4.04.2008

toprak kardeşim

ece temelkuran

bu toprakların insanları olarak biz, korkuları ve yaraları tarafından yönetilen insanlarız. korkularımıza ve yaralarımıza değdikçe yön değiştirdiği için iç sularımız, akabileceğimiz yerlere bir türlü akamıyoruz. eğer hayatımızın haritasını çizersek, çarpacağı taşlardan korkup yol değiştiren iç sularımızın mütereddit çizgisini görebiliriz. çünkü bu coğrafyada yaralarımız ve korkularımızdır bizim tanrılarımız. kendimiz gibi tanrılarımızı da yaralarımızdan ve korkularımızdan inşa ederiz.

toprak kardeşim, bütün korkularımız arasında biz, en çok birbirimizden korkarız. biz, birbirimize değeceğimiz yerlerimizde şüpheci ve saldırgan uç beyleri besleriz. birbirimize değmeye yarayan derimizde ve dilimizde teyakkuz halindeyiz. derimizde ve dilimizde beslediğimiz uç beylerimiz, beslendikçe semiriyor, semirdikçe ülkelerini ve barbarlıklarını genişletiyorlar içimize doğru. biz artık şüphe, korku ve öfkeden müteşekkiliz.

toprak kardeşim, işler sertleşiyor. herkes tarafını seçiyor, taraflar her geçen gün daha da keskinleşiyor. bize tarafımızı seçmemizi söylüyorlar. bir gün söylemekle kalmayıp bizi buna mecbur edecekler. "türk müsün, kürt müsün?" diyecekler. "müslüman mısın, değil misin?" diye soracaklar. berbat bir kıyamet gibi üzerimize yığılacak sorular:

direnişte misin, ihanette misin?
yoksul musun, zengin mi?
esmer misin, beyaz mı?
bizden misin, onlardan mı?
eline silah alacak mısın; yoksa seni öldürelim mi?

yeryüzünde ve ülkede tek kelimelik cevaplar isteyen bir sorgu çağı geliyor toprak kardeşim. sorgucular tepemize binecekler. fazlasını duymak istemeyecekler. cümle kurma hakkını senden alacaklar, bugün bu hakkı senden almaya başladılar. bu yüzden deliriyor bu toprak. insanların dudakları birbirine dikildiği için dilleri şişiyor ağızlarında. söz, kafatasının içinde patlıyor söylenmedikçe. televizyon her gece bu yüzden anlamadığın sesler çıkaran, öfkeden çıldırmış insanlar gösteriyor. yeryüzü ve ülke, onlardan konuşmamalarını, sadece başlarıyla evet veya hayır demelerini bekliyor.

çok "duyarlıysan" eğer sana bir telefon numarası veriyorlar. bir cep telefonu mesajı atarak yardım edeceğin insanları düşünüp akşam rahat uyumanı istiyorlar. bir banka hesabına vicdanını rahatlatacak miktarda para yatırıp artık sorumluluğun kalmadığını düşünmeni bekliyorlar. insanlar, insanlara hiç "bulaşmasın" istiyor bu düzenek. kimse kimseye dokunmasın, kimse kimsenin hikayesini bilmesin diye bütün önlemleri alıyorlar. daha fazla soru sormak istersen eğer, "aradığınız kişiye ulaşılamıyor."

işte şimdi sevgili toprak kardeşim, tam böyleyken halimiz, biz hikayelerimizi anlatmalı ve kimsenin dinlemediği hikayeleri dinlemeliyiz. çünkü en korkunç şeylerdir hikayeler tek kelimelik cevaplar bekleyen bir düzenek için. hikayeler, evet veya hayır demezler. sorgucuları ve sorgucuların kurduğu düzeneği çaresiz bırakırlar. bu yüzden bütün bu sorgu çağını tersyüz edecek tek şey toprak kardeşim, hikayelerimizdir. tutunacak dalımız, anlatıp dinlemedeki direncimizdir.

bugün insanlar çok öfkeli. kürtler çok öfkeli, türkler de. müslümanlar çok öfkeli, müslüman olmayanlar da. tepeler çok öfkeli, karşı tepeler de. ölüm orucuna yatanlar, yatanlara bakanlar da çok öfkeli. bak etrafına, öfkeli olmayan bir tek insan göremezsin bu toprakta. çünkü..

çünkü kardeşim, bu toprakta binlerce vietnam var!

