ayfer tunç: kevaşelerin gözden düşüşü daha ikinci gecede başlar.
julian barnes: yurtseverliğin en istekli yatak arkadaşı bilgi değil, cehalettir.
louis de bernieres: bu lanet olası dünyada biz insanlardan daha aşağılık, daha namussuz bir hayvan yoktur.
elsa morante: insana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir.
viktor emil frankl: alkol mutsuzluğunuzun ortadan kalkmasını sağlar; ama mutsuzluğun nedeni olduğu gibi kalır.
george sand: insanlar kendilerini oldukları gibi görmekten hoşlanmazlar.
irvin yalom: ölüm korkusu daima, yaşamlarını dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazladır.
mario puzo: bir avukat, evrak çantasıyla, eli silahlı yüz kişinin çalacağından daha fazlasını çalar.
platon: şeyleri oldukları gibi görmek, saf ve anlatılamaz bir mutluluktur.
nazım hikmet: kötü yüreklerde kıskançlığın en büyük nedeni, bir kadınla erkeğin mutluluğudur. çünkü onlar iki önemli sorunu, sevgi ve sadakat konularını çözmüşler demektir.
sophokles: son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin.
kenneth v. lanning: şeytan adına yapılanlardan çok daha fazla kanunsuzluk ve çocuk istismarı, tanrı'nın, isa'nın ve muhammed'in adına, dindar kişiler tarafından yapılmaktadır.
31.01.2009
30.01.2009
anna karenina
tolstoy
bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
insanın karısı varsa derdi var demektir; ama sahip olduğu kadın karısı değilse derdi daha da büyüktür.
iktidar, para, ün.. kadınların asıl istedikleri bunlardır.
bekarlıkla vedalaşmak geleneği boşuna değildir. ne denli mutlu olursa olsun, özgürlüğünü yitirmek acı gelir insana.
vladimir nabokov: aşk yalnızca cinsel olamaz; çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.
gerçeği yadsımak hiçbir zaman bir yanıt olamaz.
yaşamın güzelliği, çeşitliliği, olağanüstülüğü gölgelerden, ışıktan oluşur.
insanlar vardır, hangi konuda olursa olsun, kendilerinden şanslı rakiplerinin iyi yanlarının hepsini yadsımaya, yalnız kötü yanlarını görmeye hazırdırlar. bazı insanlar da bunun tam tersine, bu şanslı rakiplerinde, onları zafere ulaştıran özellikleri görmek isterler. yürekleri sızlayarak onlarda yalnız iyi şeyler ararlar.
onu sarhoş eden, çevresindeki herkesin ona gösterdiği hayranlık değil, bir kişinin hayranlığıdır.
akla dayanan evliliklerin mutluluğu çoğu zaman yadsınan aşkın ortaya çıkması sonucu sabun köpüğü gibi dağılır gider.
gerçek aşkı tanımak için önce yanılmalı insan, sonra doğruyu bulmalı.
ben iyi atı üzerindeki bazı belirtilerden, aşık genci de gözlerinden tanırım.
vladimir nabokov: insanı üzen, onun gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır.
pişmanlık duymak için vakit hiçbir zaman geç değildir.
kadın dediğin öyle bir yaratık ki, istediğin kadar incele, gene de hiç bilmediğin yanlarıyla karşılaşıyorsun.
boks gibi, boğa güreşi gibi sporlar barbarlığın belirtisidir.
eylemlerimizin kaynağı kim ne derse desin, kişisel mutluluğumuzdur. bizi harekete geçiren kişisel mutluluğumuzdur.
ölümü düşününce yaşamaktan daha az tat alır insan; ama daha sakin yaşar.
insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.
okula ya da benzeri kuruluşlara insanın yürekten bağlanması olanaksızdır. sanırım şu yardımseverler kuruluşlarının her zaman böylesine yetersiz sonuçlar vermesinin nedeni de budur.
aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.
mantık varoluş mücadelesini keşfetmiştir. isteklerimi engelleyen herkesi gırtlaklamam gerektiğini söyleyen yasayı keşfetmiştir. mantığın çıkardığı bir sonuçtur bu. başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.
savaşı gerekli mi buluyorsun? çok güzel. savaştan yana olanları, savaşı savunanları ileri hatlarda çarpışacak özel bir birlikte toplayıp en önce sürün savaşa, hücuma kaldırın.
bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
insanın karısı varsa derdi var demektir; ama sahip olduğu kadın karısı değilse derdi daha da büyüktür.
iktidar, para, ün.. kadınların asıl istedikleri bunlardır.
