orhan kemal
servise alınalı üç ay olmuştu. ufak tefek bir adamcağızdı. kupkuru yüzünü kırmızı kırmızı sivilceler kaplamıştı. mor çukurlarına gömülmüş ufacık gözlerini herkesten kaçırır, göz göze gelmekten ödü kopardı. keşfedilmekten korkan, kaçak bir suçluydu sanki.
işi kara kaplı, çok yapraklı kocaman defterdeki sıra sıra rakamları toplamaktı. her sabah bütün memurlardan önce gelir, akşamları da herkesten sonra paydos ederdi. sigara, çay, kahve içtiği görülmemişti. öğleyin herkes yemek paydosuna çıktıktan sonra rahlesi gerisine siner, sabahleyin evden getirdiği peynir-ekmeğini mit mit yiyerek, birtakım rakamları toplamaya koyulurdu.
bütün memurlar onu orada, servisin alacakaranlık köşesinde unutmuşlardı. hatırlanmaya hevesi de yoktu zaten. unutulmaktan memnun, çalışır dururdu. birinde odacıdan su istemişti. öteki memurlara "emredersiniz"le koşan odacı, "ayakların kirada değil ya. kalk iç!" karşılığını vermiş ve homurdanmıştı. "kendini fasulye gibi nimetten sayıyor."
gün geldi, bu küçük memurun sırtındaki pardösü fiskosa vesile oldu. yıllık bilanço hazırlıklarında sabahlara kadar çalışıldığı, defterikebir ve muavin hesapların aktif ya da pasiflerinde kuruşların aranmaktan yorulunduğu, demli çayların höpürtüyle içildiği anların alaylı kahkahaları hep bu pardösü içindi.
memurlar şöyle laf atarlardı:
"demek pardösüler kirlendikçe.."
"değerlenir."
"ne biliyorsun?"
"ben senin gibi cahil miyim? en son modayı takip ediyorum."
küçük katip kulak memelerine kadar kıpkırmızı kesilir ama cevap vermezdi.
yılbaşı geçti. şubat, mart, nisan, mayısla beraber havalar ısındı. haziranda ceketler atıldı. hatta atlet fanilalarıyla çalışanlar oldu. ama küçük kâtip, kıştan bu yana büsbütün kirlenip çamur rengini alan pardösüsünü sırtından çıkarmadı. haziranda hâlâ sırttan çıkarılmayan bu kirli pardösü, fabrikada günün konusu oldu. atölyelere yayıldı. ustalar, şefler, atölye katipleri birer vesileyle servise gelip kirli pardösüyü ve müthiş sıcakta onu hâlâ sırtından atmayan ufacık adamı sıkıntıyla seyrettiler, sonra da bastılar kahkahalarını.
küçük kâtipte sabır inat derecesindeydi. niçin geldiklerini, neye kahkaha attıklarını biliyordu; biliyordu ama, ne olur bir günden bir güne başını kaldırıp baksın! hayır, bakmıyordu. kulak memelerine kadar kızarıyor, yutkunuyor, sık sık unuttuğu eldeler yüzünden toplamaya yeniden başlıyor, sıkıntısından, yüzündeki sivilceler kıpkırmızı kesiliyordu.
kirli pardösü nihayet umum müdürün kulağına gitti.
iriyarı, dev gibi biri olan umum müdür, "ne?" dedi, "pardösüyle mi oturuyor? bu çatır çatır sıcakta ha?"
"evet" dediler, "pardösüyle oturuyor. hem de tekmil düğmeler baştan aşağı ilikli!"
umum müdür servise geçti. bir tarafta gömlek, hatta atlet fanilalarıyla çalışanlara karşılık, kâtip pardösüyle çalışıyordu gerçekten de.
yanına gitti.
"evladım" dedi, "bu sıcakta herkes atlet fanilasıyla çalışırken, sen pardösüyle oturmaktan sıkılmıyor musun?"
koca servis safi kulak kesilmişti. kalemler bırakılmış, gözler küçük kâtibe çevrilmişti. o gene kulak memelerine kadar kıpkırmızı, usulcacık ayağa kalkmış, umum müdüre azapla bakıyordu. bir ara gözleri umum müdürün omzu üzerinden karşı duvarda asılı duran atatürk'ün büyük boy fotoğrafına gitti: büyük üniforması içinde, mavi gözleriyle gülümsüyordu.
umum müdür, "çıkar şu pisliği!" diye bağırdı.
"?.."
"leş gibi de kokuyorsun. yıkanmıyor musun sen?"
küçük memur fırtınaya tutulmuş gibiydi. gözleri kararıyordu. içinde, içinin ta derinlerindeki karanlık cıva ağırlığı dalgalı bir deniz gibi hırçınlaşıyordu.
"çıkar şunu diyorum sana!"
küçük memur silkindi, umum müdürle göz göze geldi. sonra titreyen parmaklar kesik düğmeleri hınçla çözdü; geniş bir davranış. pardösü çıktı: altta ne gömlek vardı ne fanila. daracık, kupkuru, ipince bir vücut, fırlak omuzbaşları ve tahta gibi bir göğüs.
umum müdürün yüzü karıştı. söylediğine pişman, sordu:
"ne maaş alıyorsun sen?"
öfkeli bir ses karşılık verdi:
"25 lira!"
"eline ne geçiyor?"
"on dokuz doksan beş."
"evli misin?"
"evliyim."
"çoluk çocuk?"
"üç tane."
umum müdür sendeledi. sonra içini çekerek, "peki evladım, giyin!" dedi.
küçük kâtip boşalmış bir rahatlıkla ağır ağır giyindi, düğmeleri hep o ağırlıkla ilikledi. ama yerine oturmadı. ne umum müdür, ne katipler ne de muhasebeci. servisten çıktı gitti.
büyük üniforması içindeki atatürk'ün tatlı mavi gözleri yaşarmıştı. içini çekti ve iki eliyle yüzünü kapadı.
yanı başındaki takvim 1936 yılının 15 haziran'ını gösteriyordu.