
arka mahallelerin ya da yıkıntılarla ağaçların, otların ve doğanın rastlantısal güzelliğinden tat alabilmek için o mahalleye, yıkıntılarla kaplı o yoksul yere "yabancı" olmak gerekir. yıkık bir duvar, yasaklamalar yüzünden boşalmış ve bakımsız kalmış ahşap bir tekke binası, musluğu akmayan bir çeşme, artık üretim yapmayan 80 yıllık bir imalathane, milliyetçi baskılarla rumlar, ermeniler, yahudiler kovalandığı için boşalmış evler, kırık dökük yapılar, perspektife meydan okur gibi hepsi bir başka yana hafifçe yatmış (ya da kimileri, karikatüristlerin çok sevdiği gibi, birbirlerine yaslanarak eğilmiş) evler, çatıları, cumbaları, pencere pervazları yamulmuş yapılar, oralarda yaşayanlarda sağlamlık ve güzellik duygusu değil, yoksulluk, imkansızlık, çaresizlik ve ihmal duygusu uyandırırlar. kenar mahallelerin bu yoksulluk görüntüleriyle, bakımsız tarihi köşelerin sunduğu rastlantısal "güzellikten" zevk alanlar ya da yıkıntılardan pitoresk tatlar çıkaranlar bu yerlere dışarıdan gidenlerdir. (tıpkı şehir halkı ilgilenmezken roma'nın yıkıntılarından zevk alan, onların resmini yapan kuzey avrupalılar gibi.) yahya kemal ve tanpınar "fakir ve ücra istanbul'u", arka sokaklarda bütün gücüyle yaşayan geleneksel hayatı över, batılılaşma yüzünden bu "halis" kültür yok oluyor diye dertlenir, bu mahallelerin sunduğu "güzel" görüntülerin tadını çıkarır ve bu mahallelerde bir lonca ahlakı ve çalışma terbiyesiyle yaşayan "atalarımız, ecdadımız" düşüncesini icat edip kabul ettirmeye çalışırken; pera'da, yahya kemal'in "ezansız semtler" dediği ve tanpınar'ın nefrete yakın bir küçümseme ile bahsettiği, daha konforlu beyoğlu'nda yaşıyorlardı.