu. bir ders arasında topladım öğrencileri, maç sırasında yapmaları gereken şeyleri en basit şekilde anlattım.

benim taktik dersinden sonra ilk maçımız, okulun en güçlü sınıfıylaydı. "korkmayın" dedim, "öğrendiklerinizi uygulayın, yeter."

maç başladı. inanılmaz şey! ben ne söylediysem yapıyorlar. artık topa koşmuyorlar, boş alanlara kaçıyorlar. pas veriyorlar birbirlerine. karşı takımı 5-0 yendik. ben de çocukların gözünde "milli takımın başında bulunması gerekirken okmeydanı'nda heder olan bir teknik direktör" olup çıktım.

yedek subay öğretmen

okulda bir yedek subay öğretmen daha vardı: mehmet taneri. günün ünlü pop şarkıcılarından biriydi. ne yalan söyleyeyim, önceleri uzak durmuştum ondan. ama kısa sürede kendisine kanım ısındı. dost olduk.

başlangıçta "canım, ne olacak işte" diyordu. "arada bir gider geliriz, askerliği tamamlarız." çocukları tanıdıkça öğretmenliğe daha sıkı sarıldı, kendini öğrencilerine adadı. şarkıcılığı bile bir yana bıraktı. mehmet'in ne kadar değiştiğini, ne kadar başarılı olduğunu düşünüyorum da, "yedek subay öğretmenlik" kurumunun neden kaldırıldığına akıl erdiremiyorum.

röportaj

günün birinde, iki ders arasında bir yazarla karşılaştım koridorda. tanışırdık. öykü yazıyordu. bir ara dergi bile çıkarmıştı. elinde fotoğraf makinesi, gazetecilik yapıyordu şimdi.

beni görünce şaşırdı. "sen ne arıyorsun burada?" diye sordu.

"ders veriyorum." dedim. "asıl sen ne arıyorsun?"

mehmet taneri'yle röportaj yapmaya geldiğini söyledi. "senin de çocuklarla bir fotoğrafını çekeyim." dedi.

sınıfa girdik. bir iki fotoğraf çekti. sonra çıkıp gitti.

iki gün sonra gazeteyi bir açtım ki.. benimle yarım sayfa röportaj!

hey yarabbim! ben neler yapmamışım, neler söylememişim!

sınıfta öğrencileri sıralarına oturtmuyormuşum. yeni bir yöntem bulmuşum! çocuklar beş altı masanın çevresine kümelenmişler. böylece, pencereden giren gün ışığı herkese eşit dağıtılıyormuş. milli eğitim bakanlığı benim bu yöntemimi inceletmeli ve bütün okullarda uygulanmasını sağlamalıymış!

bunları okudukça her yanımı soğuk ter bastı. sınıflarda bizim zamanımızdaki düzen ne gezer! öğrenciler, küme çalışması yapmak için masaların çevresine oturuyorlardı. öğretmenliğe başlayıncaya kadar bundan haberim bile yoktu benim.

sorsaydı söylerdim. "benim icadım değil bu. bütün sınıflarda böyle artık." derdim. sormadı ki. merhaba, merhaba, o kadar. iki üç kare de fotoğraf.

hemen cağaloğlu'na fırladım. o yazarı arıyorum öfkeyle. yılmaz güney'in cezaeviyle tanışmasında, ernesto casalini adlı italyan şarkıcının sınır dışı edilmesinde de eşsiz katkıları vardı. onların da öcünü alacağım! bizim antep usulü bir kötek çekeceğim ki, feleğini şaşıracak! ertesi gün gazetelerde fotoğrafımız çıkar. ama hakkıyla, doğrusuyla çıkar hiç olmazsa.

bulamadım kendisini. o günden bu yana da görmedim. kimsenin pek rastladığı yokmuş zaten. son görüldüğünde, hapisteki solcu gençlere verilmek üzere yayınevlerinden topladığı kitapları satıyormuş.

üç kişilik örgüt

dördüncü sınıfı okutuyordum. ders yılı sonunda bir gün koridorda beşinci sınıf öğretmenlerinden birine rastladım. ağlamaklıydı. "ne oldu, hoca?" diye sordum.

"benim öğrencilerden biri kaza geçirmiş. hastanede."

"kötü mü durumu?"

"yok. yakında iyileşecek."

"üzülme öyleyse." dedim.

"üzülme olur mu?" dedi. "gitti kızın bir yılı. iki gün sonra sınavlar başlıyor, giremeyecek. bütün dersleri pekiyi. sınıfın en çalışkan, en zeki öğrencisiydi. sınavlara giremeyince de sınıfta kalacak. yazık. önümüzdeki yıl sen okutursun artık."

sen beş yıl çalış, o yokluklar, yoksulluklar içinde pırıl pırıl bir öğrenci ol, sonra durup dururken bir kaza geçir, tam diplomanı alacakken gitsin bir yılın! olacak iş değildi.

"kız diplomasını alacak." dedim. "sen bana bırak."

iki gün sonra benim çocuklardan birini yakaladım, beşinci sınıf yıl sonu sınavlarının yapıldığı odanın kapısına götürdüm. "bekle burada." dedim.

içeri girdim. bizim öğretmen orada. öğrenciler de. bir başka öğretmen de "mümeyyiz" olarak gelmiş. yanına gittim. "hoca" dedim, "benim işim yok. sen git istersen. yerine bakarım."

