karl marx: emek bütün zenginliklerin ve kültürün kaynağıdır.
jean baudrillard: kitlelerin yazabilecekleri bir tarihleri yoktur. ne gelecekleri ne de geçmişleri vardır.
julien hugsley: zincirin en tehlikeli halkası itaattir.
chamfort: kamuya malolmuş her düşünce, benimsenmiş her uzlaşım bir saçmalıktır; çünkü çoğunluğa uygun gelmiştir.
robert walser: her halükarda bir erkek için dünyadaki en öğretici şey kadınlardır.
j.d. salinger: bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. ama öylesi pek bulunmuyor.
marquis de sade: davranışın senin basitliğine kurulmuş bir tuzaktır.
ilhan selçuk: anadolu çocuklarını küçük yaştan devşirip kuran ve hafız kursuyla imam ve hatip turnikesinden geçiremediği gün, şeriatçının siyasal tabanı eriyecektir.
stendhal: başkasına şöyle bir dokunup geçen şey beni ölesiye yaralar.
stefan zweig: dünyada bir şeyi yarım söylemek ya da yarım bırakmak kadar kötü bir şey yoktur. her kötülük bu yarım işlerden çıkar.
abbe pierre/albert jacquard: tiranın esas özelliği düşünmeyi engellemesidir.
victor hugo: işini bilirliğin bulunduğu yerde mutlaka küçüklük vardır. yani, işini bilir kişiler demek, pespayeler demektir.
31.08.2008
30.08.2008
sınırda
cevat çapan
bak nasıl yağıyor içinin karanlığına
bembeyaz düşlerle ışıyan düşünceler
ve sen nasıl sarınıyorsun sessizce
bu azgın, bu azman kentin
kardan kefenine
bu senin sesin mi boğulurken duyulan
bu uğultu, bu rüzgar, bu fırtına
senin son soluğun mu
kar, uçsuz bucaksız kar
ve yeniden başlayan
29.08.2008
deli dumrul'un bilinci
m. bilgin saydam
yaşam, ölüme doğru bir koşudur.
fanatizmin o kendine güvenli, katı örtüsü kaldırıldığında içeride zayıf, ürkek, güvensiz, çelimsiz çocuğu buluruz. bu çocuk kendini var etmek için, üzerine fırlatılan örtünün kendisini var etmesine sığınmaktadır.
yeni'den korkunun belirleyici olduğu dondurucu kültürlerde her türlü yaratıcı sıçrama, dolayısıyla ayrışma, doğrudan sapma/sapkınlık olarak nitelenecek; engelleme ve yaptırımlarla karşı karşıya bırakılacaktır. bu yaklaşım, maslow'un ve neumann'ın, kültürün gelişmeyi engelleyici olduğu, insanlık tarihindeki ilerlemelerin bütün insanlığa ait ürünler değil, dehaların, kültürün dar kalıplarını yırtan sıçramalarının sonucunda gerçekleştiği şeklindeki görüşlerine paraleldir.
başkasının yaşam talebine onay vermemek, aynı zamanda dolaylı bir öldürme isteğini taşır.
dumrul’un başından geçenlerde, kabaca, preoidipal dönemden çıkışın ve oidipal çatışmanın, yansımasını bulduğunu ileri sürebiliriz. dış gerçekliğin güçlü temsilcisi babanın varlığı reddedilmekte, çocuk yengisini tüm dünyaya ilan etmekte ve nesnel dış gerçekliği, öznel iç gerçekliğine itaate zorlamaktadır. preoidipal dönemin bağımlılığı yadsınmakta, her şeyin çocuk-kahramanın denetiminde olduğu ilan edilmektedir. bu kurgusal yenginin balonu, dış gerçekliğin, dolayısıyla, otoritenin gerçek taşıyıcısı babanın ezici ve boyun eğdirici gücüyle karşılaşınca söner. yenilgi çarnaçar kabul edilir. ancak kendisine bir çıkış yolu tanınır: baba otoritesinde simgeleşen eril ilkenin kendisine sunduğu ortak kültürel sisteme dahil olma olasılığı. itaat koşuluyla kendisine yeni bir yaşam sağlanacaktır. preoidipal döneme dönüş yollarının kapanması ise bir ölçüde, annesinin dışında bir eşe bağlanma olanağıyla telafi edilecektir. sonuç, fantezinin (iç gerçekliğin) değil, dış gerçekliğin yengisidir.
su, annenin en güzel olduğu kadar, en ürkütücü özelliklerini de taşır. iyi ve kötüyü bir arada içeren, iki kutuplu bir kavramdır. hem can verici, hem can alıcıdır. hem ölümü (suda batma, kaybolma, boğulma), hem doğumu ve yeniden doğumu (sudan çıkma) simgeler. hem susuzluğu (eksiklik vurgusu) giderici, hem yutucu, boğucudur. hem sıcak, hem soğuktur. hem mutlak gereksinim, hem tehlikedir.
insanlar kendi oluşturdukları, tanımladıkları ve değişik anlamlarla bezedikleri öznel sistemlerinde yaşar, duyar, düşünür ve davranırlar.
mutlaklık iddiasındaki her sistem, her şeyi, zıddı gibi görüneni de kapsamak durumundadır.
ibn arabi erkek kül (tüm, bütün) kadın cüz (parça)dır, diyor. daima bütün parçasını sever, esirger, ona özlem duyar. parça da bütünü sever, esirger, onu özler, ona kavuşmak ister. ibn arabi her erkekte bir dişilik, her dişide bir erkeklik görür. her erkekte bir nefs vardır ve nefs dişidir. havva adem’den yaratıldı. o halde aslı itibariyle erkektir; zira erkektendir. dişiliği ise arızidir. havva adem’den dünyaya gelmiştir. o halde adem'de bir tür müenneslik vardır.
yaşam, ölüme doğru bir koşudur.
fanatizmin o kendine güvenli, katı örtüsü kaldırıldığında içeride zayıf, ürkek, güvensiz, çelimsiz çocuğu buluruz. bu çocuk kendini var etmek için, üzerine fırlatılan örtünün kendisini var etmesine sığınmaktadır.
yeni'den korkunun belirleyici olduğu dondurucu kültürlerde her türlü yaratıcı sıçrama, dolayısıyla ayrışma, doğrudan sapma/sapkınlık olarak nitelenecek; engelleme ve yaptırımlarla karşı karşıya bırakılacaktır. bu yaklaşım, maslow'un ve neumann'ın, kültürün gelişmeyi engelleyici olduğu, insanlık tarihindeki ilerlemelerin bütün insanlığa ait ürünler değil, dehaların, kültürün dar kalıplarını yırtan sıçramalarının sonucunda gerçekleştiği şeklindeki görüşlerine paraleldir.
başkasının yaşam talebine onay vermemek, aynı zamanda dolaylı bir öldürme isteğini taşır.
dumrul’un başından geçenlerde, kabaca, preoidipal dönemden çıkışın ve oidipal çatışmanın, yansımasını bulduğunu ileri sürebiliriz. dış gerçekliğin güçlü temsilcisi babanın varlığı reddedilmekte, çocuk yengisini tüm dünyaya ilan etmekte ve nesnel dış gerçekliği, öznel iç gerçekliğine itaate zorlamaktadır. preoidipal dönemin bağımlılığı yadsınmakta, her şeyin çocuk-kahramanın denetiminde olduğu ilan edilmektedir. bu kurgusal yenginin balonu, dış gerçekliğin, dolayısıyla, otoritenin gerçek taşıyıcısı babanın ezici ve boyun eğdirici gücüyle karşılaşınca söner. yenilgi çarnaçar kabul edilir. ancak kendisine bir çıkış yolu tanınır: baba otoritesinde simgeleşen eril ilkenin kendisine sunduğu ortak kültürel sisteme dahil olma olasılığı. itaat koşuluyla kendisine yeni bir yaşam sağlanacaktır. preoidipal döneme dönüş yollarının kapanması ise bir ölçüde, annesinin dışında bir eşe bağlanma olanağıyla telafi edilecektir. sonuç, fantezinin (iç gerçekliğin) değil, dış gerçekliğin yengisidir.
su, annenin en güzel olduğu kadar, en ürkütücü özelliklerini de taşır. iyi ve kötüyü bir arada içeren, iki kutuplu bir kavramdır. hem can verici, hem can alıcıdır. hem ölümü (suda batma, kaybolma, boğulma), hem doğumu ve yeniden doğumu (sudan çıkma) simgeler. hem susuzluğu (eksiklik vurgusu) giderici, hem yutucu, boğucudur. hem sıcak, hem soğuktur. hem mutlak gereksinim, hem tehlikedir.
insanlar kendi oluşturdukları, tanımladıkları ve değişik anlamlarla bezedikleri öznel sistemlerinde yaşar, duyar, düşünür ve davranırlar.
mutlaklık iddiasındaki her sistem, her şeyi, zıddı gibi görüneni de kapsamak durumundadır.
ibn arabi erkek kül (tüm, bütün) kadın cüz (parça)dır, diyor. daima bütün parçasını sever, esirger, ona özlem duyar. parça da bütünü sever, esirger, onu özler, ona kavuşmak ister. ibn arabi her erkekte bir dişilik, her dişide bir erkeklik görür. her erkekte bir nefs vardır ve nefs dişidir. havva adem’den yaratıldı. o halde aslı itibariyle erkektir; zira erkektendir. dişiliği ise arızidir. havva adem’den dünyaya gelmiştir. o halde adem'de bir tür müenneslik vardır.
mesaj
özdemir asaf
ölebilirim genç yaşımda
en güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim
şimdi kavak yelleri esiyorken başımda
sevgilim
seni bir akşamüstü düşündürebilirim
28.08.2008
acı
paulo coelho
insanı kendine müptela eden güçlü bir uyuşturucudur acı. günlük hayatımızda, gizli ıstırabımızda, dünya nimetlerine sırt çevirmemizde, aşktan oluyor sandığımız hayal kırıklıklarımızda hep o vardır. acı, gerçek yüzünü gösterdiğinde insanı korkutur; ama kendini feda etme, dünyadan vazgeçme ya da alçaklık süsüne büründüğünde çekicidir. insanoğlu onu reddedebilir; ama onunla cilveleşmenin, onu hayatının bir parçası haline getirmenin bir yolunu bulur hep.
acı olmadan da yaşayabileceğini anlayabilirsen bu, başlı başına büyük bir adımdır; ama herkesin senin gibi davranacağını sanmayasın. kimse onu istemez; ne var ki hemen herkes acının, kendini feda etmenin peşinde koşar. bu sayede arınırlar, aklanırlar; çocuklarının, eşlerinin, komşularının, tanrı'nın saygısına layık olurlar. şunu bil ki, dünyayı döndüren haz arayışı değil, temel olan her şeyden vazgeçmektir. asker savaşa, düşmanı öldürmeye mi gider? hayır, amacı ülkesi uğruna ölmektir. kadın, hayatından ne kadar memnun olduğunu kocasına belli etmekten hoşlanır mı? hayır, onun uğruna saçını süpürge ettiğini ve çile çektiğini görsün ister. koca, işe kendini geliştirmek için gittiğini aklından geçirir mi? hayır; o, ailesinin iyiliği için ter ve gözyaşı dökmektedir. ve böyle devam eder: çocuklar anneleriyle babalarının hatırına hayallerini bir kenara bırakırlar; ana-babalar çocukları için ömürlerinden vazgeçerler; acı ve ıstırap, aslında neşe kaynağı olan aşkın kanıtı olup çıkar.
