10.01.2009

maddeleşmiş güvensizlik

hasan ali toptaş

aylardır görmediğim halde çok iyi biliyorum ki, salonda adım atılacak yer yoktur. iki duvarın dibi pembe koltuklarla doludur gene; önlerinde, birkaç cam sehpa vardır; onların üstünde de tozlu danteller, küllükler, camgöbeği bir şekerlik, unutulmuş kalemler, fesleğen saksısı ve insana aslında her şeyin ne denli küçük olduğunu düşündüren minicik minicik biblolar.. öteki duvarı boydan boya, o hantal vitrin kaplamıştır; ortasında aylardır tamir ettirilemeyen yorgun bir televizyon vardır, onun solunda renk renk yapma çiçekler, küçük viski şişeleri, boş parfüm kutuları, uçları bile isteye sarkıtılmış gevşek danteller, sonra çiçek sepetiyle bir prenses, onun karşısında serenat yapan al kuşaklı bir prens ve onların ötesinde kırmızı ibikli hırçın bir horoz, sonra gürgenden yontulmuş, derilerinde kum ürpertisi taşıyan upuzun bir deve katarı.. televizyonun sağındaysa, tepe tepe kullanılma hasretiyle dolu kristal kadehlerle kırmızı desenli beyaz fincan takımları.. yukarıya baksan salkım salkım bir avize, köşeye yürüsen yusyuvarlak bir masayla çevresinde mürit sessizliğiyle bekleyen pembe kadife kaplı altı sandalye.. onların yanında da, oraya buraya dağılmış kasetler..

bunca ıvır zıvırın benimle bir ilgisi yok aslında; birbirimize, yalnızca görüntülerimizle bağlanıyoruz. birbirini görmeyen görüntülerimizle. bunun ötesinde bir alışverişimiz de olamaz zaten; çünkü onlara gece gündüz karım hükmediyor. her dediği yapılmış ve her dediği yapılacak gururlu bir komutan gibi, burnunu havaya kaldırıp dimdik yürüyor onların arasında. gizli bir sevda taşıyor ya da onlara karşı, benim yatağa çivilenip kalışımdan bu yana artan, gizli ve güçlü bir sevda..

evliliğimizin ilk yıllarında böyle bir tutkusu yoktu oysa; çarşı pazar dolaşarak arkadaşlarından işittiği ya da bir yerlerde görüp heveslendiği eften püften şeylerin peşinden koşmazdı. o zamanlar, birlikte hafta sonu gezilerine çıkar, konuşa konuşa kentin bir ucundan bir ucuna yürür, o kitapçı senin bu kitapçı benim, bıkıp usanmadan saatlerce dolaşırdık. belediye zabıtalarının inanılmaz bir gaddarlıkla sokaktan sokağa sürdüğü kaldırım kitaplarının peşinden koşarak, "seç: 1000-tl." tabelasının çevresine yığılan ve bilirbilmezlerce karıştırıla karıştırıla büsbütün yıpranan, yıprandıkça da kabarıp kalınlaşan kitapların içinden daha önce arayıp da bulamadığımız ya da pahalı olduğu için dükkanlardan alamadığımız kitapları tek tek seçerdik. işbirliği yapmış iki kitap kurdu gibiydik.

akşamlarıysa, şiir okurduk. buhurdanlıkları eksik, alacakaranlıksız ve müritsiz bir tapınma törenine benzerdi şiir saatlerimiz. sessizce, hiç konuşmadan karar verir, yine aynı sessizlikle hazırlanır ve dalgalanışlarını durup dinlenmeden erteleyen kocaman bir sessizlik denizinin ortasında, yavaş yavaş kendi derinliklerimize doğru çekilirdik. ben okumaya başlamadan önce, çevremizde uçuşan sinekleri bile sustururdu karım; sonra gelip karşıma oturur ve suya dalacakmış gibi derin bir nefes alırdı. yemyeşil gözlerini iri iri açarak öyle güzel, öyle derin ve öyle dalgın dinlerdi ki sesimi, kimi zaman şiiri mi yoksa onun yüzünü mü okuyacağımı bilemezdim. onun da o anda kaç şiiri birden dinlediğini düşünürdüm sürekli. kuşkusuz, üç şiiri birden dinliyor derdim; bir benim okuduğumu, bir sesimle yüzümün oluşturduğunu, bir de düşlediğini..