bekarlıkla vedalaşmak geleneği boşuna değildir. ne denli mutlu olursa olsun, özgürlüğünü yitirmek acı gelir insana.
vladimir nabokov: aşk yalnızca cinsel olamaz; çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.
gerçeği yadsımak hiçbir zaman bir yanıt olamaz.
yaşamın güzelliği, çeşitliliği, olağanüstülüğü gölgelerden, ışıktan oluşur.
insanlar vardır, hangi konuda olursa olsun, kendilerinden şanslı rakiplerinin iyi yanlarının hepsini yadsımaya, yalnız kötü yanlarını görmeye hazırdırlar. bazı insanlar da bunun tam tersine, bu şanslı rakiplerinde, onları zafere ulaştıran özellikleri görmek isterler. yürekleri sızlayarak onlarda yalnız iyi şeyler ararlar.
onu sarhoş eden, çevresindeki herkesin ona gösterdiği hayranlık değil, bir kişinin hayranlığıdır.
akla dayanan evliliklerin mutluluğu çoğu zaman yadsınan aşkın ortaya çıkması sonucu sabun köpüğü gibi dağılır gider.
gerçek aşkı tanımak için önce yanılmalı insan, sonra doğruyu bulmalı.
ben iyi atı üzerindeki bazı belirtilerden, aşık genci de gözlerinden tanırım.
vladimir nabokov: insanı üzen, onun gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır.
pişmanlık duymak için vakit hiçbir zaman geç değildir.
kadın dediğin öyle bir yaratık ki, istediğin kadar incele, gene de hiç bilmediğin yanlarıyla karşılaşıyorsun.
boks gibi, boğa güreşi gibi sporlar barbarlığın belirtisidir.
eylemlerimizin kaynağı kim ne derse desin, kişisel mutluluğumuzdur. bizi harekete geçiren kişisel mutluluğumuzdur.
ölümü düşününce yaşamaktan daha az tat alır insan; ama daha sakin yaşar.
insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.
okula ya da benzeri kuruluşlara insanın yürekten bağlanması olanaksızdır. sanırım şu yardımseverler kuruluşlarının her zaman böylesine yetersiz sonuçlar vermesinin nedeni de budur.
aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.
mantık varoluş mücadelesini keşfetmiştir. isteklerimi engelleyen herkesi gırtlaklamam gerektiğini söyleyen yasayı keşfetmiştir. mantığın çıkardığı bir sonuçtur bu. başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.
savaşı gerekli mi buluyorsun? çok güzel. savaştan yana olanları, savaşı savunanları ileri hatlarda çarpışacak özel bir birlikte toplayıp en önce sürün savaşa, hücuma kaldırın.
halk
hüseyin rahmi gürpınar
halk şakalı, mizahlı sözlere, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet yoktu? hiçbir sağlam ilmi esasla ilgisi olmaksızın hemen her gün fikirce, üslupça aynı bayağı tarzda tekrarlanan olağan şeyleri hastalıklı bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okurları ilk bakışta anlaşılır olamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, anlaması beyin gücü sarfına bağlı bir cümleye tesadüften adeta korkuyorlar. beynin de kullanılmayan diğer bir uzuv gibi zayıf düşeceğini bilmeyerek bilgilerini arttıracak, zihinlerini takviye edecek ciddilikle okumaya üşeniyorlar.
ey hemşeriler! niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? kabahat herkesten çok kendinizde. siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. cidden fikirlerinizi aydınlatmaya uğraşanlara sövüp onların iyi, yeni, besleyici, güzel telkinlerini adeta cinayet sayıyorsunuz. onlar, sizin cahilce kunamalarınızdan korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene dönmüş, çürüyüp kokmaya başlamış bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler. duyduğumuz her yeni fikre kızmayınız. onları güzelce kabul için anlama kabiliyeti edinmeye uğraşınız.
halk şakalı, mizahlı sözlere, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet yoktu? hiçbir sağlam ilmi esasla ilgisi olmaksızın hemen her gün fikirce, üslupça aynı bayağı tarzda tekrarlanan olağan şeyleri hastalıklı bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okurları ilk bakışta anlaşılır olamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, anlaması beyin gücü sarfına bağlı bir cümleye tesadüften adeta korkuyorlar. beynin de kullanılmayan diğer bir uzuv gibi zayıf düşeceğini bilmeyerek bilgilerini arttıracak, zihinlerini takviye edecek ciddilikle okumaya üşeniyorlar.
ey hemşeriler! niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? kabahat herkesten çok kendinizde. siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. cidden fikirlerinizi aydınlatmaya uğraşanlara sövüp onların iyi, yeni, besleyici, güzel telkinlerini adeta cinayet sayıyorsunuz. onlar, sizin cahilce kunamalarınızdan korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene dönmüş, çürüyüp kokmaya başlamış bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler. duyduğumuz her yeni fikre kızmayınız. onları güzelce kabul için anlama kabiliyeti edinmeye uğraşınız.