"en sıradan bir kız öğrenci aşık olduğunda derdini anlatmak için shakespeare ya da keats'ten yararlanır. ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar. acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline; bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla." (virginia woolf)
marquis de sade, bir erkeğin yaşayabileceği en önemli deneyimlerin onu en uç noktalara götürenler olduğunu söylüyordu. böyle böyle öğreniyoruz; çünkü bütün cesaretimizi kullanmak zorunda kalıyoruz. işçisini aşağılayan bir patron, karısını aşağılayan bir adam ya alçağın tekidir ya da hayattan intikam almaktadır. kendi ruhlarının derinliklerine bakmaya asla cüret edememiştir onlar. vahşi hayvanı serbest bırakma arzusunun kaynağını keşfetmeye; seksin, acının, aşkın erkek için sınırlı deneyimler olduğunu anlamaya yanaşmamışlardır. sadece bu sınırları tanıyanlar hayatı bilir; kalanı vakit geçirmektir altı üstü, aynı işi tekrarlayıp durmak, şu ölümlü dünyaya niye geldiğimizi gerçekte anlayamadan yaşlanıp ölmektir.
insanı kendine müptela eden güçlü bir uyuşturucudur acı. günlük hayatımızda, gizli ıstırabımızda, dünya nimetlerine sırt çevirmemizde, aşktan oluyor sandığımız hayal kırıklıklarımızda hep o vardır. acı, gerçek yüzünü gösterdiğinde insanı korkutur; ama kendini feda etme, dünyadan vazgeçme ya da alçaklık süsüne büründüğünde çekicidir. insanoğlu onu reddedebilir; ama onunla cilveleşmenin, onu hayatının bir parçası haline getirmenin bir yolunu bulur hep.
acı olmadan da yaşayabileceğini anlayabilirsen bu, başlı başına büyük bir adımdır; ama herkesin senin gibi davranacağını sanmayasın. kimse onu istemez; ne var ki hemen herkes acının, kendini feda etmenin peşinde koşar. bu sayede arınırlar, aklanırlar; çocuklarının, eşlerinin, komşularının, tanrı'nın saygısına layık olurlar. şunu bil ki, dünyayı döndüren haz arayışı değil, temel olan her şeyden vazgeçmektir. asker savaşa, düşmanı öldürmeye mi gider? hayır, amacı ülkesi uğruna ölmektir. kadın, hayatından ne kadar memnun olduğunu kocasına belli etmekten hoşlanır mı? hayır, onun uğruna saçını süpürge ettiğini ve çile çektiğini görsün ister. koca, işe kendini geliştirmek için gittiğini aklından geçirir mi? hayır; o, ailesinin iyiliği için ter ve gözyaşı dökmektedir. ve böyle devam eder: çocuklar anneleriyle babalarının hatırına hayallerini bir kenara bırakırlar; ana-babalar çocukları için ömürlerinden vazgeçerler; acı ve ıstırap, aslında neşe kaynağı olan aşkın kanıtı olup çıkar.
"en sıradan bir kız öğrenci aşık olduğunda derdini anlatmak için shakespeare ya da keats'ten yararlanır. ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar. acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline; bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla." (virginia woolf)
marquis de sade, bir erkeğin yaşayabileceği en önemli deneyimlerin onu en uç noktalara götürenler olduğunu söylüyordu. böyle böyle öğreniyoruz; çünkü bütün cesaretimizi kullanmak zorunda kalıyoruz. işçisini aşağılayan bir patron, karısını aşağılayan bir adam ya alçağın tekidir ya da hayattan intikam almaktadır. kendi ruhlarının derinliklerine bakmaya asla cüret edememiştir onlar. vahşi hayvanı serbest bırakma arzusunun kaynağını keşfetmeye; seksin, acının, aşkın erkek için sınırlı deneyimler olduğunu anlamaya yanaşmamışlardır. sadece bu sınırları tanıyanlar hayatı bilir; kalanı vakit geçirmektir altı üstü, aynı işi tekrarlayıp durmak, şu ölümlü dünyaya niye geldiğimizi gerçekte anlayamadan yaşlanıp ölmektir.
27.08.2008
bitpazarı
nihat genç
bitpazarı, numune hastanesi'nin tam karşısında, hergele meydanı denilen mevkide, ankara'nın yıkık, dökük, geçilemeyen dar sokakları, kullanılmayan köhne evleri içinde. olur olmaz şeylere para vermeyeyim diye üstüme sadece taksi parası aldım, daha girişte hacı taşan'ın eski kasetlerini bulunca, eve yürüyerek dönmek zorunda kaldım. çok soğuk ve çok yıpranmış, üst üste yığılmış binlerce pantolon, ceket, ayakkabı, artık elbise fırçası değil, zımparayla temizleniyorlar. hepsi ihtiyar ve karışık sakallı satıcılar! inanmayacaksınız, geceliği beş yüz bin liraya dahi otel var burda. satıcıların incecik kaburga kemiklerinden farksız küçük tahta tezgahları! kurum ve toz toprakla kararmış tüm camları! eski evlerin tahtaları paramparça! bitmeyen bir gürültü! en tenha sokakları dahi incik cincik dolu, odun kömürcüsünün içinde cd satışları! bitpazarlarının yalnızlık duygusuyla derin ilişkisi var. yalnız ihtiyarların çöp evlerini düşünün, yalnızlık duygusu derinleştikçe arama duygusu hızlanır. bin bir gece masalından felsefeye, psikiyatrinin tüm kavramlarına, her kalpten bir kırık var burda; umut, bekleyiş, sabır, biriktirme, şans, tesadüf! gel ankaralı, gel! şekli şemali hiç değişmeyen bitpazarı, tüm tarihe ve tüm uygarlığa hiç değişmeyişi ve hiç gelişmeyişiyle meydan okur. yaşlı bir kocakarının hala çalımlı bakışlı entarisini orda bulursunuz. modayla, dampingle, promosyonla, büyük hastalıklar yaşayan modern piyasaya karşı bitpazarı yorgun ve inatçı tavrıyla hala dünyada ilk kurulan pazarların tadını neşesini getirir bize! bitpazarları, kayıp zamanların kayıp eşyalarını sunar bize. ölülerin eşyalarına bu denli rağbet, ürkütücü ve şaşırtıcı. alışveriş zarafetinin kovulduğu büyük pazarların, mağazaların aksine, alışverişin bir sanatçı zarafetiyle yaşatıldığı yerlerdir! burası gerçek ekonomi değil, ekonominin tiyatrosu! tiyatro hayatın sadizmini, bitpazarı acımasız ekonominin sadizmini yok eder. ekonominin yeraltıdır bitpazarı. acımasız piyasanın hala yaşayan vicdanıdır. onurumuz kırılmadan alışveriş yapacağımız tek yerdir. bitpazarında kötü yoktur. ne satıcı kötü, ne eşya kötü. ilahi bir sevimliliği vardır, piyasaların tapınağıdır bitpazarı. hayatlarımızın paryaları döndürür bu eski zaman değirmenini. eskiciler toplumun küçük bir klanı, kronik işsiz ve ayaktakımına en yakın insanlar. üç beş kuruşa eyvallah demeyen, mala tamahkar davranmayan, hızla alıp hızla elden çıkartan bu adamlar, akşama kalan maldan nefret eder, sokuverirler bir deliğe..
hiçbir işe yaramayan ama tutkuyla kapışılan bu nesneler nedir? hiçbir değeri olmayan ama aşkla çoğalttıkları bu eşyalar nedir? eşya mistisizmi! bulmanın, almanın, satmanın tarifsiz sevinci. tanrı, tarifsiz bir sevinçtir!
bitpazarı, kibir pazarıdır. herhangi birinin getirdiği mala iyi gözle bakmazlar. küçümser, önemsemez görünür, inanılmaz aşağılayıcı küçük paralar teklif ederler. satıcının yüzüne dahi bakmaz; ancak malı bir şekilde ele geçirince, o mal dünyanın en değerli eşyası oluverir. kimseye göstermek, satmak istemez, vurdumduymaz, burnu havada tuzu kuru pozlar içinde, mala dokundukça elleri titrer, ürperir. günü vakit vakit yaşarlar. malla aralarında bitmeyen ağır, koyu bir keder vardır. malın artık derin bir uykuyla ağırlaşmış gözlerini, kirli tırnaklarıyla çimcik çimcik deşip malın esrarını, markasını çözmek isterler.
kumarhaneye en yakın meslek eskicilik; dindar, tarikatçı kumarbazların yurdu. soyut kağıtların şansları değil, eşyalar işlevi ve anlamını o kadar yitirmiş, o kadar benzemezleşmiştir ki, bir saat dişlisi sinek ikiliye, bir eski ayakkabı pençesi maça üçlüsüne, bir eski telefon kabı o günü yenecek, hayat oyununu kazanacak, mutlu edecek kupa dörtlüye dönmüştür.
bitpazarlarının yalnızlık duygusuyla derin ilişkisi var. bitpazarları, kayıp zamanların kayıp eşyalarını sunar bize. alışveriş zarafetinin kovulduğu büyük pazarların, mağazaların aksine, alışverişin bir sanatçı zarafetiyle yaşatıldığı yerlerdir. tiyatro hayatın sadizmini, bitpazarı acımasız ekonominin sadizmini yok eder. ekonominin yeraltıdır bitpazarı. acımasız piyasanın hala yaşayan vicdanıdır. onurumuz kırılmadan alışveriş yapacağımız tek yerdir.