şu anda evimizi tıka basa dolduran eşyalar, üç şiirli akşamlarımızdan daha önemli değildi o zamanlar. hatta, cebimizde az çok para bulunmasına, fahir ağabey'in istediğimiz yerden istediğimiz kadar eşya alabileceğimizi söylemesine ve çevremizdeki her kafadan ayrı bir ses çıkmasına karşın, oldukça basit, hafif ve gerekli şeylerle döşemiştik evimizi. eşyaya zerre kadar önem vermiyormuş havalarına bürünen ablasının aylar öncesinden çarşaf çarşaf listeler yaparak hazırlandığı, annemin kara kara düşündüğü ve babamın üst üste mektup yazarak benden üç aşağı beş yukarı bir rakam sorduğu ve herkesin uzaktan uzağa merakla beklediği düğün alışverişi, benim ve karımın çabalarıyla ancak birkaç saat sürmüştü. kaleiçi'ndeki mağazalardan satın alınan küçüklü büyüklü gezer sehpaları, birkaç portatif yatağı, bir iki iskemleyle bir oval masayı, bir açılır kapanır kanepeyi ve bir iki postla bir iki battaniyeyi yüklediğimiz kamyonet, içimizden geçenleri okumuşçasına pek gürültü çıkarmadan, taş döşeli sokaklardan eve getirmişti bizi ve bir solukta her şeyi taşıyıp yerli yerine yerleştirmiştik. evin hemen hemen her köşesinde bir yer açmıştık birlikteliğimize, bakışlarımıza ufuklar, adımlarımıza geniş geniş ovalar bağışlamıştık.

her şey nasıl oldu da değişti ve ben bu değişikliği neden yıllar sonra fark edebildim, anlamıyorum. görmem gerekirdi oysa; dünyamı daraltan, özellikle de içimdeki o silik hayvanın hareketlerini sınırlayan bunca eşya, akşam karanlığında gürül gürül gürüldeyen kocaman bir kamyonla getirilmemişti kapımıza; kimi ikindi tenhalığında, kimi öğle aralığında, kimi de hafta sonlarının o uyuşuk boşluğunda, tek tek taşınmıştı. karımın bana, başkalarına ve kendine duyduğu güvensizliğin karşılığıydı hepsi. maddeleşmiş güvensizlikti. kuşkusuz, aldığı her eşya onun içindeki bir gediği kapatıyordu ve kimbilir ne zaman açılmıştı o gedikler, kimler açmıştı, nasıl açmıştı ve kimbilir kaç yıldan bu yana serin rüzgarlar geçiyordu oralardan? bunları bilemezdim tabi, belki kendisi de bilmiyordu; bir sokağa onlarla bakmak, bir sokağı onlarla yürümek olağanlaşmıştı gözünde. bu yüzden, eşyaları neden satın aldığını da düşünmüyordu. yalnızca satın almak önemliydi onun için, sahip olmak, sahip olmayı sonsuza dek tekrarlamak, sahip olduğunu bilmek ve sahip olduğu şeylere sabah akşam dokunup durmak önemliydi. bana öyle geliyordu ki, neleri ne kadar aldığını bile unutuyordu kimi zaman. mutfak lavabosunun altındaki karton kutular, başı kopmuş heykelcik, etamin, termometre, çay tabağı, fincan takımları ve oraya buraya mıknatısla tutturulan sebze meyve süsleriyle doluydu. sehpa takımlarının sayısı dörde çıkmıştı durup dururken, kullanılmayan avizelerle sessizce duvarlardan indirilen resimlerse, kanepelerin altında sürünüyordu.

her şeyi kavrayıp tıkış tıkış bir salonda içimde soluk alıp veren o sinsi hayvanla birlikte şaşkınlıktan yarı açık ağızla dikilip kaldığımda, iş işten geçmişti. daha ilk karşılaşmamızda, karımın günün birinde böyle bir insana dönüşeceğini sezemeyişime içerlemekten başka yapılacak bir şey yoktu; çaresiz, bugünü dünden göremeyenlerin acısını çekecektim. içinde bulunduğum koşulların yırtıcılığına kapılıp da eşyaları tek tek kapının dışına fırlatmak hiç de akıllıca bir iş değildi. kaldı ki, onlar da yalnızca eşya değillerdi zaten; onlar, karımın beynine kök salan tutkunun eşya görünümüne bürünerek evimizin orasına burasına dağılışıydı, kokusuydu o tutkunun, dumanıydı, sisiydi ve giderek genişleyen, kalınlaşan ve kendisini yaratanla birlikte benim de üstüme çöken karanlığıydı..

"sahip olma duygusu ruha yüktür." demiştim daha sonra.

o da, pencere kenarlarında birer osmanlı nöbetçisi gibi dikilen beli sırma kuşaklı perdeleri tutup yüzüme doğru öfkeyle savurarak, benim hala kasabalı olduğumu, yalın ve basit bir yaşam tarzına alıştığım için gözlerimin, aklımın ve ruhumun zengin görüntülere bir türlü katlanamadığını söylemişti.

eşyalar konusunda bir daha hiç tartışmamıştık; o hangi vitrinde ne gördüyse, karınca gayretiyle eve taşıyıp salonu ve odaları daraltmayı sürdürmüştü. bense, bir yandan, başka konularda çıkacak kavgaların temelinde gene eşyaların yer alacağını düşünürken, bir yandan da, artık öteki kadınlardan pek farkı kalmayan karımın, evlendiğimiz yıllarda kısa bir süre için çizgidışı yaşayarak beni gafil avladığına inanmaya başlamıştım.