28.01.2009
yatak odasında felsefe
marquis de sade
filozof küçük insani gururları asla okşamaz; onun her zaman için büyük bir tutkuyla istediği şey, hakikati aramaktır, özsaygının aptalca önyargıları altından hakikati bulup çıkarır, hakikate erişir, onu geliştirir ve onu şaşkın dünyaya cesurca gösterir.
tüm erkekler, tüm kadınlar birbirine benzer: sağlıklı bir düşünmenin etkilerine direnebilecek aşk kesinlikle yoktur. duyuların sonucunu bizim içimize gömerek, bizi asla bir şey göremeyecek hale sokan; ancak çılgınca tapılan bu nesneyle var olmamıza yol açan bu sarhoşluk ne büyük bir aldatmacadır!
cehaletin ve aptallığın tüm engellerini parçalama şerefi yalnızca dehalara aittir.
en büyük zevklerimden biri sikim kalktığında tanrıya küfretmektir.
asla sırrını ağzından kaçırma, sevgilim; ve özellikle tek başına hareket et: suç ortaklarından daha tehlikeli bir şey olamaz; bize en yakın olanlardan sakınalım her zaman: ya hiç suç ortağınız olmasın ya da bize hizmet eder etmez onlardan kurtulmak gerekir, der macchiavelli.
herkes ikiyüzlü davranır; sorarım size, samimi bir kişi sahtekarlar cemiyetinde nasıl olur da her zaman başarısızlığa uğramaz!
tarım ağaçlara nasıl zarar veriyorsa eğitim de doğanın kutsal etkilerine o kadar zarar vermektedir.
tüm ahlaki hatalarımızın kaynağında, hıristiyanların kendi bahtsız ve felaketle dolu yüzyıllarında uydurdukları şu kardeşlik bağının gülünççe kabulü yatar.
insanları ancak kendimiz için sevmeliyiz; onları kendileri için sevmek bir aldatmacadır; doğa asla insanlara kendilerine iyi gelebilecek hareketlerden, duygulardan başka bir şey esinlemez; doğadan daha egoist bir şey olamaz; o halde, doğanın yasalarına uymak istiyorsak, böyle davranalım.
eğer doğa vücutlarımızın herhangi bir bölümünü saklamamızı istemiş olsaydı bu önlemi kendisi alırdı; ama o bizi çıplak yarattı; dolayısıyla çıplak olmamızı istiyor, çıplaklığa karşı her davranış doğanın yasalarını kesin olarak ihlal eder.
doğa insanın edepli olmasını amaçlasaydı eğer, kesinlikle onu çıplak doğurmazdı; uygarlık bakımından bizden daha az yozlaşmış olan sayısız halk çıplak dolaşmakta ve hiçbir utanç hissetmemekte; giyinme alışkanlığının biricik temelinin hem havanın sertliği hem de kadınların süs merakı olduğundan kuşkunuz olmasın; kadınlar arzuların doğmasına yol açacak yerde bu etkileri önceden gözler önüne sererlerse bir süre sonra bu etkilerin tümünü yitireceklerini hissederler; doğa onları kusursuz yaratmamış olduğundan, bu kusurları süslerle gizlediklerinde hoşa gitmenin tüm yollarına sahip olacaklarını düşünürler; demek ki utanç, bir erdem olmanın ötesinde, ahlak bozukluğunun ilk etkilerinden başka bir şey değildi, kadınların süs merakının ilk araçlarından biriydi. hayasızlığın sonuçlarının, yurttaşı cumhuriyetçi yönetimin yasaları için temel önemdeki ahlaksızlık halinde tuttuğuna inanan lykurgos ve solon, genç kızların tiyatroya çıplak çıkmasını zorunlu kılar. hatta bazı halklarda çıplaklık erdem olarak kabul görüyordu.
insan nedir? onunla diğer bitkiler arasındaki fark nedir? onunla doğadaki tüm diğer hayvanlar arasındaki fark nedir? kesinlikle hiç fark yoktur. insan da onlar gibi bu yerkürenin üzerine rastlantı sonucu yerleştirilmiştir, onlar gibi doğmuştur; onlar gibi ürer, çoğalır ve azalır; onlar gibi yaşlanır ve onlar gibi doğanın her hayvan türüne biçtiği sürenin sonunda, organlarının yapısı nedeniyle hiçliğin içine düşer.