ne ararsan mutlaka bulacağın bir insan bohçası bitpazarı. bulmak, bulmak, sürekli bir bulmak sevinci yaşarız orda. bitpazarı içimizde şifrelenmiş umutların gerçeğe açılan kapıları.
bitpazarı, numune hastanesi'nin tam karşısında, hergele meydanı denilen mevkide, ankara'nın yıkık, dökük, geçilemeyen dar sokakları, kullanılmayan köhne evleri içinde. olur olmaz şeylere para vermeyeyim diye üstüme sadece taksi parası aldım, daha girişte hacı taşan'ın eski kasetlerini bulunca, eve yürüyerek dönmek zorunda kaldım. çok soğuk ve çok yıpranmış, üst üste yığılmış binlerce pantolon, ceket, ayakkabı, artık elbise fırçası değil, zımparayla temizleniyorlar. hepsi ihtiyar ve karışık sakallı satıcılar! inanmayacaksınız, geceliği beş yüz bin liraya dahi otel var burda. satıcıların incecik kaburga kemiklerinden farksız küçük tahta tezgahları! kurum ve toz toprakla kararmış tüm camları! eski evlerin tahtaları paramparça! bitmeyen bir gürültü! en tenha sokakları dahi incik cincik dolu, odun kömürcüsünün içinde cd satışları! bitpazarlarının yalnızlık duygusuyla derin ilişkisi var. yalnız ihtiyarların çöp evlerini düşünün, yalnızlık duygusu derinleştikçe arama duygusu hızlanır. bin bir gece masalından felsefeye, psikiyatrinin tüm kavramlarına, her kalpten bir kırık var burda; umut, bekleyiş, sabır, biriktirme, şans, tesadüf! gel ankaralı, gel! şekli şemali hiç değişmeyen bitpazarı, tüm tarihe ve tüm uygarlığa hiç değişmeyişi ve hiç gelişmeyişiyle meydan okur. yaşlı bir kocakarının hala çalımlı bakışlı entarisini orda bulursunuz. modayla, dampingle, promosyonla, büyük hastalıklar yaşayan modern piyasaya karşı bitpazarı yorgun ve inatçı tavrıyla hala dünyada ilk kurulan pazarların tadını neşesini getirir bize! bitpazarları, kayıp zamanların kayıp eşyalarını sunar bize. ölülerin eşyalarına bu denli rağbet, ürkütücü ve şaşırtıcı. alışveriş zarafetinin kovulduğu büyük pazarların, mağazaların aksine, alışverişin bir sanatçı zarafetiyle yaşatıldığı yerlerdir! burası gerçek ekonomi değil, ekonominin tiyatrosu! tiyatro hayatın sadizmini, bitpazarı acımasız ekonominin sadizmini yok eder. ekonominin yeraltıdır bitpazarı. acımasız piyasanın hala yaşayan vicdanıdır. onurumuz kırılmadan alışveriş yapacağımız tek yerdir. bitpazarında kötü yoktur. ne satıcı kötü, ne eşya kötü. ilahi bir sevimliliği vardır, piyasaların tapınağıdır bitpazarı. hayatlarımızın paryaları döndürür bu eski zaman değirmenini. eskiciler toplumun küçük bir klanı, kronik işsiz ve ayaktakımına en yakın insanlar. üç beş kuruşa eyvallah demeyen, mala tamahkar davranmayan, hızla alıp hızla elden çıkartan bu adamlar, akşama kalan maldan nefret eder, sokuverirler bir deliğe..
hiçbir işe yaramayan ama tutkuyla kapışılan bu nesneler nedir? hiçbir değeri olmayan ama aşkla çoğalttıkları bu eşyalar nedir? eşya mistisizmi! bulmanın, almanın, satmanın tarifsiz sevinci. tanrı, tarifsiz bir sevinçtir!
bitpazarı, kibir pazarıdır. herhangi birinin getirdiği mala iyi gözle bakmazlar. küçümser, önemsemez görünür, inanılmaz aşağılayıcı küçük paralar teklif ederler. satıcının yüzüne dahi bakmaz; ancak malı bir şekilde ele geçirince, o mal dünyanın en değerli eşyası oluverir. kimseye göstermek, satmak istemez, vurdumduymaz, burnu havada tuzu kuru pozlar içinde, mala dokundukça elleri titrer, ürperir. günü vakit vakit yaşarlar. malla aralarında bitmeyen ağır, koyu bir keder vardır. malın artık derin bir uykuyla ağırlaşmış gözlerini, kirli tırnaklarıyla çimcik çimcik deşip malın esrarını, markasını çözmek isterler.
kumarhaneye en yakın meslek eskicilik; dindar, tarikatçı kumarbazların yurdu. soyut kağıtların şansları değil, eşyalar işlevi ve anlamını o kadar yitirmiş, o kadar benzemezleşmiştir ki, bir saat dişlisi sinek ikiliye, bir eski ayakkabı pençesi maça üçlüsüne, bir eski telefon kabı o günü yenecek, hayat oyununu kazanacak, mutlu edecek kupa dörtlüye dönmüştür.
bitpazarlarının yalnızlık duygusuyla derin ilişkisi var. bitpazarları, kayıp zamanların kayıp eşyalarını sunar bize. alışveriş zarafetinin kovulduğu büyük pazarların, mağazaların aksine, alışverişin bir sanatçı zarafetiyle yaşatıldığı yerlerdir. tiyatro hayatın sadizmini, bitpazarı acımasız ekonominin sadizmini yok eder. ekonominin yeraltıdır bitpazarı. acımasız piyasanın hala yaşayan vicdanıdır. onurumuz kırılmadan alışveriş yapacağımız tek yerdir.
ne ararsan mutlaka bulacağın bir insan bohçası bitpazarı. bulmak, bulmak, sürekli bir bulmak sevinci yaşarız orda. bitpazarı içimizde şifrelenmiş umutların gerçeğe açılan kapıları.
26.08.2008
devletin yanıtı
oya baydar
1970-1980 dönemi, türkiye'de toplumsal sınıfların, özellikle işçi ve emekçi kesimlerin hareketlendiği; aslında emekleme dönemini yaşayan, kitlelere inmemiş, deneyimsiz, bölük pörçük bir solun, hazır olmadığı iktidara -onların deyimiyle devrime- yürüdüğünü sandığı dönemdir. buna izin verilmeyeceği açıktı. soğuk savaş dönemi koşullarında, nato ülkelerinin hemen hemen tümünde devlet içinde oluşturulmuş, 1990'lardan sonra sancılı veya sancısız biçimde pasifize edilmiş, dağıtılmış gladio tipi gizli örgütlenme, bu dönemde türkiye'de gerçek işlevini buldu. devlet içindeki bu gizli nüvenin kendini saklamaya gerek duymadan ilk ortaya çıkışı 12 mart döneminde, "kontrgerilla" adı altında oldu. soldaki örgüt ve kişilerden, daha çok ordu bağlantılı ve sol darbe eğilimli olanlar tutuklanıp işkenceyle sorgulanırken, çoğu tanınmış yazar, aydın, subay olan bu kişilere, gözleri bağlı götürüldükleri yerde "burası genelkurmay'a bağlı kontrgerilla merkezi. buradan sağ çıkıp çıkmamanız bizim ve itiraf ederseniz tabii sizin elinizdedir." deniliyordu.
aslında yapılan bir hesap hatasıydı. 12 mart rejiminin bu kadar kısa süreceği, dünya ve türkiye koşullarının demokrasiye dönüşü umulandan öne alacağı hesaplanmamıştı. sonraları, varlığı dönemin tüm yetkilileri tarafından inkar edilse de, kontrgerilla gladio tipi örgütlenmeye verilen adlardan sadece bir tanesiydi.
1973 seçimleriyle demokrasiye geçildikten sonra, devletin bu yapısına dokunulamadı, dokunulmak da istenmedi. çünkü sol, giderek büyüyen bir tehlike olarak algılanıyordu. bu dönemin kısa bir panoraması; kanlı eylemler, terör, anarşi, ayaklanma provaları, sınıf savaşı veren sendikalar, gladio'nun tetikçi kadrolarını devşirdiği faşizan hareket, işçi hareketini denetimi altında tutar gibi görünen -ki bu sadece görünüşten ve devletin yanlış değerlendirmesinden ibaretti- yarı legal komünist partisi, sayıları kırkı aşan önemli önemsiz, irili ufaklı sosyalist parti ve gruplar, sadece ideolojik değil, aynı zamanda silahlı savaş vermeye çalışan, bir bölümü devlet içindeki gizli nüvenin kontrolündeki silahlı sol örgütlenmeler, derin bir istikrarsızlık ve güvensizlik ortamında çökmüş bir ekonomi ve şaşkın bir sermaye kesimi, iktidarsız iktidarlar, birbirini izleyen zayıf hükümetler olarak çizilebilir.
1976 yılında 1 mayıs, cumhuriyet tarihinde ilk kez yüz binlerce işçinin katılımıyla işçi bayramı olarak kutlandı. hazırlıklar devletçe biliniyor, izleniyordu; ama böyle bir kalabalık ve coşku beklenmiyordu. üstelik, işçi hareketine ve alana hakim olan siyasal gücün, 1920'lerden beri gizli çalışan, varlığıyla yokluğu belli olmayan, 1930'lardan beri dağıldığı ve türkiye dışına çıktığı sanılan, merkezi de kökü de dışarda olan türkiye komünist partisi olduğu istihbaratı vardı. işçi hareketi ilk kez gerçekten tehlikeli olma istidadı gösteriyordu ve ne pahasına olursa olsun bastırılması, geriletilmesi, pasifize edilmesi gerekmekteydi.
1970-1980 dönemi, türkiye'de toplumsal sınıfların, özellikle işçi ve emekçi kesimlerin hareketlendiği; aslında emekleme dönemini yaşayan, kitlelere inmemiş, deneyimsiz, bölük pörçük bir solun, hazır olmadığı iktidara -onların deyimiyle devrime- yürüdüğünü sandığı dönemdir. buna izin verilmeyeceği açıktı. soğuk savaş dönemi koşullarında, nato ülkelerinin hemen hemen tümünde devlet içinde oluşturulmuş, 1990'lardan sonra sancılı veya sancısız biçimde pasifize edilmiş, dağıtılmış gladio tipi gizli örgütlenme, bu dönemde türkiye'de gerçek işlevini buldu. devlet içindeki bu gizli nüvenin kendini saklamaya gerek duymadan ilk ortaya çıkışı 12 mart döneminde, "kontrgerilla" adı altında oldu. soldaki örgüt ve kişilerden, daha çok ordu bağlantılı ve sol darbe eğilimli olanlar tutuklanıp işkenceyle sorgulanırken, çoğu tanınmış yazar, aydın, subay olan bu kişilere, gözleri bağlı götürüldükleri yerde "burası genelkurmay'a bağlı kontrgerilla merkezi. buradan sağ çıkıp çıkmamanız bizim ve itiraf ederseniz tabii sizin elinizdedir." deniliyordu.
aslında yapılan bir hesap hatasıydı. 12 mart rejiminin bu kadar kısa süreceği, dünya ve türkiye koşullarının demokrasiye dönüşü umulandan öne alacağı hesaplanmamıştı. sonraları, varlığı dönemin tüm yetkilileri tarafından inkar edilse de, kontrgerilla gladio tipi örgütlenmeye verilen adlardan sadece bir tanesiydi.