"hay sen çok yaşa" dedi hoca. çekti gitti.

benim öğrenciyi sınıfa aldım. arka sıralardan birine oturttum. sınav kağıtları dağıtıldı. kağıda kaza geçiren kızın adını yazdırdım. sonra yanıtları.

yaptığım düpedüz sahtekarlıktı. ama küçük bir kızın yaşamından pisi pisine, göz göre göre bir yıl çalınmasına da yüreğim elvermiyordu.

benim öğrenci bütün sınavlara girdi. kaza geçiren kız da sınıfını geçti, mezun oldu.

beşinci sınıf öğretmeninden, benden, bir de benim öğrencimden oluşan "üç kişilik örgüt"ün "operasyon"u başarıyla tamamlanmıştı.

on gün kadar sonra müdürün, hikmet bey'in odasında oturuyordum. üstü başı perişan bir adam girdi içeri. "müdür bey" dedi, "bizim kızın durumu ne olacak? şimdi ne yapacağız?"

"nedir kızının adı?" dedi hikmet bey.

adam söyledi. kaza geçiren kız!

müdür birtakım kağıtlar çıkardı, baktı. "tamam" dedi. "sınıfı geçmiş. diplomasını alacak."

"nasıl olur?" dedi adam. şaşırmıştı.

"nasıl oluru var mı? mezun olmuş işte."

"ama imtihanlara giremedi ki.."

"girmiş. kağıtları burada."

"hastanedeydi.."

hikmet bey kızdı. "sen manyak mısın be adam? hepsinden pekiyi almış!"

"ama.."

ayağa fırladım. koluna yapıştım adamın. "gel biraz" dedim, dışarı çıkardım onu.

koridorda her şeyi anlattım. o kasketli, pantolonu yamalı adam birdenbire boşandı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. bir yandan da ellerimi öpmeye çalışıyor, "allah senden razı olsun, hocam." diye hıçkırıyordu.

ödüllerin en büyüğü

bir buçuk yıllık öğretmenlik serüvenimin sonuna gelmiştim. terhis olacaktım. (bizim dönem yedek subay öğretmenleri, askerlik eğitimi yapmadan okuldan terhis oldu). işin kötüsü, aylardan marttı. okulun kapanmasına iki ay vardı daha. dördüncü sınıftan aldığım öğrencilerimi beşinci sınıfa getirmiştim. mezun edecektim onları. daha doğrusu, edemeyecektim. tezkere gelmişti.

müdüre, "yeni bir öğretmen atayacaklar mı yerime?" diye sordum.

hikmet bey yanıt vermedi.

"bu çocuklar ne olacak peki?"

"bilmem" gibilerden boyun büktü.

"peki" dedim, "ben öğretmenliği sürdüreyim. para mara istemiyorum. yeter ki çocukları mezun edeyim."

bildiniz! "mevzuat hazretleri" çıktı karşımıza.

aklıma bir şey geldi. milli eğitim müdürlüğü'ne koştum. "müfettiş raporu var." dedim. "dilersem bu meslekte kalabilirmişim. öğretmenliği sürdürmek istiyorum."

dosyamı açıp incelediler. "doğru" dediler. "meslekte kalabilirsiniz. ama bunun işlemleri birkaç ay sürer. yaz sonuna doğru öğretmen olabilirsiniz."

yaz sonuna doğru! benim derdim sınıfımı öğretmensiz bırakmamak.

okula geldim. müdürle konuştuk. tamam! hiç olmazsa arada bir "çaktırmadan" geleceğim, çocuklar yalnız kalmayacak.

ayrılık günü. öğrencilerimle vedalaşacağım. ne mümkün! hepsi hüngür hüngür ağlıyor.

"yapmayın" diyorum. "bakın, sık sık geleceğim buraya."

dinleyen kim! kapının önüne yattılar. üst üste. bir tepecik oluşturdular. hem ağlıyorlar, hem dövünüyorlar. beni bırakmıyorlar.

çantamı, paltomu masaya koydum. "bunlar kalsın. birazdan döneceğim." dedim.

sınıftan çıktım. doğru müdürün odasına.

"ağlıyorlar. bırakmıyorlar beni." dedim. "ne yapayım?"

hikmet bey celallendi. "ben şimdi sustururum onları!"

"aman" dememe kalmadı, öfkeyle odadan fırladı. ben de peşinden seğirttim. ya şimdi iki tokat patlatırsa bir öğrenciye?

müdür sınıfın kapısını açıp içeri daldı. ağlayan çocuklara baktı bir süre. bir şey diyecekti, diyemedi. yutkundu. yutkundu. "ulan.." diye mırıldandı. sonra birdenbire boşandı, o da başladı hüngür hüngür ağlamaya.

yıllar sonra milliyet yayınları'ndaki odamda oturuyordum. üç genç girdi içeri. benim öğrenciler! okmeydanı'nda kısa pantolonla dolaşan, kendilerini tanıdığımda "hayallerindeki meslek" sınırı ancak şark kahvesi'nde garsonluğa kadar uzanabilen çocuklar. pırıl pırıl birer delikanlı şimdi.

teknik üniversite'de okuyorlarmış. mühendis olacakmış üçü de. eski günleri andık, şakalaştık.

ayrılırken boynuma sarıldılar.

biri "hocam" dedi, "siz olmasaydınız biz bugün çok başka yerlerdeydik."

yaşamım boyunca aldığım en büyük ödüldü bu.