30.04.2008

uzun lafın kısası

voltaire:
 gelecek kuşaklar ayrıntılara tümüyle kördür.


emerson: bir ulus ne zaman yurtseverlik çığlıkları atmaya başlar; hemen aklıma ellerinin temizliğini, ruhunun aklığını araştırmak gelir.

georges bataille: hakikatin bizim üzerimizde hakları vardır. hatta üzerimizde tüm haklara sahiptir.

karl marx: insanların yaşayışını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal yaşama biçimleridir.

hakan günday: yaşayarak intihar etmeyi seçenlere yardım edilemez.

mario vargas llosa: öğrendiğim bir şey varsa o da insanoğlundan daha kan dökücü bir canavarın var olmadığıdır.

alain de botton: erdemli duygular, acının bereketli topraklarında kendiliğinden gelişir. 

nilüfer kuyaş: yaratıcılığımızı uyandıran herkes, içimizde çeşitli şekillerde yaşamaya devam eder. dünyadaki en önemli ölümsüzlük budur.

wilhelm reich: halkın cinsel mutluluğu genel toplumsal güvenliğin en iyi güvencesidir.

spinoza: devlet, insanın doğasına aykırı gelen biçimlerde hareket ediyorsa onu yıkmak o kadar da kötü bir şey değildir.

jose saramago: okumak her zaman azınlık içindi, her zaman da öyle olacak.

vladimir makanin: hepimiz toprakta olacağız. tabut ya da kutularda. ölüler susar. çürüme ve küldür payımıza düşen.

28.04.2008

tahkikat komisyonu

vedat türkali

tahkikat komisyonu da yasalaşıyor. ulan alçaklar!.. bir gün bu taksim alanı, bütün alanlar, yollar, fabrikalar, görürsünüz siz ulan!.. yalan var mı tarihte? konya gerici ha?.. bizim halk mı gerici?.. yüzünüze gülüyor şimdilik. çeşme, yol filan yapıyorsunuz. cami, mami.. gün gelecek..

1960'ın nisan'ına da varıldı, iyiden iyiye sallanıyordu türkiye. taa derinlerden geliyordu titreyiş. muhalefet, partilerden, parlamentodan çoktan taşmıştı, yığınlardaydı. uzak yol kamyon şoförlerinin, dolmuşçuların ağzındaydı kentlerde; ana avrat sövgülerindeydi. şoförün ağzına düştün mü türkiye'de bittin. türkü etmişti herif cezaevinde candarma kulübesine karşı: avrat dedin mi, hamiyet yüceses, oğlan istersen adnan menderes!.. halkçı mısın, demokrat mısın? görünen buydu. başka şey de görülsün istemiyorlardı ya, kötü kapışmışlardı. bastırdıkça bastırıyor demokratlar.

chp milyoneri vehbi koç'u kırk yıllık partisinden ayırdılar. tanrı şaşırtmasın!.. yasalar uygulanmıyormuş, asıl nedeni buymuş derdin; partizanlık sarmış her yanı. ispat hakkı, çifte meclis, bir de özgürlük diyordu muhalefet. mart sonunda, kayseri'de, yeşilhisar'da, vilayete zorla girdiler diye chp'liler üstüne ateş açıldı, 17 kişi yaralandı. mart ayı bütün dertlerini bırakıp ramazan bayramı ile çekip gitti.

2 nisan'da inönü kayseri'ye vardı. trenini himmetdede'de durdurdular. olay büyüdü. bir sürü kavga, gürültü.. üç saat sonra yolu açtılar. kayseri'ye girebildi inönü. ertesi günü yapılacak kayseri chp il kongresi'ni yasakladılar. inönü, yeşilhisar yoluyla ankara'ya dönecekti. incesu'da dokuz saat bekletildi inönü. sonunda kente sokmadılar. yeşilhisar yolundan ankara'ya döndü. ordu da için için kaynıyor, diyenler vardı ya, söyleyenin de, dinleyenin de inanacağı gelmiyordu pek. fısıltı gazetesi başladı mı millette laf mı eksik?.. yalnız, kayseri olaylarında, ordunun politikaya karıştırılmasından üzüntüye düşen bir kurmay albayla bir kurmay binbaşının emekli edildiğini yazdı gazeteler.

daha ocakta menderes, muhalefetin zorbalık yoluna saptığını, dünyayı başlarına yıkacağını söylüyordu. chp 11 gensoru önergesi vermiş, hemen hepsi geri çevrilmişti. "gideceksiniz" diyordu inönü. nasıl gideceklerdi?

hükümetin -demokratların- kışkırtmalarla gizli oyunlar peşinde olduğu söylentileri yaygındı. 6-7 eylül'ü komünistlere yıkmaya çalışmadılar mı? binlerce kişiyi tutuklamışlardı suçsuz; belli ki iyice kötüye götüreceklerdi işi. bereket mecliste inönü bozmuştu oyunlarını.

26.04.2008

felaket

stefan zweig

doğa bizi yasalarındaki oranlara öyle bir alıştırmıştır ki, onun tecrübe edilmiş uyumundaki en küçük bir kayma bizi tiksindirir ve korkutur; dolayısıyla -değişmez bir haksızlık olarak- onu yaratanın her hatası, başarısız olmuş yaratıya karşı içimizde bir garez uyandırır. çünkü vahim bir biçimde bu nefreti ihmalkar ressamın yerine masum resme yöneltiriz. her sakat ve biçimsiz varlık kendi çilesinin üstüne bir de, acımasız bir şekilde eli yüzü düzgünlerin saklamayı beceremedikleri rahatsızlığına katlanmak zorundadır. böylece şaşı bir göz, tavşan dudak, yarık bir ağız, doğanın bir kerelik hatasından bir insanın gittikçe büyüyen acısına, bir ruhun kökü kazınamayacak felaketine dönüşür; daireler çizerek dönen yeryüzü adlı gezegenimizde anlam ve adalete inanmayı zorlaştıran iblisçe bir felakete.