1973 seçimleriyle demokrasiye geçildikten sonra, devletin bu yapısına dokunulamadı, dokunulmak da istenmedi. çünkü sol, giderek büyüyen bir tehlike olarak algılanıyordu. bu dönemin kısa bir panoraması; kanlı eylemler, terör, anarşi, ayaklanma provaları, sınıf savaşı veren sendikalar, gladio'nun tetikçi kadrolarını devşirdiği faşizan hareket, işçi hareketini denetimi altında tutar gibi görünen -ki bu sadece görünüşten ve devletin yanlış değerlendirmesinden ibaretti- yarı legal komünist partisi, sayıları kırkı aşan önemli önemsiz, irili ufaklı sosyalist parti ve gruplar, sadece ideolojik değil, aynı zamanda silahlı savaş vermeye çalışan, bir bölümü devlet içindeki gizli nüvenin kontrolündeki silahlı sol örgütlenmeler, derin bir istikrarsızlık ve güvensizlik ortamında çökmüş bir ekonomi ve şaşkın bir sermaye kesimi, iktidarsız iktidarlar, birbirini izleyen zayıf hükümetler olarak çizilebilir.
1976 yılında 1 mayıs, cumhuriyet tarihinde ilk kez yüz binlerce işçinin katılımıyla işçi bayramı olarak kutlandı. hazırlıklar devletçe biliniyor, izleniyordu; ama böyle bir kalabalık ve coşku beklenmiyordu. üstelik, işçi hareketine ve alana hakim olan siyasal gücün, 1920'lerden beri gizli çalışan, varlığıyla yokluğu belli olmayan, 1930'lardan beri dağıldığı ve türkiye dışına çıktığı sanılan, merkezi de kökü de dışarda olan türkiye komünist partisi olduğu istihbaratı vardı. işçi hareketi ilk kez gerçekten tehlikeli olma istidadı gösteriyordu ve ne pahasına olursa olsun bastırılması, geriletilmesi, pasifize edilmesi gerekmekteydi.
devletin cevabı bir yıl sonra, 1 mayıs 1977'de geldi. alanda toplanmış olanların üzerine, resmi söyleme göre "bilinmeyen", gerçekte kontrterör, kontrgerilla, gladio -adı önemli değil- bu misyona yıllardan beri hazırlanan odak tarafından açılan ateş altında otuzdan fazla insan öldü, yüzlercesi yaralandı. daha önce bu çapta bir kitle katliamı yaşamamış olan sol kesim açısından beklenmedik bir saldırıydı bu. hemen bir hafta sonra ana muhalefet partisi liderine seçim mitinginde suikast yapılacağı ihbarı, hem de dönemin başbakanından geldi.
işçi hareketi yükseldikçe ve sola kayma belirtileri gösterdikçe terör artıyor, kontrterör örgütü, daha doğrusu mekanizması giderek güçleniyor, hatta bağımsızlaşıyordu. devletin legal güçleri ve sorumluları da şaşkındı; ama müdahaleye güçleri ve niyetleri yoktu. 1970'lerin sonuna, 78'lere, 79'lara gelindiğinde, terör, anarşi ve kaos herkesin boyunu aşmış; özellikle demokrat aydınları, öncü işçileri, sendikaları hedef alan vahşi siyasal cinayetler, bir sağ-sol çatışması görünümü altında toplumu tümüyle destabilize etmişti.
25.08.2008
nostalji
svetlana boym
nostalji, modern zaman fikrine, tarih ve ilerlemenin zamanına karşı bir isyandır. nostaljik kişiler tarihi silmek ve özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek, zamanı mekan gibi yeniden ziyaret etmek isterler; insanlığın başına bela olan zamanın geri çevrilmezliğine boyun eğmeyi reddederler.
nostalji, özlemin bizi diğer insanlara karşı daha empatik yapabilmesi anlamında paradoksaldır; ancak özlemi aidiyetle, yitirilenle ilgili kaygıyı kimliğin yeniden keşfiyle düzeltmeye çalıştığımız an, genellikle yollarımızı ayırır ve karşılıklı anlayışa son veririz. algia (özlem) paylaştığımız şey, nostos (eve dönüş) ise bizi bölen şeydir. günümüzde birçok güçlü ideolojinin özünü oluşturan, bizi duygusal bağlılık uğruna eleştirel düşünceyi bırakmaya ayartan ideal evi yeniden inşa etme vaadidir. nostaljinin tehlikeli yanı, gerçek evle hayali evi birbirine karıştırma eğiliminde olmasıdır. aşırı durumlarda hayali bir anayurt, insanın uğruna ölmeye ya da öldürmeye hazır olduğu bir anayurt yaratabilir nostalji. üstünde pek düşünülmeyen nostalji, canavarlar yaratır. yine de duygunun kendisi, yerinden edilmenin ve zamanın tersine çevrilmezliğinin yası, modern insanlık koşulunun tam kalbindedir.
nostaljinin nesnesi göründüğünden daha uzaktır. nostalji asla düz anlamlı değildir, her zaman yalındır. nostaljiyi dış görünüşüne bakarak değerlendirmek hata olur. nostaljik yeniden inşalar taklide dayalıdır; geçmiş şimdinin ya da arzulanan geleceğin suretinde yeniden yaratılır; kolektif tasarımları kişisel arzulara benzetmek -ve tersi- için çaba harcanır.
geçicilikle mest olan, geleneğe nostaljiyle bakan şair, olmamış ama olabilecek şeylerin matemini duyar.
ulusal farkındalığın cemaatin içinden değil, dışından geliyor olması şaşırtıcı değildir. yok olmaya yüz tutmuş dünyanın bütünlüğünü belli bir mesafeden gören, romantik gezgindir. seyahat ona perspektif kazandırır. yabancının bakış açısı yerli idili şekillendirir. nostaljik kişi asla yerli değildir; aksine her zaman için yerel ile evrenseli dolayımlayan yerinden olmuş insandır.
çoğu zaman insansevmezlerle karıştırılan melankolikler, aslında insanlık için çok büyük umutları olan ütopik hayalcilerdir.
nostalji, modern zaman fikrine, tarih ve ilerlemenin zamanına karşı bir isyandır. nostaljik kişiler tarihi silmek ve özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek, zamanı mekan gibi yeniden ziyaret etmek isterler; insanlığın başına bela olan zamanın geri çevrilmezliğine boyun eğmeyi reddederler.
nostalji, özlemin bizi diğer insanlara karşı daha empatik yapabilmesi anlamında paradoksaldır; ancak özlemi aidiyetle, yitirilenle ilgili kaygıyı kimliğin yeniden keşfiyle düzeltmeye çalıştığımız an, genellikle yollarımızı ayırır ve karşılıklı anlayışa son veririz. algia (özlem) paylaştığımız şey, nostos (eve dönüş) ise bizi bölen şeydir. günümüzde birçok güçlü ideolojinin özünü oluşturan, bizi duygusal bağlılık uğruna eleştirel düşünceyi bırakmaya ayartan ideal evi yeniden inşa etme vaadidir. nostaljinin tehlikeli yanı, gerçek evle hayali evi birbirine karıştırma eğiliminde olmasıdır. aşırı durumlarda hayali bir anayurt, insanın uğruna ölmeye ya da öldürmeye hazır olduğu bir anayurt yaratabilir nostalji. üstünde pek düşünülmeyen nostalji, canavarlar yaratır. yine de duygunun kendisi, yerinden edilmenin ve zamanın tersine çevrilmezliğinin yası, modern insanlık koşulunun tam kalbindedir.
nostaljinin nesnesi göründüğünden daha uzaktır. nostalji asla düz anlamlı değildir, her zaman yalındır. nostaljiyi dış görünüşüne bakarak değerlendirmek hata olur. nostaljik yeniden inşalar taklide dayalıdır; geçmiş şimdinin ya da arzulanan geleceğin suretinde yeniden yaratılır; kolektif tasarımları kişisel arzulara benzetmek -ve tersi- için çaba harcanır.
geçicilikle mest olan, geleneğe nostaljiyle bakan şair, olmamış ama olabilecek şeylerin matemini duyar.
ulusal farkındalığın cemaatin içinden değil, dışından geliyor olması şaşırtıcı değildir. yok olmaya yüz tutmuş dünyanın bütünlüğünü belli bir mesafeden gören, romantik gezgindir. seyahat ona perspektif kazandırır. yabancının bakış açısı yerli idili şekillendirir. nostaljik kişi asla yerli değildir; aksine her zaman için yerel ile evrenseli dolayımlayan yerinden olmuş insandır.
çoğu zaman insansevmezlerle karıştırılan melankolikler, aslında insanlık için çok büyük umutları olan ütopik hayalcilerdir.
neandertal
arthur koestler
neandertal dünyada ilk kez göründüğünde maymunlar gülmeyi biliyorlardı mutlaka. üst düzeyde uygarlaşmış maymunlar daldan dala zarafetle atlarken neandertal adam beceriksizce yerlerde sürünüyordu. doygun ve barışçıl maymunlar birtakım hoş oyunlarlarla vakit geçirir ya da felsefi bir dalgınlıkla sinek avlamakla oyalanırken asık suratlı neandertal elinde sopa oraya buraya vurarak dünyada kendine yol çizmeye çalışıyordu.
maymunlar dalgalarını geçerek ağaç tepelerinden onu seyrediyor, arada kafasına ceviz falan atıyorlardı. bazen de dehşete düştükleri oluyordu: kendileri ağaçlardan topladıkları meyveleri, buldukları tatlı taze bitkileri büyük bir zarafetle yerken neandertal'in çiğ etleri dişlediğini, başka hayvanları hatta kendi cinsini boğazladığını görüyorlardı. üstelik yıllar yılı aynı yerde durmuş ağaçları kesiyor, zamanın kutsallaştırdığı kayaları yerinden oynatıyor, ormanın her türlü yasa ve geleneğini fütursuzca çiğniyordu. kaba sabaydı, zalimdi, her türlü hayvansal vakardan yoksundu; üst düzeyde gelişmiş olan maymunların gözünde tarihin barbarlık dönemine dönüşünün simgesiydi.
