6.09.2008

kahveler kitabı

salah birsel

lavoisier: hiçbir şey yoktan var olmaz, hiçbir şey yok olmaz.

kimi kahvelerde konuşmalarla vakit öldürülmez, kitap okunur. çokluk da müşterilerden biri okur, ötekiler dinler. kahveci kitap okuyan müşteriden kahve parası almaz. ikide bir kahveci çırağı da kahvenin şurasına burasına konulmuş yağ mumlarının fitilini özel makasıyla kesmek için peykeleri dolaşır. okunan kitaplar daha çok kan kalesi, hamzaname, battal gazi gibi şeylerdir. kahveci onları sahaflar'daki kitapçılardan kira ile alır.

tütün yasağı olanca ağırlığıyla 5 yıl sürer. ıv. murat geceleri sokakları dolaşır, tütün kokusu gelen yerleri basar. ev sahiplerini öldürtür. bu arada hiç suçu olmayanlar da gürültüye gider. ıv. murat, kendisi içkiden baş kaldırmadığı halde kimi zaman evlerin damlarına bile çıkıp bacaları koklar. bir defasında, gizli bir yerde tütün içen 14 kişi yakalar. bunlardan ikisi de saray görevlisidir. topu da "telef" edilir. reha'da 14 kişi -ikisi yeniçeri-, halep'te 20 kişi, haccegür'de 6 işi aynı alınyazısını paylaşır. bunlardan kimisinin eli ayağı kırılır, kiminin boynu vurulur, kimi de dört parça edilir. hem de bu işler halkın ya da erlerin önünde yapılır. kimi zaman da otağın önü yeğlenir.

henry bertrand bareilles, türklerin kahvelerde toplanmasının nedenini evlerin kapısı önünde oturmak ya da pencereden sarkarak hava almak gibi alışkanlıkları olmamasına bağlar. bareilles'e göre evlerin dışla ilişkilerini kesmiş kapalı binalar oluşu da bunun bir nedenidir.

bir gün bir yeniçeri zorbası bir berberin tıraş ettiği birinin ensesindeki katmerleri görünce ağzı sulanmıştır. onların, tanrı işi değil de, berber işi olduğuna kapılarak hemen yeşil kahve'ye damlar. berberden kendi ensesine de dört, beş katmer yapmasını ister.
- yapamam.
- parasıyla be!
- iyi, ama ben katmer yapmasını bilmem.
- bilmez misin? sen bilmezsen bu hançer sana bildirir.
berber bakar ki iş sarpa sarıyor, ustura kayışını göstererek:
- yaparım; ama dayanmalısın.
- yap da nasıl yaparsan yap!
berber kayışı eline dolar, dorbanın yan tarafına geçer, şap, şap, şap, kayışı enseye indirmeye başlar. ense kabarır, şişer. zorbanın canı yanar ki ne yanar:
- yetişir berberbaşı, bana bir katmer de yetişir.

"sana ey canımın canı efendim
kırıldım, küstüm, incindim, gücendim"

hoca hayret efendi: kitaba bakarak karşılık vermek, kabak bağlayıp yüzmek gibidir.

"neşe ile üzüntü arasındaki yol çok kısadır."

hacı reşit-i bineva'ya takılanların içinde ahmet rasim en önde gelir. ama ahmet rasim de hacı'nın bam teline basmayı iyi bilir ha! hacı'nın dükkanına gelenler he dekadanlar'a (edebiyat-ı cedidecilere) karşı kişiler olduğu için ona dekadanlık çamuru atar. hem de bunu malumat gazetesinde "şehir mektupları" adı altında yazdığı yazılarda yapar. sonuç da istediği gibi olur. sıska hacı yazıyı okur okumaz yerinden fırlar. fes bir yanda, kunduralar bir yandadır. sunturlu küfürler savurarak ahmet rasim'i dava edeceğini ilan eder. dava filan laftır. ama bir gün sabahın köründe dükkanına damlayan ahmet rasim'e çay vermek istemez. daha doğrusu ilk çayı vermez. ilk çayı kendi içer, sonra da cebinden kırk para çıkarıp çekmeceye attıktan sonra bu tutumunun nedenini açıklar:
- bizim memlekette ikiyüzlülerden siftah etmezler.
ahmet rasim de:
- bizim memlekette de dinden dönenlerin elinden çay içilmez, deyip kalkacak olursa da hacı yakasına yapışır:
- ben ne dinden döndüm ne de dekadanım. halis muhlis müslüman hacı reşit'im. sen benim dinime dokundun, diye ağlamaya başlar. ahmet rasim takılmalarının hacı'yı ne denli üzdüğünü anlamıştır. ertesi gü yazısında bir yalanlama yayımlayarak hacı reşti'in dinden dönmediğini okurlarına açıklar.
o günden sonra biri gelip de:
- vay hacı, sen dekadan olmuşsun! dedi mi hacı koynundan meşin cilt içinde sakladığı yalanlamayı çıkarıp gösterir. ama br gün hacı yalanlamayı gösterdiği birinden şu karşılığı alır:
- demek dinini yenilemişsin.
iş, yine ahmet rasim'e düşmüştür. yeni bir yazıyla hacı'nın hiçbir zaman dekadan olmadığını, olmasına da olanak bulunmadığını okurlarına bir kez daha yana yakıla anlatır.