24.04.2008

dörtlükler


dilber senin ile yiyip içmedim
yiyip içip ak göğsünü açmadım
fırsat elde iken belin koçmadım
beni öldürmeli dövmeli değil
(gevheri)

ela gözlerine kurban olduğum
yüzüne bakmaya doyamadım ben
ibret için gelmiş derler cihana
noktadır benlerin sayamadım ben
(aşık ömer)

canımın canı nazlı dilberim
mihrabımdır kaşlarının arası
ahu bakışların siyah gözlerin
kalbimdeki yara, onun yarası
(aşık ibreti)

vara vara vardım ol kara taşa
beni hasret koydun kavim kardaşa
sebep ne gözden akan bu kanlı yaşa
bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
(karacaoğlan)

canevimden vurdu felek neyleyim
ben ağlarım çelik teller iniler
ben almadım toprak aldı koynuna
yarim diyen bülbül diller iniler
(dadaloğlu)

hayalin gönlümde olalı mihman
gah uslu gezeriz gah divaneyiz
soyunup aşkından olmuşuz üryan
gah mecnun oluruz gah efsaneyiz
(aşık noksani)

ela gözlerine kurban olduğum
hep senin derdinden yanar ağlarım
kime arz edeyim garip halimi
ellerin yanında görür ağlarım
(aşık kerem)

senin aşıkların gülmez dediler
ağlayıp yaşını silmez dediler
seni bir kez saran ölmez dediler
gerçek mi efendim sormaya geldim
(karacaoğlan)

nedir bu çektiğim senin elinden
deli gönül daha yorulmadın mı
seni hep aldattı boş hayal ile
yalancı dünyaya darılmadın mı
(karslı hicabi)

güzel seni sevdim ancak dünyada
yüzüne baktığım kar bana yeter
dolaştırma beni sema ziyada
bu kadar yandığım nar bana yeter
(katibi)

biter kırşehir’in gülleri biter
çağrışır dalında bülbüller öter
ufacık güzeller hep yeni yeter
güzelin kaşında keman görünür
(gülşehri)

dedim dilber didelerin ıslanmış
dedi çok ağladım sel yarasıdır
dedim dilber ak gerdanın dişlenmiş
dedi zülfüm değdi tel yarasıdır
(erzurumlu emrah)

yıllar önce açılmıştı aramız
yine bugün hatırıma sen geldin
kabuk tutmuş, küllenmişti yaramız
yine bugün hatırıma sen geldin
(garip bektaş)

eski libas gibi aşığın gönlü
söküldükten sonra dikilmez imiş
güzel sever isen gerdanı benli
her güzelin kahrı çekilmez imiş
(seyrani)

beni başka yerde araman sakın
ben benim içimde varda gizliyim
bana benden uzak değil çok yakın
benimle bir olan yarda gizliyim
(mazlumi)

saklarım gözümde güzelliğini
her neye bakarsam sen varsın orda
kalbimde gizlerim muhabbetini
koymam yabancıyı sen varsın orda
(aşık veysel)

sevdiğim yar bana göndermiş name
rüzgar dokunmamış dal ister benden
bir lezzet olmasın onun tadında
hiç arı görmemiş bal ister benden
(murat çobanoğlu)

zalim idin, soğuk idin, kış idin
dağlarında gezdim, yorgunum biraz
çok ağladım, çok dolandım, üşüdüm
seni unutmadım, dargınım biraz
(aşık ceylani)

23.04.2008

çok seyrek

konstantinos kavafis


yaşlı bir adam. yıpranmış, kamburu çıkmış
yıllar sakatlamış onu, savruk yıllar
ağır adımlarla geçiyor dar bir sokağı
ama evine girince saklamak için
yaşını, sarsaklığını, düşünüyor yine de
bitmemiş gençlik payını düşünüyor derin derin

şimdi gençler okuyor şiirlerini
canlı gözlerden onun tutkusu geçiyor
sesleri, işlek beyinleri
biçimli, sert gövdeleri çalkalanıyor
onun anlatışıyla güzelliği

22.04.2008

insan

nadine gordimer

ben hep iki tür insan olduğunu düşünmüşümdür: toplumsal yaşamı olanlar ve özel yaşamı olanlar. toplumsal yaşamı olanlar, toplumun ortak yazgısıyla ilgilenirler; özel yaşamı olanlar ise tek bir ferdin yazgısıyla. toplumcu insanlar, içlerinden gelen baskılara hep karşılık vermişlerdir. kendi bilinçlerine, diğerlerine karşı olan sorumluluk duygularına, hırslarına vb. duygularına; ancak, bu duyguların saklı ve zayıf olduğu, farklı olarak yönlendirildiği özel yaşamı olan insanlar, dışarıdan gelen baskı çok güçlü olmadıkça, yalnızca kendi yollarına gidebilirler. işte bu dayanılmaz bir şey.

20.04.2008

quills

philip kaufman

bazı adamlar kurtarılamaz.