şempanze türünün dünyada kalmış son örnekleri, bir insanoğlu gördüler mi hâlâ tiksintiyle başlarını çevirirler.
neandertal dünyada ilk kez göründüğünde maymunlar gülmeyi biliyorlardı mutlaka. üst düzeyde uygarlaşmış maymunlar daldan dala zarafetle atlarken neandertal adam beceriksizce yerlerde sürünüyordu. doygun ve barışçıl maymunlar birtakım hoş oyunlarlarla vakit geçirir ya da felsefi bir dalgınlıkla sinek avlamakla oyalanırken asık suratlı neandertal elinde sopa oraya buraya vurarak dünyada kendine yol çizmeye çalışıyordu.
maymunlar dalgalarını geçerek ağaç tepelerinden onu seyrediyor, arada kafasına ceviz falan atıyorlardı. bazen de dehşete düştükleri oluyordu: kendileri ağaçlardan topladıkları meyveleri, buldukları tatlı taze bitkileri büyük bir zarafetle yerken neandertal'in çiğ etleri dişlediğini, başka hayvanları hatta kendi cinsini boğazladığını görüyorlardı. üstelik yıllar yılı aynı yerde durmuş ağaçları kesiyor, zamanın kutsallaştırdığı kayaları yerinden oynatıyor, ormanın her türlü yasa ve geleneğini fütursuzca çiğniyordu. kaba sabaydı, zalimdi, her türlü hayvansal vakardan yoksundu; üst düzeyde gelişmiş olan maymunların gözünde tarihin barbarlık dönemine dönüşünün simgesiydi.
şempanze türünün dünyada kalmış son örnekleri, bir insanoğlu gördüler mi hâlâ tiksintiyle başlarını çevirirler.
24.08.2008
hayat, o sevgili
marcel proust
hırs insanı şan ve şöhretten daha çok sarhoş eder; arzu her şeyi yeşertirken sahip oluş soldurur; hayatı yaşamaktansa düşlemek yeğdir; kaldı ki yaşamak da bir bakıma hayatı düşlemektir; ama hem gizemi hem de netliği azalmış bir düştür bu; geviş getiren hayvanların cılız bilincindeki dağınık düşlere benzer, karanlık ve ağır bir düş.
shakespeare'in oyunları çalışma odasında seyredildiğinde tiyatrodaki temsillerinden daha güzeldir.
ölümsüz sevdalılar yaratmış şairlerin çoğu bayağı han hizmetçilerinden başkasıyla birlikte olmamışlardır; öte yandan en çok gıpta edilen zevk düşkünleri sürdükleri, daha doğrusu sürüklendikleri hayatı kavrayamazlar.
tanıdığım sağlıksız, hayal gücü yaşına göre çok gelişkin, on yaşındaki bir oğlan çocuğu kendinden büyük bir kıza platonik bir aşkla bağlanmıştı. onu sokaktan geçerken görebilmek için saatler boyu pencerenin önünde oturur, göremezse ağlar, görürse daha da çok ağlardı. onunla pek nadiren ve pek kısa süreler bir arada bulunabiliyordu. uykudan, yemekten kesildi. günün birinde pencereden aşağı atladı. önce sevdiğine yaklaşamadığı için umutsuzluğa kapılıp intihara karar verdiği sanıldı. sonra aksine, onunla kısa süre önce uzun uzun konuştuğu öğrenildi; kız ona çok sevecen davranmıştı. bunun üzerine, belki bir daha hiç tekrarlanmayacak olan bu sarhoşluğun ardından yaşayacağı yavan hayattan vazgeçtiği düşünüldü. nihayet sık sık içini döktüğü bir arkadaşının anlattıklarından, düşlerinin kraliçesini her görüşünde bir hüsran yaşadığı sonucuna varıldı; ama kız uzaklaştığı anda bereketli hayal gücü kız çocuğuna yokluğunda bütün iktidarını tekrar kazandırıyor, oğlan onu tekrar görmek istiyordu. her defasında uğradığı hüsranı koşulların uygunsuzluğuna, tesadüfi bir sebebe yoruyordu. ustalaşmış hayal gücünün sevdiğini ulaşabileceği en yüksek mükemmellik seviyesine getirdiği o son görüşmenin ardından, o kusurlu mükemmelliği kendi hayatını ve ölümünü besleyen mutlak mükemmelliyetle umutsuzca kıyaslayıp pencereden atlamıştı. daha sonra zihinsel özürlü olarak uzun zaman yaşadı; düşüşünün ardından ruhunu, zihnini, görüştüğü ama görmediği sevgilisinin sesini unuttu. kız onca yakarıya ve tehdide rağmen onunla evlendi ve yıllar sonra, kendini hatırlatmayı başaramayarak öldü.
hayat da o sevgili gibidir. onu düşler, düşledikçe severiz. yaşamaya kalkışmamak gerekir; tıpkı o oğlan çocuğu gibi aptallığa atarız kendimizi; bir anda değil ama; çünkü hayatta her şey fark edilmeyen nüanslarla ilerler. on yılın sonunda artık düşlerimizi tanıyamaz, onları inkar eder, sığırlar gibi, o an çiğnenecek ot uğruna yaşarız. ölümle evliliğimizden bilinçli ölümsüzlüğümüzün doğup doğmayacağını ise kim bilebilir?
hırs insanı şan ve şöhretten daha çok sarhoş eder; arzu her şeyi yeşertirken sahip oluş soldurur; hayatı yaşamaktansa düşlemek yeğdir; kaldı ki yaşamak da bir bakıma hayatı düşlemektir; ama hem gizemi hem de netliği azalmış bir düştür bu; geviş getiren hayvanların cılız bilincindeki dağınık düşlere benzer, karanlık ve ağır bir düş.
shakespeare'in oyunları çalışma odasında seyredildiğinde tiyatrodaki temsillerinden daha güzeldir.
ölümsüz sevdalılar yaratmış şairlerin çoğu bayağı han hizmetçilerinden başkasıyla birlikte olmamışlardır; öte yandan en çok gıpta edilen zevk düşkünleri sürdükleri, daha doğrusu sürüklendikleri hayatı kavrayamazlar.
tanıdığım sağlıksız, hayal gücü yaşına göre çok gelişkin, on yaşındaki bir oğlan çocuğu kendinden büyük bir kıza platonik bir aşkla bağlanmıştı. onu sokaktan geçerken görebilmek için saatler boyu pencerenin önünde oturur, göremezse ağlar, görürse daha da çok ağlardı. onunla pek nadiren ve pek kısa süreler bir arada bulunabiliyordu. uykudan, yemekten kesildi. günün birinde pencereden aşağı atladı. önce sevdiğine yaklaşamadığı için umutsuzluğa kapılıp intihara karar verdiği sanıldı. sonra aksine, onunla kısa süre önce uzun uzun konuştuğu öğrenildi; kız ona çok sevecen davranmıştı. bunun üzerine, belki bir daha hiç tekrarlanmayacak olan bu sarhoşluğun ardından yaşayacağı yavan hayattan vazgeçtiği düşünüldü. nihayet sık sık içini döktüğü bir arkadaşının anlattıklarından, düşlerinin kraliçesini her görüşünde bir hüsran yaşadığı sonucuna varıldı; ama kız uzaklaştığı anda bereketli hayal gücü kız çocuğuna yokluğunda bütün iktidarını tekrar kazandırıyor, oğlan onu tekrar görmek istiyordu. her defasında uğradığı hüsranı koşulların uygunsuzluğuna, tesadüfi bir sebebe yoruyordu. ustalaşmış hayal gücünün sevdiğini ulaşabileceği en yüksek mükemmellik seviyesine getirdiği o son görüşmenin ardından, o kusurlu mükemmelliği kendi hayatını ve ölümünü besleyen mutlak mükemmelliyetle umutsuzca kıyaslayıp pencereden atlamıştı. daha sonra zihinsel özürlü olarak uzun zaman yaşadı; düşüşünün ardından ruhunu, zihnini, görüştüğü ama görmediği sevgilisinin sesini unuttu. kız onca yakarıya ve tehdide rağmen onunla evlendi ve yıllar sonra, kendini hatırlatmayı başaramayarak öldü.
hayat da o sevgili gibidir. onu düşler, düşledikçe severiz. yaşamaya kalkışmamak gerekir; tıpkı o oğlan çocuğu gibi aptallığa atarız kendimizi; bir anda değil ama; çünkü hayatta her şey fark edilmeyen nüanslarla ilerler. on yılın sonunda artık düşlerimizi tanıyamaz, onları inkar eder, sığırlar gibi, o an çiğnenecek ot uğruna yaşarız. ölümle evliliğimizden bilinçli ölümsüzlüğümüzün doğup doğmayacağını ise kim bilebilir?
