juan rulfo
uzun bir süre önce annem şu yattığım yatakta ölmüştü. bu şiltede. şimdi üstümde ana-kız sarınıp yattığımız kara yün battaniye var. o zaman onunla yatardım; kollarıyla küçük bir yuva yapardı bana. onun düzenli soluklarını duyuyor gibiyim, iç çekişlerini, onun ölümünde duyduğum acıyı da duyabiliyorum sanki. yoo, bu olamaz. sırtüstü yatıyorum, yalnızlığımı unutmak için o günleri düşünüyorum. çünkü az yatmayacağım burada. üstelik annemin yatağında da değilim, kara bir sandıktayım, ölüleri gömmek için kullanılan tabutlar var ya, işte onlar gibi bir şey. çünkü ben de ölüyüm.
nerede olduğumu hatırlayınca düşünmeye başlıyorum. misket limonlarının olgunlaştığı mevsimi hatırlıyorum. şubat rüzgarı eğreltiotlarını eğerdi, otlar bakımsızlıktan kururlardı bir süre sonra. olgun limonlar avluya salarlardı kokularını. o şubat sabahlarında rüzgar dağlardan kopup gelirdi. ama bulutlar tepelerde kalır, vadiye girecekleri zamanı kollarlardı. bomboş bir mavilik bırakırlardı gökte. güneş, rüzgarın oyununa ışık tutardı, yeryüzünün çevresinde halkalar çizişine, her yanı tozutup portakal ağaçlarını silkeleyişine. serçeler gülerlerdi. rüzgarın düşürdüğü yaprakları gagalar, gülerlerdi. kelebeklerin ardına düşer, dikenli dallarda tüylerini bırakır, gülerlerdi.
yılın o aylarıydı. gündüzlerin rüzgar olduğu, serçe olduğu, mavi bir ışık olduğu şubat. hatırlıyorum. sonra annem öldü. sana kalsa çığlıklar atmam, umutsuzluktan ellerimi koparıncaya kadar sıkmam gerekiyordu. ama neden mutlu bir gün olmasındı yani? rüzgar açık kapılardan içeri savruluyordu, boru çiçeğinin yapraklarını hışırdatıyordu. bacaklarımı ince tüyler bürümüştü, damarlarımın arasını; alnıma değen ellerim sımsıcaktı, titriyordu. serçeler oynuyordu bir yandan. tepelerde başaklar dalgalanıyordu. onun yaseminleri karıştıran rüzgarı göremediğine üzülüyordum, gözlerini güneş ışığına kapamıştı.
yine de niye ağlayacakmışım? hatırlıyor musun. justina? iskemleleri taraçaya dizmiştim, onu görmeye gelenler içeri sırayla girsinler diye. bütün iskemleler boştu. annem, mumların arasında bir başına duruyordu. solgun yüzüyle. katı, mor dudaklarının arasından bembeyaz dişleri görünüyordu. gözkapakları kımıldamıyordur artık, yüreği durulmuştu. senle ben orada oturmuş boyuna dua ediyorduk hatırlarsan, o tek kelime duymuyordu, biz de duymuyorduk; gece rüzgarının uğultusu kaplamıştı her yanı. siyah elbisesini ütülemiştin, yakasını, kol ağızlarını kolalamıştın, ellerini göğsünde kavuşturduğumuzda güzel görünsün diye.
onun göğsünde uyumayı ne kadar severdim. o göğüs beslemişti beni, bana beşiklik etmişti. kimse gelmedi onu görmeye. böylesi daha iyiydi belki. ölüm, iyi bir şeymiş gibi herkese sunulmamalı. hem kimse üzülmek istemez. kapıyı vurdular. sen baktın. "sen bak," dedim sana. "ben kimseyi görmek istemiyorum. gitsinler. gregoryen ayini için para mı istiyorlar? annemden beş kuruş kalmadı ki. ayini yapmazlarsa araftan kurtulamaz mıymış? kim oluyorlar da onu yargılıyorlar, justina? deli miyim? peki, sen öyle bil."
biz onu gömmeye gidene kadar iskemleler boş kaldı. parayla tutulmuş adamlar taşıdı onun tabutunu, bir yabancıdan alacakları beş on kuruş için ter döktüler. bizim acımıza yabancıydılar onlar. tabutu usulca, dikkatle mezara indirdiler; mezarlığa yaptıkları uzun yürüyüşten sonra rüzgar terlerini kurutuyordu. bakışları duygusuzdu, kayıtsızdı. kaç para istediklerini söylediler sana, sen de dükkandan alışveriş eder gibi çıkarıp verdin. mendilin sırılsıklamdı, sıkıyordun; sonra çözüp cenaze parasını çıkardın. onlar uzaklaşınca mezarın başına diz çöktün, toprağı öptün, ben karışmasam toprağı kazmaya başlayacaktın. "hadi eve gidelim, justina," dedim sana. "o burada değil. burada ölü bir gövdeden başka bir şey yok."
bir gün biter nasıl olsa, bir gün. her şeyin sonu gelir. zamanla solmayacak anı yoktur, istediği kadar canlı olsun.