şehvetini beslemeyi kim istemez? her ahlaksız açlığı?

insan avcı olmaktan av olmaya ne kadar da çabuk geçebilir! zevk birisinden nasıl da alınıp başkasına verilebilir!

aziz augustine meleklerin ve iblislerin aramızda dolaştığını söyler. bazen ikisi birden aynı adamın ruhunu zapt eder. o zaman kimin gerçekten iyi kimin kötü olduğunu nasıl bilebiliriz?

yangın resmi çizmek yangın çıkarmaktan daha iyi değil mi?

zirveye ulaşmak için daha büyük bedel ödemek lazım. kucağıma oturmalısın. "okuyucularından çok fazla şey bekliyorsun sen." bazı şeyler kağıda aittir, diğer şeyler hayata.

sohbet, vücudun başka organları gibi en iyi ıslanınca olur.

deli bir koca suçlu bir kocadan daha iyidir.

politikanın birinci kuralı. kafanın vurdurulmasını isteyen, asla giyotini indiren değildir.

hayatta gördüklerimden sonra ilgimi çeken çok az şey oluyor.

profesör, colombe'un eteğini belinin bile üzerine çekti. bırak öğreteyim sana dedi. aşkın yollarını öğreteyim. bununla beraber çoraplarını indirdi. dizlerinin altına kadar indirdi. orada bacaklarının arasında durdu. bir lale kadar pembe, bir balık kadar ıslak. onun venüs tepesine baktı. sarı tüylü kukusuna. tanrı'nın kırpan gözüne.

sayfalarda bu kadar kötü bir kadın olmasam gerçek hayatta iyi bir kadın olamazdım.

genç bir kadının hayatında kitapları bir kenara bırakıp deneyimle öğrenmesi gereken zaman gelir.

seslendirmememiz gereken hisler vardır. çünkü yapmamız gereken şeyleri yapmaya itebilirler bizi.

tanrı adına kan döken ilk insan ben değilim. sonuncu da olmayacağım.

her birimizin içinde öyle güzellik ve çirkinlik var ki.. hiçbir insan bundan ayrı değil.

özgürlüğü en olmayacak yerlerden birinde buldu o. bir mürekkep şişesinin dibinde. bir kalemin ucunda. ama sizi önceden uyarayım. hikâyesi kanlı. karakterleri ise ahlaksız. temaları ise sıhhatsiz. ama fazileti bilmek için ahlaksızlığı da bilmek şarttır. ancak o zaman bir adamı tam olarak bilebilirsiniz. o yüzden gelin. size meydan okuyorum. sayfayı çevirin.

şiirler

cahit zarifoğlu



ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yanına dönsen batar

halk aşksızsa sokaklar
banka dükkanlarıyla doludur

toprağın yutkunmasıdır
benden yere
özümün yeryüzüne
kaçmasıdır sevmem

/hâlâ
ne kapıyı ardına vurdurup
ciğerime tortulanan havayı dışarı uğratan bir mektup
ne bir rüya/

insanlığımızın gülüşü yalnızlar çarşısında
çağrılmış gümüş seslerini aynadaki yüzlerin
başkası sevsin diye en seçkin yerine
bir şal gezdirirdi
insanlığımıza bir şey getirirdi yalnızlarla

mor gök gelir güzeldir
bir tek göğsünü
göğsünün tekini ışıtır
ve pembe dağlara
aydınlık göğsü
ve uzağa çağrılan bakışlarıyla

her yandan karanlıklar biçilir
dikilir üstümüze

aşkımla boyun boyuna bir ejderhayım
şehirde sen benim en çok saklandığım
içine girip korktuğum
çamlarını yıkamadığım karanlığını bozamadığım
sen benim durup durup saplandığım
mutlu an biraz uzun olmasın
yoksulluk gibi gideceğim bir yer var
efkarın aşılmaz yalnızlığın kaçınılmaz olduğu

aşk çocuklar parlayınca görülen ışıklardır

ne korkunç bir iklimdi çocukluğum
uyku yansın yürek mecburlansın
beden bedende artmaya can bedeni aşmaya
ağız ilk şanlı yemek
olan ölümü
başlasın anlatmaya

rüzgâr nereden eserse essin güzeldir
alevler bir ayrı alemdir
dirlik sevinçtir - gök içimizedir

ruhumuzun kirlenmesi dolmadı mı
gövdemizin kıvranması doymadı mı
bir hınzır uyku bir şaklaban uyanıklık
bir batında gecenin ve gündüzün kavranması
bu nedir böyle gün mü günsüzlük mü
hangisine kapıldık nerelere atıldık

ayrılık vardı hep

ay gece olunca pay eder ayrılığı
ey güzelce yakalandığım
mutlulukla sunulan
bize bahşedilen armağan kılınan
ayrılık sen ki
aşkın ve sanatın
durmadan doğumlar getiren anası

ey gece sen de aldatıldın
sana da tuzak kurdu yüzü güneş parıltılı kız

artist milletizdir
bizde defaten ölünür

yaşamak bir sokak lambası gibi
bir gece evden atılmış bir çocuk sanki
tek bir damla tek bir ses gibi
aklıma düşüyor

yazdıkların şiir değilse kalsın
cennetse sevdan çık dışarı
solgun ışıklar
sessiz ağaçlar parklarla
o cümbüş gecesini de tak peşine
yazdığın şiir değilse bırak bunları kalsın

bilirim aydınlık için
karanlık da gerekli

yabancılar yağıyor sabahları
netlikle bulduğum sen misin
alnımı dayadığım bu dağ sen misin
içimde akar
o yeraltı suları sen misin

bir çiçek bahçesinde geceye durgun kalışın yağmur sıcağı gibi
öptüm sonsuz gidişinden. saçlarının seyriyle seni

kitle kültürü

otto f. kernberg

kitle kültürü düzenlenmiş, istikrarlı, katı ve kesin bir uylaşımsal ahlak sunar: neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar veren nihai -ebeveyn- otoriteler vardır; saldırganlık ancak suçluların haklı olarak lanetlenmesi ya da cezalandırılması halinde hoş görülebilir; uylaşımsal grup ahlakı tartışmasız kabul edilir ve aşırı duygusallık, çocukluk ahlakı açısından boğucu görülecek bir duygusal derinliğe engel olur. saldırganlık ana konu olarak göründüğünde bile, kahramanın saldırgan canilere hadlerini bildirmesi sadizme hoşgörüyle birlikte gizil dönem süperegosunun zaferi demektir.