23.08.2008
hamlet
william shakespeare
büyük sevgide, küçük kuşkular korkuya döner
küçük korkular büyüdükçe artar büyük sevgiler
amansız derde ya amansız deva bulacaksın
ya hiç dokunmayacaksın
koca imparator sezar ölüp toprak olunca
bir deliği tıkayabilir rüzgara karşı
ey bir zamanlar dünyayı titreten kasırga
şimdi duvarda harç, kışın soğuğuna karşı
ister istemez olacak bir şeyi
olmasını herkesin olağan saydığı bir şeyi
neden yadırgayıp boşuna hayıflanmalı
kötü işler gömülse de yerin dibine
çıkar bir gün insanların gözü önüne
namusun ta kendisi bile
kurtaramaz kendini çamur atandan
düşüncelerinin ağzı dili olmayacak
aşırı hiçbir düşüncenin ardına düşmek yok
teklifsiz ol, bayağı olma
dostların arasında denenmiş olanları
çelik halkalarla bağla yüreğine
ama her zıpçıktı, acemi çaylak arkadaşı da
el üstünde tutup elini kirletme
kavga etmekten sakın; ama ettin mi de
öylesine et ki korksunlar senden
herkese kulağını ver, sesini verme
herkese akıl danış, kendi aklını sakla
kesenin elverdiği kadar iyi giyin
zengin ama gösterişsiz olsun giydiğin
çünkü kıyafet insanın mihengidir çok kez
ne borç ver ne de borç al; çünkü borç vermek
çok kez hem paranı yitirmektir hem dostunu
borç almaksa tutum gücünü yıpratır
her şeyden önce de kendi kendinle doğru ol
o zaman, gece gündüze varır gibi
sen de aldatmaz olursun kimseyi
deliliğin insana bulduruverdiklerini
sağlam akıl yumurtlayamaz kolay kolay
tutkunun özü bir rüyanın gölgesidir sadece
öyle sersemce kuşkulu oluyor ki suçlu insan
kendi kuyusunu kazıyor korkusuyla
en zayıfları en çok sarsar gergin düşünce
insan sevdikçe güzelleşir, güzelleşince de
bir pırıltı verir dünyaya kendinden
sevdiği yok olup gitse bile
bir şey var sevginin alevleri içinde
kendi kendini yiyen bir fitil, bir kömür var
ilk hızını bir daha bulamıyor sevgi
iyilik bile, bir sıtma ateşi gibi yükselip
kendi aşırılığıyla öldürür kendini
gençlikte sevdiğim, sevdiğim zaman
yaşamak ne güzeldi
ne çabuk geçerdi günler o zaman
gönül kanmak bilmezdi
şunu bil ki en derin hesaplar boşa gider de
akılsız davranış işe yarar bazen
demek ki tanrısal bir güç karışıp işe
biz ne taslaklar çizersek çizelim
son biçimi o veriyor kaderimize
belalı iştir
ufak tefek insanların araya girmesi
büyük kılıçlar vuruşup şimşekler çıkarırken
22.08.2008
gazete okurlarına yönerge
horst bienek
sınayın her sözcüğü
sınayın her satırı
asla unutmayın
bir tümceyle
tam karşıtı tümce de
anlatılabilir
kuşkulanın
koyu puntolu başlıklardan
onlar en önemli noktayı gizlerler kuşkulanın
başyazılardan
ilanlardan
okur çizelgelerinden
okur mektuplarından
ve hafta sonu söyleşilerinden
kamuoyu araştırıcılarının anketleri de
manipüle edilmiştir
karışık konulu haberler
buluşçu redaktörlerin eseridir
kuşkulanın sanat sayfalarından
tiyatro eleştirilerinden
kitaplar çoğunlukla
daha iyidir eleştirmenlerinden
okuyun onların görmezden geldiklerini
kuşkulanın şairlerden de
yazdıklarında her şey daha güzel
ve zaman dışı gibidir
ama daha sahici, daha hakiki değildir
sınamadan
kabul etmeyin
ne sözcükleri ne nesneleri
ne hesabı ne bisikleti
ne sütü ne üzümü
ne yağmuru ne tümceleri
tutun onları, tadın onları, çevirin dört bir yana
madeni bir para gibi alın dişlerinizin arasına
dayanıklı mı? yarayışlı mı? hoşunuza gitti mi?
ateş hala ateş mi ve yapraklar hala yapraklar mı
uçak uçak mı ve isyan isyan mı
bir gül hala bir gül mü, hala bir gül mü?
son vermeyin
gazetelerinizden kuşkulanmaya
redaktörler ve
hükümetler değişse bile
şehrin aynaları
elif şafak
luis de leon: hayat denizi sakin olduğunda, daha da korkunçtur; çünkü sükunetin ortasında fırtına saklıdır.
şehrin mizacı hodbin, hikayesi hazin, hafızası derindi.
onlar işledikleri günahlardan ötürü ölmüyorlar, ilk günahtan ötürü ölüyorlar.
geçmişin ardından gözyaşı dökmek de manasızdı, adına dövüşmek de. ve geçmişi sıla belleyenler ömür boyu gurbette yaşamaya mahkum olduklarına göre, ya hafızayı hatıralarsan uzaklaştırmak lazımdı ya da hatıraları ait oldukları zamandan. aksi takdirde, acıtırdı geçmiş; boş yere yaralanırdı insan.
sigmund freud: .. ilkin yaşanıp da, sonradan unutulmuş olayları travmalar diye niteliyoruz.
oysa tek şaşıran o değildi. sular durulduğunda, karaya vuran miguel'in yüzünde, beatriz'inkinden daha derin bir şaşkınlık gizliydi. anlaşılan, genç kadın için ilk olabileceğini daha önce aklından bile geçirmemişti. gerçi bunu fark ettiğinde, geri adım atamamış, çark edememişti ama böylesini sevmezdi; tıpkı kıpırtısızlığı ve teslimiyetçiliği sevmediği gibi. bir çiçek bile ah ederdi hoyratça dokunulduğunda; bakireler gıkını çıkarmazdı. bir ceset bile aşka gelirdi sarıp sarmalandığında; bakireler kıpırdamazdı. ve bir kader bile sermest olurdu içine şarap akıtıldığında; bakireler kafayı bulmazdı. hem sıkıcı hem de tehlikeli bulurdu onları. sıkıcıydılar çünkü hep el üstünde tutulmak ister, devamlı kendilerini naza çekerlerdi. tehlikeliydiler çünkü emsalsiz bir ihsanda bulunduklarını zannedip, borçlu konumuna düşürdüklerinden verdiklerinin karşılığını beklerlerdi. bakirelerden ziyade, ihtişamının fazlasıyla farkında olan, nasıl haz alıp haz verebileceğini bilen, kendi kendisiyle sevişebilen kadınları severdi. aynada kendine tebessüm edip öpücük gönderen kadınları severdi. durduk yerde meme uçlarını emebilmek için iki büklüm olup taklalar ve şen şakrak kahkahalar atan şehvetperest kadınları severdi. miguel pereira'nın gözünde kadın dediğin hem topraktı -bereketli, gani gani- hem suydu -amansız, gürül gürül- hem ateşti -sıcacık, cayır cayır- hem havaydı -deliduman, püfür püfür-. velhasıl, karmakarışıktı kadın vücudu; başı sonu olmayan, merkezi bulunmayan gizemli bir labirentti. o labirentte, çıkışa ulaşmak ümidiyle değil, tamamen kaybolabilmek için seviştiği kadının kendisine rehber olmasını isterdi. tıpkı seneler evvel, o yağmurlu sonbahar sabahında onun yaptığı gibi.
oysa beatriz'in bunları anlayabileceğinden emin değildi. o kendinin farkında değildi ki, fark edilsin. vücuduna dokunmamıştı ki, bir başkasının dokunuşundan keyif alsın. miguel'e göre, onun senelerdir üstüne kilit vurup sakladığı hazine, aslında beş para etmez bir bakır parçasıydı. aslolan perdenin açılması değil, perdenin ötesinde nelerin yattığıydı. fakat ona bunları anlatamazdı. bu sebepten, daha fazla batmadan paçayı kurtarmanın yollarını aramış; acıklı acıklı, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp durmuştu. beatriz ise, aşığının yüzündeki bu garip ifadeyi bir şükran nişanesi saymıştı.
jeanette winterson: her yolculuk kendi çizgileri içinde bir başka yolculuk gizler. sapılmayan dönemeç, unutulan acı.
hepsi birden, tek kelime etmeden aynı şeye, aynı yere bakıp kaldılar: küçük kızın saçlarına. saçları beyaza kesmiş, bembeyaz olmuştu. adı yaşlı kaldı bundan sonra. kadınlar, yaşlı'yı uğurlarken, ona doğduğu topraklarda bet bereket görmeyenlerin tez elden gurbete gitmeleri gerektiğini söylediler.
halil cibran: bu adamın [isa] acısının bir ayine dönüştürülmesi ne gariptir!
ilk taşı atan, ilk çiçeği verendi.
ismim, benden başkalarına söz etmen için lazım. oysa benden söz edersen, bir daha çıkmam karşına.
kadın inci gibidir isabel. bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. işte o an çıkıp geldiğinde, artık ona kimse mani olamaz. kendi bile.
cemil meriç: ummanların ötesinde bir altın şehir yok.
halil cibran: sen duyduklarına inanıyorsun. söylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği, sözcüklerinden daha yakındır gerçeğe.
her isim bir başlangıç demekti; her başlangıç, ayrı bir yol hikayeler haritasında. başka tercihi olmadığı için değil, olduğu halde yaşamaktı yakışan insana.
mezarlıkları severdi. onlara "matem kusan gümüş mesken" ismini vermişti.
ah çocuğum! bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse başkalarının gölgesinden. biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan.
korktuğun zaman bil ki, korku da cesaret de aynı çemberin parçalarıdır. bil ki çember senin içindedir. demek ki, korkak olduğun kadar cesur olabilirsin. ne kadar derine düşersen düş, bir o kadar yükseğe çıkabilirsin. çemberi hatırla. korkuya tosladığında, felakete uğradığında, çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir; ta ki zıt parçaya ulaşana dek. sebebi felaketin her neyse onun zıddına ulaşana dek.
cemil meriç: bana hakikati değil, kendini ver. kendini, yani rüyanı.
yedi temel günah, yedi melun hayvan, bilhassa kadınları pençesine alırdı. bunlardan ilki kıskançlık (yılan), ikincisi öfke (horoz), üçüncüsü şehvet (keçi), dördüncüsü açgözlülük (karakurbağası), beşincisi tembellik (katır), altıncısı gurur (tavuskuşu), yedinci ve son günah ise oburluktu (domuz).
fernando de rojas: bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü verirsiniz.
kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek
delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek
her tiyatro sahnesi büyük bir aynaydı, izleyicilere tutulmuş; ve her ayna büyük bir tiyatrı sahnesiydi, hayatın göbeğinde kurulmuş.
loştu kilise ve sanki boştu
bir sesten, bir notadan ibaretti koro ve adeta yoktu
tıpkı bir yel gibi taşıyordu müzik
incir ağaçlarının kokusunu
kanın mahremiyeti de incir gibi kokuyordu
an kopukluktu, zaman süreklilik. zaman nizamdı, an düzensizlik. akıl zamanın ellerinde yeşerirdi, sezgiyse anın. şeytan anın efendisiydi, tanrıysa zamanın.
ateşin içinde bir nem, bir atımlık barut, kül kahraman
zamanın içinde dem, bir sıkımlık canı, efendisi şeytan
bilge karasu: yabancının, hele bir şeylerden kaçmışının, büyülü bir parçalanmışlığı var.
spinoza: hür bir insanda, öyle ise, tam zamanında bir kaçış ve savaş, aynı ruh metinliğinin kanıtlarıdır.
cemil meriç: arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.