sanırlar ki "vietnam sendromu" denen hastalığa vietnam'da tutulur insanlar. oysa vietnam'da başlamaz hastalık. o korkunç şeyleri gördü diye hastalanmaz insan. mucizevidir, görebileceği her şeye karşı bir direnç uyur insanoğlunda. asıl hastalık, o büyük ağrı, gördüklerini anlatamadığında başlar. kimse seni dinlemediğinde, elinde hikayenle kalakaldığında irin dolar aldığın yaraya. bu toprakta ne kadar yok sayılmış insan, ne kadar dinlenmemiş hikaye varsa o kadar vietnam vardır aslında. dinleyemedikçe ve anlatamadıkça biz, birbirimizin vietnam'ı, birbirimizin hastalığıyız. haberleri izleyip "insanlar neden deliriyor?" diye kendine soruyorsan eğer, işte bu yüzdendir. çünkü çok acı çekerken herkes, herkes kendi hikayesinin altında ezilmişken, televizyonlar bize dönüp delirtici bir şaka gibi öyle bir şeyin olmadığını söylüyor. çektikleri acı yalanlandıkça deliriyor insanlar. biz birbirimize, "hiçbir şey olmadı." dedikçe delirtiyoruz birbirimizi. şimdi sor panzerlere taş atan kürt çocuklara, gecekonduları yıkılırken çıldıran yoksul adamlara, ölüm orucu yatağında kuş kadar kalmış çocuklara, başörtüsü yüzünden okuluna giremeyen ve dayanağı olmayan kız çocuklarına. "en çok neye gücendin?" diye sor onlara. adım gibi biliyorum, "yok sayılmak" diyeceklerdir. bu, insana dair ve ulusu olmayan bir hınçtır. en derin yara, yaranın hikayesi duyulmadığında alınandır. en vahşi vietnam, en kanlı filistin, en kederli lübnan, en kırık diyarbakır, yanık sivas, en ağıtlı küçükarmutlu, en hazin mamak, hikayelerin anlatılmadığı yerlerde kurulur.

biz, çok ölüm gördük, görüyoruz toprak kardeşim. çünkü ölüler, hikayeleri yok sayıldıkça yeni ölüleri çağırdılar. hikayeler kendilerini dinlemeyenlerden; yok sayılmış ölüler hayattan böyle intikam alırlar. öfke ve ölüm döngüsü böylece büyür. tıpkı tek kelimelik cevaplar isteyen sorgucular gibi sorarlar: ölenlerin tarafında mısın, yoksa yaşayanların mı? tarafını seçmek zorunda kalırsın toprak kardeşim. ölülere ihanet edemeyeceğin için ölülerin tarafına geçersin. yaşamak istersen, senden hiç soru sormamanı, ölülerden hiç bahsetmemeni isterler. evet ve hayır arasındaki sonsuz mesafe gibi büyür insanlar arasındaki boşluk. bu döngüye işte, tepemizde tepişen sorguculara karşı koymak için, onların yanlış ve bizi eksilten sorularını bastırabilmek için hep daha yüksek sesle anlatmalı ve kimse dinlemezken dinlemeliyiz bu toprağın hikayelerini.

ölümün bu kadar acelesi varken, yeryüzü ve ülke silahına davranmış, tetiğe dokunmuşken, birileri bize muhakkak şöyle diyecektir:

"zaman yok! ne anlatmaya, ne dinlemeye!"

vakitsizlik, sorgucuların ve tek kelimelik cevaplar isteyen soruların bizi kendi dünyalarına çekmek için söyledikleri bir yalandır. oysa yeryüzü binyıllardır öğretti ki bize; insan, insanlardan uzun sürer. ömürden daha uzun bir şeydir hayat. çünkü toprak kardeşim, her türlü aceleyi denedik ve gördük ki bizim artık başka çaremiz yok. yolu yok; konuşacak ve dinleyeceğiz.

sana kötü bir hikaye anlattım. sana bu memleketin en belalı, herkesin en uzağına ittiği, etrafını duvarlarla çevirip hücrelere tıktığı hikayeyi anlattım. önce yasal, sonra giderek meşru kılınan, hapishanelerden başlayan, sonra hayatın tamamına yayılan, adı "f tipi" konan, insanları yalnızlıktan delirtme politikasını, bu politikaların bizi birbirimizin ölümüne "oh!" çektirecek kadar delirtişini anlattım. bu f tipi duvarları anlatarak ve dinleyerek çatlatmazsak bu toprağın nar gibi çatlayıp dağılacağını anlattım. en uzak sınırımızda duran, en saldırgan uç beyimizden başlamak istedim barışmaya. çünkü onu ikna edebilirsek korkmamaya ve öfkelenmemeye, gerisi kolay gibi geldi bana. eğer oradan başlarsak yeni dilimizi kurmaya, topraklarımızın geri kalanında hızla yürür gider dedim yeni sözlerimiz. böyle böyle bütün hikayelerimizi anlatabilir ve dinleyebiliriz. eğer hikayelerimizi anlatabilirsek korkularına çarpacağı için akmaktan vazgeçen sular olmayı bırakıp yeniden akmaya başlayabiliriz. yaralarımızı açıklayabilirsek, tutulmamış yaslarımızın başımızda alıcı kuşlar gibi dönüp durmasına, yaralarımızın ve korkularımızın gölgeleriyle yaşamaya bir son verebiliriz.

düşünsene toprak kardeşim,

korkularının hepsini geçirebilseydin nasıl bir insan olurdun?

başlangıçtan beri aldığın yaraların hepsi tek tek tedavi edilseydi, kim olurdun?

ben bu hikayeyi anlatırken, düğümlerin hikayeleri anlatıldığında çözüleceğini söylerken, ölüm orucunun da ötesinde, bu büyük soruların peşindeydim. bu ülke yeniden bir ülke olur mu, bunun derdindeyim.