18.04.2008

bay böcek

turgenyev

şu karıncaların, böceklerin ve öteki bay böcekgillerin ciddiyeti yok mu, beni dünyada en çok şaşırtan budur. öyle tumturaklı bir tavırla koşturup duruyorlar ki, sanki bir önemi var yaşamlarının! düşünün bir; varlıkların en yücesi, kralı olan insanoğlu onlara bakmaya zaman buluyor ama, bu onların umurunda bile değil. sonra, herhangi bir sivrisinek, bu en yüce varlığın burnuna konuyor ve onu yiyecek olarak kullanıyor. bu, onur kırıcı bir şey. bu açıdan bakarsak, böceklerin yaşamı bizimkinden niye daha kötü olsun? biz kendimizde, kurum satmaya hak görürken, onlar niye bu hakkı görmesinler kendilerinde?

17.04.2008

yabana doğru

jon krakauer

"çoğu insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. her zaman için çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim." (everett ruess)

yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. tüm bunlar huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak çizilmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum.

insanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir; bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz. her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir. hayattan daha fazlasını almak istiyorsan, monoton bir güvenlik hissine dair inadını bir kenara bırakıp sana ilk başta çılgınca gelebilecek bir hayata adım atmalısın. bu yaşama bir kez alıştıktan sonra, tüm anlamını ve inanılmaz güzelliğini göreceksin.

uzun lafın kısası, bir an önce kendini yollara vurmalısın. buna çok memnun kalacağına seni temin ederim. bir yola çıksan, çok yakınlarında yeryüzündeki en güzel manzaralardan birinin seni beklediğini göreceksin. ama benim kesinlikle idrak edemediğim nedenlerden dolayı, senin tek yaptığın her gün bir an önce evine, günbegün aynı düzenin içine geri dönmek. yerleşik durumda kalmamalı, hep aynı yerde durmamalısın. kımıldan, göçebe bir hayata geç, her gün yepyeni bir ufka çevir bakışlarını. önünde yaşayacağın daha çok uzun yıllar var. hayatını değiştirerek yepyeni tecrübelere açma şansını reddedersen inan çok yazık olacak.

neşe ve mutluluğun yalnızca insan ilişkilerine dayandığını düşünüyorsan yanılıyorsun. yaşadığımız her şeyin içinde bulabilirsin bunu. tek ihtiyacımız olan, alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret.

hayatına yeni bir ışık tutmak için bir başkasına ihtiyacın yok. bu şey hemen dışarıda. yapman gereken yalnızca uzanmak ve onu kavramak. kendin ve yeni koşullara geçmemek için gösterdiğin inatçılık dışında savaşacağın hiçbir şey yok.

en kısa zamanda yaşadığın yeri ardında bırakarak küçük bir çadır alıp muhteşem güzellikleri keşfetmeni umut ediyorum. yeni şeyler görecek, insanlarla tanışacaksın. onlardan öğreneceğin çok şey var. ve bunu ekonomik bir tarzda yapman lazım; otel yok, kendi yemeğini pişireceksin ve genel bir kural olarak, mümkün olan en düşük miktarda para harcayacaksın. inan bana, bütün bunlardan çok daha fazla keyif aldığını göreceksin.

seni bir daha gördüğümde, karşıma bir sürü macera ve deneyim yaşamış yepyeni bir adamın çıkacağını umuyorum. kararsızlığa düşmemeli, kendine mazeretler uydurmamalısın. çık ve yap bunu. bundan çok ama çok memnun kalacaksın.

cehennemde bir mevsim

arthur rimbaud

anımsayabildiğim kadarıyla, eskiden, bir şölendi yaşantım, açtığı tüm çiçeklerin, tüm şarapların aktığı. bir akşam güzelliği dizlerime oturttum. ve acı buldum onu. sövdüm. silahlandım tüzeye karşı. kaçtım. ey büyücü kadınlar, ey mutsuzluk, ey kin, size emanet edildi hazinem. her insancıl umudu usumdan silip atmayı başardım. boğazlamak için onu yırtıcı bir hayvan sessizliğiyle her kıvanca saldırdım. cellatları çağırdım ölürken tüfeklerinin dipçiğini dişlemek için. afetleri çağırdım kumla, kanla boğulmak için. tek tanrımdı mutsuzluk. çamurlara uzandım. suç güneşinde kurulandım. deliliğe yaman bir oyun oynadım. budalanın o korkunç gülüşünü taşıdı bana ilkyaz. ve son falsomu da yapmak üzereyken, iştahımı belki de yeniden kabartabilecek olan eski şölenin anahtarını aramayı düşündüm. iyiliktir bu anahtar. belli ki düş görmüştüm, bu düşünce onu gösteriyor. alnımı o canım haşhaş çiçekleriyle defneleyen iblisim haykırıyor: "sen hep sırtlan kalacaksın. tüm iştahlarınla, bencilliğinle ve büyük günahlarınla ölümü hak etmeye bak."

ah! ölümden fazlasıyla aldım payımı: ama, sevgili şeytan, senden tek dileğim, daha az öfkeli bir göz ve bu arada birkaç da gecikmiş küçük alçaklık. yazarın öğretim ve eğitim yetilerinden yoksun olmasını bilirim pek seversin, işte koparıyorum senin için şu birkaç iğrenç sayfayı lanetli defterimden.

