22.08.2008

şehrin aynaları

elif şafak

luis de leon: hayat denizi sakin olduğunda, daha da korkunçtur; çünkü sükunetin ortasında fırtına saklıdır.

şehrin mizacı hodbin, hikayesi hazin, hafızası derindi.

onlar işledikleri günahlardan ötürü ölmüyorlar, ilk günahtan ötürü ölüyorlar.

geçmişin ardından gözyaşı dökmek de manasızdı, adına dövüşmek de. ve geçmişi sıla belleyenler ömür boyu gurbette yaşamaya mahkum olduklarına göre, ya hafızayı hatıralarsan uzaklaştırmak lazımdı ya da hatıraları ait oldukları zamandan. aksi takdirde, acıtırdı geçmiş; boş yere yaralanırdı insan.

sigmund freud: .. ilkin yaşanıp da, sonradan unutulmuş olayları travmalar diye niteliyoruz.

oysa tek şaşıran o değildi. sular durulduğunda, karaya vuran miguel'in yüzünde, beatriz'inkinden daha derin bir şaşkınlık gizliydi. anlaşılan, genç kadın için ilk olabileceğini daha önce aklından bile geçirmemişti. gerçi bunu fark ettiğinde, geri adım atamamış, çark edememişti ama böylesini sevmezdi; tıpkı kıpırtısızlığı ve teslimiyetçiliği sevmediği gibi. bir çiçek bile ah ederdi hoyratça dokunulduğunda; bakireler gıkını çıkarmazdı. bir ceset bile aşka gelirdi sarıp sarmalandığında; bakireler kıpırdamazdı. ve bir kader bile sermest olurdu içine şarap akıtıldığında; bakireler kafayı bulmazdı. hem sıkıcı hem de tehlikeli bulurdu onları. sıkıcıydılar çünkü hep el üstünde tutulmak ister, devamlı kendilerini naza çekerlerdi. tehlikeliydiler çünkü emsalsiz bir ihsanda bulunduklarını zannedip, borçlu konumuna düşürdüklerinden verdiklerinin karşılığını beklerlerdi. bakirelerden ziyade, ihtişamının fazlasıyla farkında olan, nasıl haz alıp haz verebileceğini bilen, kendi kendisiyle sevişebilen kadınları severdi. aynada kendine tebessüm edip öpücük gönderen kadınları severdi. durduk yerde meme uçlarını emebilmek için iki büklüm olup taklalar ve şen şakrak kahkahalar atan şehvetperest kadınları severdi. miguel pereira'nın gözünde kadın dediğin hem topraktı -bereketli, gani gani- hem suydu -amansız, gürül gürül- hem ateşti -sıcacık, cayır cayır- hem havaydı -deliduman, püfür püfür-. velhasıl, karmakarışıktı kadın vücudu; başı sonu olmayan, merkezi bulunmayan gizemli bir labirentti. o labirentte, çıkışa ulaşmak ümidiyle değil, tamamen kaybolabilmek için seviştiği kadının kendisine rehber olmasını isterdi. tıpkı seneler evvel, o yağmurlu sonbahar sabahında onun yaptığı gibi.

oysa beatriz'in bunları anlayabileceğinden emin değildi. o kendinin farkında değildi ki, fark edilsin. vücuduna dokunmamıştı ki, bir başkasının dokunuşundan keyif alsın. miguel'e göre, onun senelerdir üstüne kilit vurup sakladığı hazine, aslında beş para etmez bir bakır parçasıydı. aslolan perdenin açılması değil, perdenin ötesinde nelerin yattığıydı. fakat ona bunları anlatamazdı. bu sebepten, daha fazla batmadan paçayı kurtarmanın yollarını aramış; acıklı acıklı, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp durmuştu. beatriz ise, aşığının yüzündeki bu garip ifadeyi bir şükran nişanesi saymıştı.

jeanette winterson: her yolculuk kendi çizgileri içinde bir başka yolculuk gizler. sapılmayan dönemeç, unutulan acı.

hepsi birden, tek kelime etmeden aynı şeye, aynı yere bakıp kaldılar: küçük kızın saçlarına. saçları beyaza kesmiş, bembeyaz olmuştu. adı yaşlı kaldı bundan sonra. kadınlar, yaşlı'yı uğurlarken, ona doğduğu topraklarda bet bereket görmeyenlerin tez elden gurbete gitmeleri gerektiğini söylediler.

halil cibran: bu adamın [isa] acısının bir ayine dönüştürülmesi ne gariptir!

ilk taşı atan, ilk çiçeği verendi.

ismim, benden başkalarına söz etmen için lazım. oysa benden söz edersen, bir daha çıkmam karşına.

kadın inci gibidir isabel. bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. işte o an çıkıp geldiğinde, artık ona kimse mani olamaz. kendi bile.

cemil meriç: ummanların ötesinde bir altın şehir yok.

halil cibran: sen duyduklarına inanıyorsun. söylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği, sözcüklerinden daha yakındır gerçeğe.

her isim bir başlangıç demekti; her başlangıç, ayrı bir yol hikayeler haritasında. başka tercihi olmadığı için değil, olduğu halde yaşamaktı yakışan insana.

mezarlıkları severdi. onlara "matem kusan gümüş mesken" ismini vermişti.

ah çocuğum! bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse başkalarının gölgesinden. biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan.