şu.. şu bakış var ya.. hani dünyada görülecek ne varsa gördüğünü, bilinecek ne varsa sırrına erdiğini zannedenlere mahsus. ağır, oturaklı, anlayışlı. hiç hata yapmayanların, ayağı kaymayanların, yalpalamayanların mağrur ifadesi. işte bu.. bu benim kanımı donduruyor. insan ilk defa gördüğü birine ilk defa görüyormuş gibi bakmalı. daha evvel gördüklerine bakar gibi değil. her yeni insan bir muamma demek; bilinmeyen bir şeyler var orada. çocuklar bilir bunu. yeni yürümeye başlayan çocuklar böyle bakar işte her şeye, hayretle.
gerdek gecesinin sabahında, karısını dizlerine oturtmuş şehzade. "dilediğince gez" demiş, "dilediğince yaşa bu kırk odalı evde. lakin, sakın ola kırkıncı kapıyı açmaya çalışma, kırkıncı kapının kilidini zorlama!" "peki" demiş genç kadın munis bir ifadeyle. kocası dışarı çıkar çıkmaz kırkıncı odanın önünde almış soluğu. hayret! kapı zaten açıkmış.
güneş için başka, deniz için başkaydı zaman
peki, iki ayrı cevaptan hangisiydi aslolan?
hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir.
tom robbins: kimseye söyleme ama dünya yusyuvarlak.
otların düşmanı yoktur, böceklerin de. yaşayıp giderler çünkü. bir de bana bak. ota benziyor muyum hiç ya da böceğe?
öfkeyi seviyorum, öfke de beni. öfkesi olmayanın aklından şüphe ederim zaten, ruhundan da.
halil cibran: kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var.
lucien febvre: akdeniz, yollardır.
batık gemilerle doludur akdeniz
oysa, nedense hep ufka bakar bütün yolcular
dönecek bir tavan arası yoktur bazen, ne de gidecek bir şehir. her yer aynıdır aslında, hiçbir yer aynı değil. gidebilmek sadece bir özlemdir kimilerinin dilinde, olmayacak duaya amin diyenler de çıkabilir. firar ederken kök salar kimileri, kök salarken firar edenler de olabilir. her merhalenin bir arpa boyu yol olması, telaşı olup da huzuru olmayanlara pek ağır gelebilir. öfkeli ruhlar nedense hep aynı tohumla rahme düşüp, hep aynı rüzgarla dehre gelir. bir bedçehre, başka bir bedçehrenin daha ilk bakışta okur şeceresini. o kadar azdırlar ki, kaybetmek istemezler birbirlerini. sevişirler, sevişmek iyi gelir bazen. taammüden öldürmek için hafızalarını, darı dünyadaki en münasip cinayet mekanını bulabilmek ümidiyle yollara düşerler. hep doğuyu gösterir pusulaları, gerçi dünya yuvarlaktır. sılasızdır kaçaklar, dolayısıyla gurbetsiz. hangi demde olursa olsun, onlar sadece birbirlerine aittir. aşk sonradan gelmez hiçbir zaman. varsa vardır, o kadar.
işte o zaman hançer dedi ki, bir canlıyı öldürmek başka bir şeydir, bir ölüyü öldürmekse bambaşka. gün gelir, yani öyle bir an çıkagelir ki, istisnasız herkes bir canlıyı öldürebilir. velhasıl, karıncayı bile incitmeyen, bir cana kastedebilir. fakat bir ölüyü öldürmek, bir cesedi pare pare etmek..
luis de leon: hayat denizi sakin olduğunda, daha da korkunçtur; çünkü sükunetin ortasında fırtına saklıdır.
şehrin mizacı hodbin, hikayesi hazin, hafızası derindi.
onlar işledikleri günahlardan ötürü ölmüyorlar, ilk günahtan ötürü ölüyorlar.
geçmişin ardından gözyaşı dökmek de manasızdı, adına dövüşmek de. ve geçmişi sıla belleyenler ömür boyu gurbette yaşamaya mahkum olduklarına göre, ya hafızayı hatıralarsan uzaklaştırmak lazımdı ya da hatıraları ait oldukları zamandan. aksi takdirde, acıtırdı geçmiş; boş yere yaralanırdı insan.
sigmund freud: .. ilkin yaşanıp da, sonradan unutulmuş olayları travmalar diye niteliyoruz.
oysa tek şaşıran o değildi. sular durulduğunda, karaya vuran miguel'in yüzünde, beatriz'inkinden daha derin bir şaşkınlık gizliydi. anlaşılan, genç kadın için ilk olabileceğini daha önce aklından bile geçirmemişti. gerçi bunu fark ettiğinde, geri adım atamamış, çark edememişti ama böylesini sevmezdi; tıpkı kıpırtısızlığı ve teslimiyetçiliği sevmediği gibi. bir çiçek bile ah ederdi hoyratça dokunulduğunda; bakireler gıkını çıkarmazdı. bir ceset bile aşka gelirdi sarıp sarmalandığında; bakireler kıpırdamazdı. ve bir kader bile sermest olurdu içine şarap akıtıldığında; bakireler kafayı bulmazdı. hem sıkıcı hem de tehlikeli bulurdu onları. sıkıcıydılar çünkü hep el üstünde tutulmak ister, devamlı kendilerini naza çekerlerdi. tehlikeliydiler çünkü emsalsiz bir ihsanda bulunduklarını zannedip, borçlu konumuna düşürdüklerinden verdiklerinin karşılığını beklerlerdi. bakirelerden ziyade, ihtişamının fazlasıyla farkında olan, nasıl haz alıp haz verebileceğini bilen, kendi kendisiyle sevişebilen kadınları severdi. aynada kendine tebessüm edip öpücük gönderen kadınları severdi. durduk yerde meme uçlarını emebilmek için iki büklüm olup taklalar ve şen şakrak kahkahalar atan şehvetperest kadınları severdi. miguel pereira'nın gözünde kadın dediğin hem topraktı -bereketli, gani gani- hem suydu -amansız, gürül gürül- hem ateşti -sıcacık, cayır cayır- hem havaydı -deliduman, püfür püfür-. velhasıl, karmakarışıktı kadın vücudu; başı sonu olmayan, merkezi bulunmayan gizemli bir labirentti. o labirentte, çıkışa ulaşmak ümidiyle değil, tamamen kaybolabilmek için seviştiği kadının kendisine rehber olmasını isterdi. tıpkı seneler evvel, o yağmurlu sonbahar sabahında onun yaptığı gibi.
oysa beatriz'in bunları anlayabileceğinden emin değildi. o kendinin farkında değildi ki, fark edilsin. vücuduna dokunmamıştı ki, bir başkasının dokunuşundan keyif alsın. miguel'e göre, onun senelerdir üstüne kilit vurup sakladığı hazine, aslında beş para etmez bir bakır parçasıydı. aslolan perdenin açılması değil, perdenin ötesinde nelerin yattığıydı. fakat ona bunları anlatamazdı. bu sebepten, daha fazla batmadan paçayı kurtarmanın yollarını aramış; acıklı acıklı, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp durmuştu. beatriz ise, aşığının yüzündeki bu garip ifadeyi bir şükran nişanesi saymıştı.
jeanette winterson: her yolculuk kendi çizgileri içinde bir başka yolculuk gizler. sapılmayan dönemeç, unutulan acı.
hepsi birden, tek kelime etmeden aynı şeye, aynı yere bakıp kaldılar: küçük kızın saçlarına. saçları beyaza kesmiş, bembeyaz olmuştu. adı yaşlı kaldı bundan sonra. kadınlar, yaşlı'yı uğurlarken, ona doğduğu topraklarda bet bereket görmeyenlerin tez elden gurbete gitmeleri gerektiğini söylediler.
halil cibran: bu adamın [isa] acısının bir ayine dönüştürülmesi ne gariptir!
ilk taşı atan, ilk çiçeği verendi.
ismim, benden başkalarına söz etmen için lazım. oysa benden söz edersen, bir daha çıkmam karşına.
kadın inci gibidir isabel. bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. işte o an çıkıp geldiğinde, artık ona kimse mani olamaz. kendi bile.
cemil meriç: ummanların ötesinde bir altın şehir yok.
halil cibran: sen duyduklarına inanıyorsun. söylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği, sözcüklerinden daha yakındır gerçeğe.
her isim bir başlangıç demekti; her başlangıç, ayrı bir yol hikayeler haritasında. başka tercihi olmadığı için değil, olduğu halde yaşamaktı yakışan insana.
mezarlıkları severdi. onlara "matem kusan gümüş mesken" ismini vermişti.
ah çocuğum! bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse başkalarının gölgesinden. biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan.
korktuğun zaman bil ki, korku da cesaret de aynı çemberin parçalarıdır. bil ki çember senin içindedir. demek ki, korkak olduğun kadar cesur olabilirsin. ne kadar derine düşersen düş, bir o kadar yükseğe çıkabilirsin. çemberi hatırla. korkuya tosladığında, felakete uğradığında, çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir; ta ki zıt parçaya ulaşana dek. sebebi felaketin her neyse onun zıddına ulaşana dek.
cemil meriç: bana hakikati değil, kendini ver. kendini, yani rüyanı.
yedi temel günah, yedi melun hayvan, bilhassa kadınları pençesine alırdı. bunlardan ilki kıskançlık (yılan), ikincisi öfke (horoz), üçüncüsü şehvet (keçi), dördüncüsü açgözlülük (karakurbağası), beşincisi tembellik (katır), altıncısı gurur (tavuskuşu), yedinci ve son günah ise oburluktu (domuz).
fernando de rojas: bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü verirsiniz.
kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek
delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek
her tiyatro sahnesi büyük bir aynaydı, izleyicilere tutulmuş; ve her ayna büyük bir tiyatrı sahnesiydi, hayatın göbeğinde kurulmuş.
loştu kilise ve sanki boştu
bir sesten, bir notadan ibaretti koro ve adeta yoktu
tıpkı bir yel gibi taşıyordu müzik
incir ağaçlarının kokusunu
kanın mahremiyeti de incir gibi kokuyordu
an kopukluktu, zaman süreklilik. zaman nizamdı, an düzensizlik. akıl zamanın ellerinde yeşerirdi, sezgiyse anın. şeytan anın efendisiydi, tanrıysa zamanın.
ateşin içinde bir nem, bir atımlık barut, kül kahraman
zamanın içinde dem, bir sıkımlık canı, efendisi şeytan
bilge karasu: yabancının, hele bir şeylerden kaçmışının, büyülü bir parçalanmışlığı var.
spinoza: hür bir insanda, öyle ise, tam zamanında bir kaçış ve savaş, aynı ruh metinliğinin kanıtlarıdır.
cemil meriç: arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.