mirasyedinin biri içinin sıkıldığından açarak bir dalkavuk aramaya çıkar. dostlardan biri duyar, birini gönderir. aradan üç beş gün geçtikten sonra mirasyedi:
- sen hiç dalkavuğa benzemiyorsun?
- aman efendim, benim her yanım dalkavuktur.
mirasyedi onun evelemesinden, develemesinden ve verdiği karşılıktan hoşlanmaz. adama yol verir. dostu bir ikincisini öğütler. o da birkaç gün sonra pasaportunu alır. bir üçüncüsü gelir. mirasyedi:
- sen hiç dalkavuğa benzemiyorsun.
- benzemem efendim.
- yok, yok benziyorsun.
- benzerim efendim. tıpkı tıpkısına dalkavuğum efendim.
- amma da dalkavuksun.
- evet efendim, amma da dalkavuğum.
mirasyedi aradığı adamı bulmuştur. bir mektupla arkadaşına teşekkür eder.

haraba kul olduk bezmi alemde
dünyada olsak da olmasak da bir
düştük çare nedir dame alemde
azat olsak da bir olmasak da bir (dertli)

"adam aman.. eder.. de
ne belaya uğradı garip başım ne derde
ben onun mecburuyum beni sevmez n'eder de?

adam aman yara sar
cerrahsın gel yanıma, sinede bir yara sar
beni kimse asamaz, asar ise yar asar."

şahabettin süleyman bir yazı döktürerek verlaine'in iç ahenk kuramını türk edebiyatında ancak halit fahri ve arkadaşlarının yaratabileceğini söyler ve bu iç sesi neyle simgeleştirerek onlara "nayiler" adını takar. ne var ki "nayiler" sözü kısa zamanda babıali'de alay konusu olur, dahası cenap şahabettin'in dilinde "enayiler"e dönüşür.

nedim dergisinde mahmut yesari'nin bir güldürüsü de yayımlanmıştır; ama onunkisi fransızcadan bir uyarlamadır. halit fahri ile faruk nafiz'in onunla tanışması bu güldürü sayesinde olur. halit fahri bir gün nedim'e geldiği vakit yazıhanenin karşısındaki koltukta gözlüklü, sinekkaydı tıraşlı bir gencin kendisini beklediğini görür. mahmut yesari'dir bu. güldürü de yesari'nin ilk yayımlanan yazısı. oraya biraz sonra faruk nafiz de gelir:
- yahu halit fahri, nedir o, bu haftaki güldürü. berbat bir şey azizim.
faruk nafiz bunu söyledikten sonra mahmut yesari'ye döner:
- öyle değil mi? siz hak verin.
mahmut yesari mosmor kesilmiştir. halit fahri kemküm eder:
- yok canım pek fena değil.
arkasından da mahmut yesari'yi faruk nafiz'le tanıştırır.
bu kez perperişanlık sırası faruk nafiz'e gelir.

süleyman nazif: türemiş sıfatların hiçbiri, içerdiği adın niteliğine sahip değildir. çiçekçi çiçek, kömürcü kömür olamayacağı gibi türkçü de türk olamaz.

ahmet haşim'in gözünde güzellikten başka bir şey yoktur. o dostlarını sever; ama güzelliği daha çok sever. hemen hemen herkesle takışmış olmasının nedeni budur. peyami safa yaşamının sonuna değin keskin kalemini ona saplamaktan bir an geri kalmamıştır. nazım hikmet de haşim'in kendisine çatması üzerine "haşim'i rastladığım yerde döveceğim." derdi. haşim de bundan korkmuş, cebinde tabanca taşımaya başlamıştı. ancak bir süre sonra tabancanın cebinde patlayacağından da korkarak onu bir kenara atmıştır.

salih zeki aktay'a "persefon şairi" de denir. bu, yunan mitolojisine hayranlığından ve konusunu yunan mitolojisinden alan şiirlerinden ötürü verilmiş bir addır. ahmet haşim ise ona "yunani şair" der ve şöyle bir fıkra anlatır: bizim yunani şairi bir ara adından ötürü yunan casusu sanmışlar ve yakalayıp bir armut ağacına asmışlardı. ama armut ağacı, dalından aşağı doğru sarkan salih zeki'nin vücudunu görünce, "ben böyle meyve vermem." diyerek onu silkelemiş, bizim salih zeki de böylece postu kurtarmıştı.