korktuğun zaman bil ki, korku da cesaret de aynı çemberin parçalarıdır. bil ki çember senin içindedir. demek ki, korkak olduğun kadar cesur olabilirsin. ne kadar derine düşersen düş, bir o kadar yükseğe çıkabilirsin. çemberi hatırla. korkuya tosladığında, felakete uğradığında, çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir; ta ki zıt parçaya ulaşana dek. sebebi felaketin her neyse onun zıddına ulaşana dek.

cemil meriç: bana hakikati değil, kendini ver. kendini, yani rüyanı.

yedi temel günah, yedi melun hayvan, bilhassa kadınları pençesine alırdı. bunlardan ilki kıskançlık (yılan), ikincisi öfke (horoz), üçüncüsü şehvet (keçi), dördüncüsü açgözlülük (karakurbağası), beşincisi tembellik (katır), altıncısı gurur (tavuskuşu), yedinci ve son günah ise oburluktu (domuz).

fernando de rojas: bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü verirsiniz.

kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek
delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek

her tiyatro sahnesi büyük bir aynaydı, izleyicilere tutulmuş; ve her ayna büyük bir tiyatrı sahnesiydi, hayatın göbeğinde kurulmuş.

loştu kilise ve sanki boştu
bir sesten, bir notadan ibaretti koro ve adeta yoktu
tıpkı bir yel gibi taşıyordu müzik
incir ağaçlarının kokusunu
kanın mahremiyeti de incir gibi kokuyordu

an kopukluktu, zaman süreklilik. zaman nizamdı, an düzensizlik. akıl zamanın ellerinde yeşerirdi, sezgiyse anın. şeytan anın efendisiydi, tanrıysa zamanın.

ateşin içinde bir nem, bir atımlık barut, kül kahraman
zamanın içinde dem, bir sıkımlık canı, efendisi şeytan

bilge karasu: yabancının, hele bir şeylerden kaçmışının, büyülü bir parçalanmışlığı var.

spinoza: hür bir insanda, öyle ise, tam zamanında bir kaçış ve savaş, aynı ruh metinliğinin kanıtlarıdır.

cemil meriç: arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.

şu.. şu bakış var ya.. hani dünyada görülecek ne varsa gördüğünü, bilinecek ne varsa sırrına erdiğini zannedenlere mahsus. ağır, oturaklı, anlayışlı. hiç hata yapmayanların, ayağı kaymayanların, yalpalamayanların mağrur ifadesi. işte bu.. bu benim kanımı donduruyor. insan ilk defa gördüğü birine ilk defa görüyormuş gibi bakmalı. daha evvel gördüklerine bakar gibi değil. her yeni insan bir muamma demek; bilinmeyen bir şeyler var orada. çocuklar bilir bunu. yeni yürümeye başlayan çocuklar böyle bakar işte her şeye, hayretle.

gerdek gecesinin sabahında, karısını dizlerine oturtmuş şehzade. "dilediğince gez" demiş, "dilediğince yaşa bu kırk odalı evde. lakin, sakın ola kırkıncı kapıyı açmaya çalışma, kırkıncı kapının kilidini zorlama!" "peki" demiş genç kadın munis bir ifadeyle. kocası dışarı çıkar çıkmaz kırkıncı odanın önünde almış soluğu. hayret! kapı zaten açıkmış.

güneş için başka, deniz için başkaydı zaman
peki, iki ayrı cevaptan hangisiydi aslolan?

hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.

fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir.

tom robbins: kimseye söyleme ama dünya yusyuvarlak.

otların düşmanı yoktur, böceklerin de. yaşayıp giderler çünkü. bir de bana bak. ota benziyor muyum hiç ya da böceğe?

öfkeyi seviyorum, öfke de beni. öfkesi olmayanın aklından şüphe ederim zaten, ruhundan da.

halil cibran: kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var.

lucien febvre: akdeniz, yollardır.

batık gemilerle doludur akdeniz
oysa, nedense hep ufka bakar bütün yolcular

dönecek bir tavan arası yoktur bazen, ne de gidecek bir şehir. her yer aynıdır aslında, hiçbir yer aynı değil. gidebilmek sadece bir özlemdir kimilerinin dilinde, olmayacak duaya amin diyenler de çıkabilir. firar ederken kök salar kimileri, kök salarken firar edenler de olabilir. her merhalenin bir arpa boyu yol olması, telaşı olup da huzuru olmayanlara pek ağır gelebilir. öfkeli ruhlar nedense hep aynı tohumla rahme düşüp, hep aynı rüzgarla dehre gelir. bir bedçehre, başka bir bedçehrenin daha ilk bakışta okur şeceresini. o kadar azdırlar ki, kaybetmek istemezler birbirlerini. sevişirler, sevişmek iyi gelir bazen. taammüden öldürmek için hafızalarını, darı dünyadaki en münasip cinayet mekanını bulabilmek ümidiyle yollara düşerler. hep doğuyu gösterir pusulaları, gerçi dünya yuvarlaktır. sılasızdır kaçaklar, dolayısıyla gurbetsiz. hangi demde olursa olsun, onlar sadece birbirlerine aittir. aşk sonradan gelmez hiçbir zaman. varsa vardır, o kadar.

işte o zaman hançer dedi ki, bir canlıyı öldürmek başka bir şeydir, bir ölüyü öldürmekse bambaşka. gün gelir, yani öyle bir an çıkagelir ki, istisnasız herkes bir canlıyı öldürebilir. velhasıl, karıncayı bile incitmeyen, bir cana kastedebilir. fakat bir ölüyü öldürmek, bir cesedi pare pare etmek..