16.04.2008

washoe ve lucy

humberto r. maturana / francisco g. varela

yıllar boyunca dilin diğer hayvanların kapasitesinin çok ötesinde, kesinlikle ve sadece insanlara bahşedilmiş bir ayrıcalık olduğu fikri kültürümüzün dogmalarındandı. son yıllarda bu görüş geçerliliğini yitirmekte. bu kısmen hayvan yaşantısı üzerine yapılan pek çok araştırmadan kaynaklanıyor. bu çalışmalar maymun ve yunus gibi hayvanların, kendilerine bahşetmek istemediğimiz birtakım davranışları sergileyebileceklerini göstermiştir. maymunlarla yapılan çalışmalardan maymunların bizlerle zengin ve hatta yinelemeli -rekürsif- dil alanlarında etkileşim kurabileceklerini gösteren kuvvetli deliller elde edilmiştir.

insanların önceden de maymunlara -mesela insanlarla büyük benzerlik gösteren şempanzelere- konuşmayı öğretmeye çalışmış olmaları mümkündür. fakat konuşma öğretmeye yönelik ilk sistematik çaba bilimsel literatüre ancak 1930'larda geçmiştir. abd'de yaşayan ve ikisi de psikolog olan kellogg çifti bir bebek şempanzeyi oğullarıyla birlikte büyütmüştür. kellogg'lar hayvana konuşmayı öğretmek istemişlerdi; ama hayvan konuşmak için gereken ses değişimlerini gerçekleştiremediği için deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

birkaç yıl sonra abd'de bir başka çift -gardner'lar- sorunun hayvanın dil kapasitesinde olmadığını, hayvanın kabiliyetlerinin seslere değil jestlere dayandığını düşünmüşlerdir. böylece gardner'lar, kellogg çiftinin deneyini bu sefer sadece, sağır dilsizler tarafından dünya çapında kullanılan geniş kapsamlı el kol hareketlerinden ibaret bir dil olan işaret diline dayalı bir dilsel etkileşimler sistemi kullanarak tekrarlamaya karar vermişlerdir. gardner ailesinin şempanzesi washoe, işaret dilini (ameslan) öğrenmekle kalmayıp bu konuda kendini geliştirebileceğini göstermiştir. yani bu şempanzenin "konuşmayı" öğrendiğini söyleyebiliriz. deney 1966 yılında, washoe bir yaşındayken başlamıştır. 5 yaşına geldiğinde washoe işlevsel bakımdan konuşulan dilde isim, fiil ve sıfatlara denk olan jestleri de içeren 200 hareketlik bir dağarcık edinmiştir.

karşılığında verilecek bir ödül için sadece bazı el hareketlerini öğrenmek tek başına büyük bir başarı sayılmaz. bunu sirkteki bütün hayvan eğitmenleri bilir. soru şu: washoe bu işaretleri bize dil içerisinde kullandığını düşündürecek biçimde, tıpkı işaret diliyle konuşan insanların kullandığı gibi mi kullanıyor? 15 yıldan daha uzun bir süre sonra, kapsamlı araştırmaların ve farklı gruplar tarafından eğitilen pek çok farklı şempanze ve gorilin ardından bu sorunun cevabı halen dilbilimciler ve biyologlar tarafından hararetle tartışılıyor. ancak türdeşleri gibi washoe da bir dil edinmiş gibi görünüyor.

bazı araştırmacılar bu hayvanların yeni kelime bileşimleri oluşturma konusundaki kabiliyetlerine odaklanırken, bazıları dil bilgisini andıran bir düzen ararlar. örneğin lucy (washoe gibi eğitilmiş bir diğer şempanze) için karpuz bir "meyve-içecek" ya da bir "tatlı-içecek"tir ve acı bir turp "yiyecek-ağla-acı"dır. aynı şekilde washoe da "buzdolabı"na karşılık gelen bir işaret öğrenmiş olmasına rağmen onun yerine "aç iç ye" işaretini kullanmayı tercih etmiştir.

bizim için bu ve benzeri diğer gözlemlerin dil için delil teşkil edip etmediğini açıkça ortaya koyabiliriz. bu primatlar dil ayrımlarının dil ayrımlarını yapmak suretiyle, diğerleriyle dil alanı olarak işaret dili içerisinde etkileşime geçiyorlar mı? yaptıkları hareketlerin yinelemeli ayrımları içerisinde ameslan'ı kullanıyorlar mı? muhtemelen insan "ailesinin" gittiğini gördüğü için bir öfke krizinin eşiğindeyken bakıcılarına dönüp "lucy ağlamak" işaretini yaptığında, lucy'nin yaptığı şey tam da buydu. bu örnekteki "lucy" ve "ağlamak" dilsel ögelerdir ve lucy bunlar vasıtasıyla başkalarıyla ortak bir dil alanı içerisinde bağlantıya geçmiştir. bu noktada bize öyle geliyor ki lucy "dilleştirmektedir."

15.04.2008

kötülük sorunu

carl gustav jung

insan toplumun bütününde görülen şeyleri kendi küçük ölçeğinde yansıtan sosyal bir mikrokozmostur veya tersine, en küçük sosyal birim olarak çoğala çoğala toplumsal ayrışmayı oluşturur. bu ikinci olasılık daha muhtemeldir; çünkü yaşamın tek direkt ve somut taşıyıcısı bireysel kişiliktir. oysa toplum ve devlet geleneksel fikirlerdir ve ancak belli sayıda birey tarafından temsil edilirse gerçeklik kazanabilir.

mantıklı ve eleştirel düşünme yeteneği insanoğlunun en belirgin özellikleri arasında değildir. normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır. yaygın olarak "kendini tanımak" denen şey, büyük bölümü sosyal faktörlere ve insan ruhunda olup bitenlere bağlı olan çok sınırlı bir bilgidir. bir teorinin evrensel geçerlilik iddiası ne kadar güçlü ise, tek tek bireysel gerçeklerin hakkını verme kapasitesi o kadar zayıf olur.

en iyi koşullarda birbirinin önüne çıkan akıl ile duygu arasındaki zıtlık, insan psişesinin tarihinde acı dolu bir sayfadır.

insan davranış kalıplarını ileri doğru dönüştüren gerçek bir dürtü olan öğrenme kapasitesinden başka hiçbir şey insanı içgüdülerinin temel planından bu kadar uzaklaştıramaz. varoluşumuzun değişen koşullarından ve uygarlığın getirdiği yeni uyum ihtiyacından en çok o sorumludur. aynı zamanda, insanın içgüdüsel temeline yabancılaşmasından doğan çeşitli psişik rahatsızlıkların ve zorlukların, yani köklerinden kopmasının ve kendisi hakkındaki bilinçli bilgisi ile özdeşleşmesinin ve bilinçdışını zedeleme pahasına bilinçle bu kadar ilgilenmesinin kaynağı da odur.