şu.. şu bakış var ya.. hani dünyada görülecek ne varsa gördüğünü, bilinecek ne varsa sırrına erdiğini zannedenlere mahsus. ağır, oturaklı, anlayışlı. hiç hata yapmayanların, ayağı kaymayanların, yalpalamayanların mağrur ifadesi. işte bu.. bu benim kanımı donduruyor. insan ilk defa gördüğü birine ilk defa görüyormuş gibi bakmalı. daha evvel gördüklerine bakar gibi değil. her yeni insan bir muamma demek; bilinmeyen bir şeyler var orada. çocuklar bilir bunu. yeni yürümeye başlayan çocuklar böyle bakar işte her şeye, hayretle.
gerdek gecesinin sabahında, karısını dizlerine oturtmuş şehzade. "dilediğince gez" demiş, "dilediğince yaşa bu kırk odalı evde. lakin, sakın ola kırkıncı kapıyı açmaya çalışma, kırkıncı kapının kilidini zorlama!" "peki" demiş genç kadın munis bir ifadeyle. kocası dışarı çıkar çıkmaz kırkıncı odanın önünde almış soluğu. hayret! kapı zaten açıkmış.
güneş için başka, deniz için başkaydı zaman
peki, iki ayrı cevaptan hangisiydi aslolan?
hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir.
tom robbins: kimseye söyleme ama dünya yusyuvarlak.
otların düşmanı yoktur, böceklerin de. yaşayıp giderler çünkü. bir de bana bak. ota benziyor muyum hiç ya da böceğe?
öfkeyi seviyorum, öfke de beni. öfkesi olmayanın aklından şüphe ederim zaten, ruhundan da.
halil cibran: kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var.
lucien febvre: akdeniz, yollardır.
batık gemilerle doludur akdeniz
oysa, nedense hep ufka bakar bütün yolcular
dönecek bir tavan arası yoktur bazen, ne de gidecek bir şehir. her yer aynıdır aslında, hiçbir yer aynı değil. gidebilmek sadece bir özlemdir kimilerinin dilinde, olmayacak duaya amin diyenler de çıkabilir. firar ederken kök salar kimileri, kök salarken firar edenler de olabilir. her merhalenin bir arpa boyu yol olması, telaşı olup da huzuru olmayanlara pek ağır gelebilir. öfkeli ruhlar nedense hep aynı tohumla rahme düşüp, hep aynı rüzgarla dehre gelir. bir bedçehre, başka bir bedçehrenin daha ilk bakışta okur şeceresini. o kadar azdırlar ki, kaybetmek istemezler birbirlerini. sevişirler, sevişmek iyi gelir bazen. taammüden öldürmek için hafızalarını, darı dünyadaki en münasip cinayet mekanını bulabilmek ümidiyle yollara düşerler. hep doğuyu gösterir pusulaları, gerçi dünya yuvarlaktır. sılasızdır kaçaklar, dolayısıyla gurbetsiz. hangi demde olursa olsun, onlar sadece birbirlerine aittir. aşk sonradan gelmez hiçbir zaman. varsa vardır, o kadar.
işte o zaman hançer dedi ki, bir canlıyı öldürmek başka bir şeydir, bir ölüyü öldürmekse bambaşka. gün gelir, yani öyle bir an çıkagelir ki, istisnasız herkes bir canlıyı öldürebilir. velhasıl, karıncayı bile incitmeyen, bir cana kastedebilir. fakat bir ölüyü öldürmek, bir cesedi pare pare etmek..
21.08.2008
ilk kudas törenleri
arthur rimbaud
şu köy kiliseleri zırvanın zırvasıdır
direkleri kirleten on beş küçük yumurcak
ayaklarından gelen kokular gibi ağır
aptalca vaazları dinler hırıldayarak
yaşam yürür, dallardan sızan güneş uyarır
yaşlı renkleri, çarpık camlardan uzanarak
oysa taşlar, burcu burcu, anaç toprak kokar
toprak kokar, görkemle titreyen yeşil kırda
kızıl dağ yollarının kıyısında başaklar
çakal eriklerinin göverdiği dallarda
kara dutta ve de dağ güllerinde yaşam var
yaşam var, al toprağa bürünmüş çakıllarda
her yüzyıl saygınlaşır bu hangar kiliseler
mavi kireç şerbeti ve saygınlaşmış sütle
papazın vızıltısı sofuluk ise eğer
sinekler de kutsal mı? güneşli tabanından
hanları, ahırları soluyan bu sinekler
çocuklar mı? tutsaktır sessizce evlerinde
evler özentilerin, özenlerin yuvası
çıkarlar kiliseden, isa'nın parmakları
kaynaşır karıncalar gibi derilerinde
kararmış alınları güneşe salsın diye
gürgen ağaçlarının gölgesinde, bir çatı
sunulmuş saygıdeğer şu papaz efendiye
işte ilk kara giysi, en güzel pasta günü
resimlerin dibinde, napolyon, pöti tambur
altında, josefler ve martalar dillerini
çıkarıp sırıtarak ayini bekler durur
sonunda ne kalacak, iki kart, iki anı
böyle ham hayallerle çocuklar uğurlanır
kızlar kiliselerin demirbaşı gibidir
akşam duası ile, görevler biter bitmez
gençlere cilve yapar, kırılıp dökülürler
oğlanlara gelince, yanlarına varılmaz
kahvelerde tanınmış evleri çekiştirir
ve acayip şarkılar söylerler avaz avaz
ya papaz efendimiz? duası bittiği an
rüzgar taşırken uzak ezgisini dansların
özlemiyle tutuşur kudas çocuklarının
günah demez, ürperir parmak uçlarına dek
-ve sonra gece gelir, sessiz, sahile çıkan
gece, kara korsanı yaldızlı ufukların
şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara
kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu
kaçın kurrası papaz, elbette bula bula
bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu
"tanrı bu kızı uygun gördü büyük gün için
rahmetini kar gibi yağdıracak alnına."
yarın büyük gün, bakın.. birden fenalaşıyor
ayinden daha garip, hırlıyor yatağında
sarsılıyor yüreği kanatlanmış bir tende
-yatak solgun sayılmaz- ama çocuk soluyor
eski aptal kızlara aşkla uçuyor gibi
ellerini göğsüne koymuş mırıldanıyor
sayıyor isaları, sayıyor melekleri
sayıp erden kızları, "oy ölüyorum.." diyor
"oy! adonai! diyor -ölü bir dilde kalmış
tanrısal göğüslerin saf kanına bulanmış
kırmızı alınları yıkıyor yeşil gökler
güneşlere büyük karlı çamaşırlar düşüyor
-şimdi ve gelecekte hep erden kalmak için
dişleyip koparıyor rahmetin otlarını
söyle sion ecesi, bunca çabalar niçin
bağışın zambaklardan, reçellerden de tatlı
hem sonra, erden meryem yalnız incil'de vardır
gizemin kanadı da kopuverir bakarsın
yerini kırık dökük görüntüleri alır
bakırlaşmış hüznüyle kocamış tahtaların
hem sonra, o kem gözler, art niyetli meraklar
mavilikler içinde göksel çamaşırların
isa'nın çıplaklığını gizleyen abanın
yöresinde bastırıp düşü yıldırıyorlar
çaresi yok, istiyor, yıkıma uğramış ruh
hıçkırıklarla oyulmuş yataktaki alın
"şefkatin ışıkları hiç eksilmesin" diyor
salyalar.. -ve karanlık, üstünde çatıların
kıvranıyor kızcağız, dönüyor sağa sola
ateş içinde yanan kalçasını, göğsünü
hava serinletsin diye bir el usulca
kaldırıyor yatağının mavi örtüsünü
uyandı -gece yarısı- pencere beyazdı
mavi uykuya dalmış perdelerin önünde
hayal, pazar beyazlığını soyup çıkardı
kırmızı düş görmüştü. burnu kanıyor işte
tanrı katında, ne kadar güçsüz kalsa bile
kendini bir o kadar yücelmiş sanıyordu
tatlı göklerin bakışı altındaki geceye
kanmamıştı ve susamış yürek kanıyordu
genç coşkuları gri sessizliğinde boğan
kızoğlankız meryem de aynı ateşle yandı
kanayan yüreğinin tanıksız ve çığlıksız
isyanını boşalttığı geceye susadı
hem kurban hem zevceydi, onu böyle yaratan
yıldızı izliyordu: gömleğin, beyaz tayfın
kuruduğu avluya indi elinde mumla
doğruldu kara hayaletleri çatıların
geçirdi kutsal gecesini ayakyolunda
yandaki yıkılmış avlunun az ötesinden
kızıl karaya çalan bir asma, beyaz hava
akıyordu mumuna tavanın deliğinden
göğün camları kızıl altınla kapladığı
avluda ışıktan bir yürekti küçük pencere
kanlı sular kokan kaldırımlar acılıydı
kara uykular yüklü duvarların dibinde
varlıklarıyla hala dünyaları çarpıtan
ey kepaze deliler, kim dile getirecek
kinden doğan dertleri, iğrenç acımaları
kızın tenini cüzzam yiyip bitirdiği an
ve bir aşk gecesinin hüzünlü sabahında
isterik arzuları yüreğine gömerek
ve acılar içinde, bu kız ne söyleyecek
kızoğlankız meryemler düşleyen aşığına
"öldürdüm biliyor musun, usul usul seni
aldım yüreğini, ağzını, nen var nen yoksa
ve şimdi sayrıyım, n'olur, yatırsınlar beni
gece sularının ölüleri arasına
çok gençtim, isa oldu soluğumu kirleten
doldurdu tüm pislikleri gırtlağıma dek
yünler kadar derin saçlarımı öpüyordun sen
hoşlanıyordum.. oh! umurumda değil artık
bilinç nice iğrenç dehşetlerin tutsağıdır
erkekler! bilmezsiniz ki en sevdalı kadın
en orospu ve en hüzünlü olan kadındır
acısını çekiyor sizlere sığınmanın
o kudasla bana olan oldu yeterince
bu yüzden öpüşlerin yabancı, neyin nesi
bilemedim; teninin okşadığı tenimde
kaynaşıyor hala isa'nın kokmuş nefesi"
bunları söyleyince kızın çürümüş, üzgün
ruhuna oluk oluk kargışların yağacak
ahret tutkularından kurtularak, çocuklar
ırzına geçilmedik kin'inde uzanacak
ey güçlerimizin sürekli hırsızı isa
iki bin yıldır o solgun yüzüne adadın
utançla, ağrılarla toprağa çivilenmiş
ve devrilmiş alnını hüzün kadınlarının