sonuç olarak, modern insan ancak kendisinin bilincinde olabildiği ölçüde tanıyabilmektedir kendisini. bu da büyük ölçüde çevresel koşullara, bilgi edinme dürtüsüne ve özgün içgüdüsel eğilimlerini bir ölçüde değiştirerek kontrol altına almasına bağlı olan bir yetenektir. dolayısıyla insanın bilinci çevresindeki dünyayı gözlemlemeye ve araştırmaya yönelir ve ruhsal ve teknik kaynaklarını bu dünyanın özelliklerine uyarlamaya çalışır. bu iş o denli zorlayıcı ve yerine getirildiğinde o denli kanlı bir iştir ki, insan bu süreç içinde kendini unutur. içgüdüsel doğası ile ilişkisini kaybeder ve gerçek benliğinin yerine kendi hakkındaki fikrini koyar. ve hiç farkına varmadan bilinçli faaliyetinin ürünlerinin gerçeğin yerine geçtiği, tamamen kavramsal bir dünyanın içine kayar.

içgüdüsel doğasından kopması insanı kaçınılmaz olarak bilinç ile bilinçdışı, ruh ile doğa, bilgi ile inanç arasında çelişkiye sokar. bu bölünme insanın bilincinin artık içgüdüsel yönünü görmezden gelemediği veya başaramadığı noktada patolojik hale gelir. bu kritik aşamaya girmiş bireylerin çoğalarak birikmesi, ezilenlerin savunmasını üstlendiğini iddia eden bir kitle hareketini başlatır. tüm kötülüklerin kaynağını dış dünyada arama eğiliminde olan bilinç uyarınca, politik ve sosyal değişim isteyen sesler yükselir. bu değişimlerin, çok daha derinlerde yatan bölünmüş kişilik problemini otomatik olarak çözeceği zannedilir. derken bu istekler yerine getirildiği zaman, aynı kötülükleri biraz değişmiş bir biçimde geri getiren politik ve sosyal koşullar ortaya çıkar. o zaman basit bir tersine dönüş yaşanır: alttakiler üste çıkar ve gölge ışığın yerine geçer ve gölge daima anarşi ve kargaşa getirdiği için, "kurtarılmışların özgürlüğü gaddarca elinden alınır." tüm bunlar kaçınılmazdır; çünkü kötülüğün köklerine hiç dokunulmamıştır, sadece karşıt bir pozisyon aydınlığa çıkmıştır.

komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır; çünkü sadece sosyal anlamda değil, ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. politik zorlukların yanı sıra, batı dünyası nazi almanyası günlerinde bile kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar. diktatör açıkça politik sınırın öteki tarafındadır; oysa biz iyinin tarafındayız ve doğru ideallere sahip olmanın tadını çıkartıyoruz.

son diktatör devletlerin insanlığımız üzerinde yarattığı dehşet, atalarımızın fazla uzak olmayan geçmişte yaptığı kötülüklerin ve mezalimin toplamından daha az değildir. avrupa'nın tarihi boyunca hristiyan ulusların birbirlerine yaptıkları barbarlıklar ve yarattıkları kan gölleri bir yana, avrupalı insan, sömürgeleştirme döneminde kara derili insanlara karşı işlediği suçların da hesabını vermek zorundadır. bu açıdan beyaz insan kuşkusuz çok büyük bir yükün altındadır. insanoğlunun ortak gölgesinin sergilendiği tablo bundan daha karanlık renklere boyanamazdı.

"toplum" ve "devlet" gibi sözcükler o denli somutlaştırılmıştır ki neredeyse birer kişilik haline gelmişlerdir. sokaktaki insanın kafasında devlet tarihte hiçbir kralın olmadığı kadar bitmez tükenmez bir iyilik vericisidir. devletten istenir, onun himayesi talep edilir, sorumlu tutulur, ona şikayette bulunulur. toplum üstün bir ahlaki prensip derecesine yükseltilir ve yaratıcı kapasitelerinden ötürü itibar görür.

insandan ortaya çıkan ve kuşkusuz onun içinde yaşamaya devam eden kötülük öylesi dev boyutlardadır ki, bunun yanında kilisenin ilk günahtan bahsetmesi ve bunu adem ile havva'nın işledikleri görece masumane suça bağlaması neredeyse bir örtmecedir. durum çok daha ciddidir; fakat tehlikeli biçimde hafife alınmaktadır. insanın sadece bilincinin kendisi hakkında bildikleri kadar olduğuna evrensel çapta inanıldığı için, kişi kendini zararsız zanneder ve kötülüğüne bir de aptallığı ekler. korkunç şeylerin olduğunu ve olmaya devam ettiğini inkâr etmez; ama bunları her zaman "ötekiler" yapar. ve bu tür kötülükler yakın veya uzak geçmişte kaldıkları zaman, çabucak ve rahatça unutkanlık denizine gömülürler, arkasından "normallik" dediğimiz o kronik bulanık kafalılık geri gelir.

oysa çarpıcı gerçeğe göre hiçbir şey yok olmamış, hiçbir şey düzelmemiştir. kötülük, suç, vicdanın derin rahatsızlığı ve karanlık kuşkular gözlerimizin önündedir, keşke görmeyi bilseydik. bunları yapan insandır; ben de insan doğasından nasibini almış bir insanım; demek ki başkalarının yanı sıra ben de suçluyum ve bu kötülükleri tekrar tekrar yapabilme kapasitesini ve eğilimini içimde hiç değişmez ve silinmez bir biçimde taşıyorum.

hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. sadece o cehennem gibi meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye dek. hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz. suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. dolayısıyla insan biraz "kötülüğü hayal etse" iyi olurdu; zira ancak bir aptal kendi doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir. gerçekten de bu gaflet insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur.

zararsızlık ve naiflik, bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılığından bihaber olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. aksine, zararsız ve naif olmak fark edilmeyen kötülüğün "ötekine" yansıtılmasına yol açar. bu da ötekinin pozisyonunu gayet etkin biçimde güçlendirir; çünkü yansıtma kendi içimizdeki kötülükten gizlice ve gayri ihtiyari duyduğumuz korkuyu karşı tarafa taşır ve ondan gelecek tehlikenin boyutlarını arttırır. daha da kötüsü, bu konudaki içgörü eksikliğimiz, kötülük ile başa çıkabilme kapasitemizi yok eder.

tabii bu noktada, hristiyanlık geleneğinin en temel ön yargılarından biriyle, bizi yolumuzda tökezleten büyük bir engelle karşı karşıya kalırız. bize kötülükten sakınmamız, mümkünse, ona dokunmamamız, adını ağzımıza almamamız söylenmiştir. zira kötülük aynı zamanda tabu olan ve korkulan bir uğursuzluk kehanetidir. kötülüğe karşı bu tavır ve onun çevresinden, uzağından dolaşmak, kötülüğe gözlerimizi yumup onu başka bölgelere sürme eğilimimizi güçlendirir, tıpkı eski ahit'teki kötülüğü ıssız bölgelere götürdüğü farz edilen günah keçisi gibi.

ama eğer kötülüğün insanın, kendi seçimi olmadığı halde, doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yerini alır. bu farkındalık doğrudan, dünyanın politik hizipleşmesinde zaten bilinçsizce gerçekleşmiş olan ve çağdaş insanın içindeki daha da bilinçsiz ayrışmada kendini gösteren psikolojik bir ikiliğe yol açar. ancak ikilik bu farkındalıktan kaynaklanmaz; aksine, daha başlangıçta bölünmüşüzdür. bu kadar suçun sorumluluğunu kişisel olarak üstlenmemiz gerektiğini düşünmek dayanılmaz bir düşünce olurdu. bu nedenle, kötülüğü tek tek suçlular veya suç grupları ile sınırlayıp ellerimizi kirden arındırmayı ve kötülüğe genel yatkınlığımızı görmezden gelmeyi tercih ederiz.

eğer, hristiyan görüşe uygun olarak kötülüğün metafizik bir prensibini önermeye istekli değilsek, bu yalancı iyilik ve dürüstlük uzun vadede sürdürülemez; çünkü kötülük insanın içindedir. bu dünya görüşünün en büyük avantajı insanın vicdanını fazlasıyla ağır bir sorumluluktan muaf tutması ve insanın, kendi ruhsal yapısının yaratıcısından ziyade kurbanı olduğu gerçeğinin psikolojik yargısına uygun olarak topu şeytana atmasıdır. günümüzdeki kötülüğün, insanlığa acı çektiren gelmiş geçmiş en büyük kötülükleri bile gölgede bıraktığı düşünülürse, adaletin dağıtılmasında, tıpta ve teknolojide kaydettiğimiz bunca ilerlemeye, insan yaşamına ve sağlığına gösterdiğimiz bunca ilgiye rağmen, insanlığı yeryüzünden kolaylıkla silebilecek o canavarca imha makinelerini nasıl olup da icat ettiğimizi insan kendisine sormak zorundadır.

insan dehasının o acayip ürünü olan hidrojen bombasını icat eden atom fizikçilerinin bir grup suçlu olduklarını kimse kabul etmez. nükleer fiziğin geliştirilmesine harcanan muazzam ölçüdeki entelektüel çalışma, kendilerini mümkün olan en büyük gayret ve özveriyle görevlerine adayan ve manevi başarı duygusunu insanlık için yararlı başka bir şey icat ederek kolaylıkla elde edebilecek adamlar tarafından gerçekleştirilmiştir.

gerçeğin bilgisine ulaşmak bilimin en baştaki amacıdır ve eğer ışığı ararken, muazzam bir tehlikeye takılıp tökezliyorsak, önceden tasarlanmış bir düşüncenin değil, daha ziyade kaderin etkisi olduğunu hissederiz. günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. bilinci ne kadar genişlemiş ve farklılaşmışsa ahlaki yapısı o denli geri kalmıştır. işte bugün önümüzdeki sorun budur. akıl tek başına yeterli değildir.

burjuvazi

vladimir ilyiç lenin

burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakiyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. bu devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu bürokrasi ve sürekli ordudur. marx ve engels, yapıtlarında birçok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın sözünü ederler. her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar bir biçimde gösterir. işçi sınıfı, kazık yiye yiye bu bağı tanımayı öğrenir. bu nedenle işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, küçük-burjuva demokratların, ondan pratik sonuçlar çıkarmayı unutarak, onu genel olarak kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.

14.04.2008

ölüm ve bakire

ariel dorfman

en kötü suçlara ışık tutarsak, diğer suçlar da aydınlığa çıkacaktır.

"kadın ruhu hiçbir zaman tümden sizin olamaz, siz ona asla sahip çıkamazsınız."

hiçbir ceza, vicdanımın sesi kadar acı olamaz.

"ariel dorfman, bu oyununda, uzun bir diktatörlük döneminden sonra demokratik bir yönetime kavuşmuş bir ülkede, eski dönemde politik görüşleri nedeniyle işkenceye ve tecavüze uğramış bir kadının, yeni dönemde, kendisine işkence yapanla karşılaştığında ondan öç alıp almama kararıyla yaşadığı ikilemi, gerilimli bir atmosferde sahneye taşıyor. ölüm ve kız, insanlık suçu işleyen işkencecilerin, öç alma duygusu ile ölümle cezalandırılmasının, toplumsal yaşamın dengesinin ve huzurunun bozulmasına yol açıp açmayacağını tartışan politik bir oyun."

yazınsal söylem üzerine

özdemir ince

jean cohen: anlamı olmayan şiir artık şiir değildir; çünkü artık dil değildir.

edmond jabes: nükte, şiirdir; gülünç, düzyazıdır.

octavio paz: şiirsel yaratış, dile saldırı ile başlar. sözcükler önce tahrip edilir. şair onları alışılmış bağlantılarından kopartıp alır, konuşma dilinin şekilsiz dünyasından ayrılan sözcükler sanki yeni doğmuşçasına, biricik hale gelirler. ikinci aşama sözcüklerin geri dönüşüdür.

"yeryüzünde kibirle yürüme; ne bastıkça yeri delebilir ne de dağlar kadar yükselebilirsin." (kuran)

octavio paz: dil, sonsuz bir anlamlar olanağıdır.

roland barthes: kesinlikle geçişsiz bir eylemdir edebiyat. hiçbir şeyi değiştirmez, hiçbir şeye yaslanmaz.

dizeler

alciatus


büyük saygı gerekir zifaf yatağına
karşılıklı sadakat duymalı birbirine, karı koca

bazıları bilgeliği kalbe koyar, bazıları kafaya
ne itidal bilir ne de mantık alttaki takımlar

kötülük asla minnettarlığa dönüşmez

hiçbir şey alamazsın az parayla
iki narbülbülünü doyurmaz bir meyve bahçesi
paran azsa kazanç umudu besleme
iki sinekçil rahat etmez bir meyve bahçesinde

güçlüler savaşır; bilgelerse yıldızları tutar

ey yabancı, hiç işim olmaz benim sıradan bir venus'le
köle edemez beni, tutkunun hiçbir şekli
ben bilim ateşleri yakıyorum insanların saf aklında
göklerdeki yıldızlara çekip götürüyorum düşüncelerini

ateş ateşle yanıyor, aşkın cinnetinden aşk tiksiniyor

tatlı bir emektir aşk, dinlenme zamanlarında hoş bir eğlence
simgesiyle kırmızı bir nar, kara bir zırhın üstünde

dilden dile uçar, asla ölmez bilge adamların sözleri

12.04.2008

iyiyim

ertan yılmaz



sana silah çektiğim aşk, bir dağ olsa
insanız, öğrenilebilir uzaklık da yok aramızda
kuş uçar kervan da geçer, hüküm, kanun bilirim
senden vazgeçmeyi kalbime kurşun sıksam beceremem

çatal bir dalla su arıyorum çölde. sevdamız öyle. ilk buna inanmalı insan. her gün senin için hazırlanmalıyım, her gün bir şey söylemeli yüzüm sana. koynum gülle kanayacak kadar hassas olmalı seninle. bu yeter. bu kalkışmada birbirimize tufana düşmüşçesine sarılmalıyız. kaosu sürdürebildiğin kadar sürdür, ilk bankaları kapat, para alışverişini yasakla, gerekirse çok ama çok sevdiğin halkına kara bir boşluksunuz de. hiç çekinme. en çok kırılacak sensin elbet, en çok ikimiz bir aradayken bir şeyler yapabiliriz, sen benden önce davran ve gelebiliyorsan çık gel şimdi. kalkışmanın sloganı: dünyayı vurmasınlar. seni seviyorum.

biliyorsun, neşter hayat veren tek bıçaktır.
karanfilse yaraya benzeyen tek çiçek.

alışmak kolaydır. günbegün çaresiz olduğun gelir aklına, alışırsın buna. oysa inanmak saldırmaktır. inanmak alışılacak bir duygu değildir. kitapları şöyle bir getir gözünün önüne. hepsi bağırıyor: sevda abartılmaya en uygun şey. belki çocukça; ama temiz, belki çaresizlikten, bir nedeni olmamalı, belki şimdi sen olsun diye, güzel mi güzel varlığına dokunmak için her kelime. yan yana geldiğinde, hepsi aynı anlamda buluşuyor; ama karşısı yok: seni seviyorum.

çık gel şimdi, yanına hiçbir şey alma; ya da gelme, bir kurumuş kavak yaprağına adlarımızı yaz. bir erguvanı hiç hava almayacak şekilde, bir yıl çürümeme savaşı vermesi için, kavanoza koy. bir atın uçabileceğine inan. bugün ölüyorum sandım bir an, alışamadım; ama alıştırmanı isterim. her şiirin yatağında çıplak bir sevgili uyuyor: seni seviyorum.

şimdi usturayla dövüşmeye çıktığım gölgem. uykusuz parklar, mezarlıklar, hastaneler, köprü altları, aşınmış insanlık. aşk bir boğuşma ve soluk almaksızın seni düşünmek. ellerin yanacağını bile bile köze dokunuş. unutma, umutlar düş kırıklıklarıyla beslenir. rock, bir gitarın kargaşasında sessiz bir ölüm. şiir, karşılıksız bir intihar. birbirimizi paçavraya çevirdiğimizde ne kadar kalmışsak, özgürlüğümüzden şüpheliyken, bir dağın kırılarak yaralandığını düşünmeyecek sadece seni seviyorum.

sırtını suya alan dağ, aşınıp kıyı olmayı da bilir.

hadi, kış olsun, soğuk bir gün olsun, pazartesiyi salıya bağla, sonra diğer günleri de bağla. sen hava durumlarını da kaçırma. üşümekteyim, anlamalısın sen yokken. cehennem kadar sıcak olsa, ateşe atıldığımda külüm kalmasa, dumanım çıkmasa. yeniden dirilmek de neyin nesi. oysa hep gitmek vardır hayatta. dönüş denilen sadece aldatmacadır. herkesin özlemi olanaksızlık. sen, şiir bozuğu dil: sen geçtiğim sırat. başıma ne gelse senden biliyorum, varlık nedenimsin.