bir hayvanı öldürmek de bir insanı öldürmek kadar kötüdür ya da her ikisi de pek az kötüdür ve farklılık yalnızca bizim önyargılı kibrimizde mevcuttur; ama kibrin önyargıları kadar saçma bir şey ne yazık ki yoktur. yine de soruyu hemen soralım. bir insanı ya da bir hayvanı yok etmenin eşit olmadığını inkar edemezsiniz.
her şeyin kendisi için yapıldığına inanan insanın aptalca kibri, insan soyunun tümüyle yok edilmesinin ardından doğada hiçbir şeyin değişmediğini ve yıldızların dönmesinin hiç de gecikmediğini görünce pek şaşırmış olacaktır.
kesin olarak şunu aklında tut ki, basit ve ödlek adam, salakların insanlık diye adlandırdıkları şey, korkudan ve bencillikten doğmuş bir zayıflıktan başka bir şey değildir; bu kuruntu ürünü erdem, yalnızca zayıf insanları zincire bağlar, karakterleri stoacılıktan, cesaret ve felsefeden oluşanlar insanlık diye bir şey bilmezler.
siki kalktığında despot olmayan erkek yoktur. eğer diğerleri de onun kadar zevk alıyor gözükürse o daha az alır. o sırada pek doğal olan bir kibirle, hissettiği şeyi anlamaya yatkın dünyadaki tek kişi olmak ister; kendi gibi bir başkasının da zevk aldığını görme fikri ona bir tür eşitlik duygusu verir ki bu duygu despotizmin hissettirdiği tarifsiz güzelliklere zarar verir.
doğanın insan yüreğine yerleştirdiği despotizmi sergilemenin gizli bir yolunu insana vermezsek, bu despotizmi uygulayabilmek için etrafındaki nesnelere saldırır, yönetimi karıştırır.
tanrıya inanan salaklar, varlığımızı yalnızca ona borçlu olduğumuza inanmış olanlar, bir embriyon olgunlaşmakta olduğunda, tanrıdan gelen küçük bir can görerek onu hemen canlandıranlar; bu sersemler, bu küçük yaratığın yok edilmesini temel bir suç olarak kabul ederler kesinlikle; çünkü, onlara göre, o artık insanlara ait değildir. tanrının ürünüdür o; tanrıya aittir.
ilkelerinizi uzaklara taşımanın boş onuruyla, kendi içinizdeki mutluluğa özen göstermeyi bir yana bırakırsanız, uyuklamakta olan despotizm yeniden doğar, iç anlaşmazlıklarla parçalanırsınız, maliyenizi ve alım gücünüzü tüketirsiniz ve tüm bunlar, siz yok olduğunuzda size boyun eğdirecek olan tiranların dayatacakları prangaları yeniden öpmek içindir. arzuladığınız her şeyi kendi evinizden ayrılmadan yapabilirsiniz; diğer halklar sizin mutlu olduğunuzu gördüklerinde sizin onlar için çizdiğiniz yoldan onlar da mutluluğa koşacaklardır.
davranışın senin basitliğine kurulmuş bir tuzaktır.
bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler, bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.
filozof küçük insani gururları asla okşamaz; onun her zaman için büyük bir tutkuyla istediği şey, hakikati aramaktır, özsaygının aptalca önyargıları altından hakikati bulup çıkarır, hakikate erişir, onu geliştirir ve onu şaşkın dünyaya cesurca gösterir.
tüm erkekler, tüm kadınlar birbirine benzer: sağlıklı bir düşünmenin etkilerine direnebilecek aşk kesinlikle yoktur. duyuların sonucunu bizim içimize gömerek, bizi asla bir şey göremeyecek hale sokan; ancak çılgınca tapılan bu nesneyle var olmamıza yol açan bu sarhoşluk ne büyük bir aldatmacadır!
cehaletin ve aptallığın tüm engellerini parçalama şerefi yalnızca dehalara aittir.
en büyük zevklerimden biri sikim kalktığında tanrıya küfretmektir.
asla sırrını ağzından kaçırma, sevgilim; ve özellikle tek başına hareket et: suç ortaklarından daha tehlikeli bir şey olamaz; bize en yakın olanlardan sakınalım her zaman: ya hiç suç ortağınız olmasın ya da bize hizmet eder etmez onlardan kurtulmak gerekir, der macchiavelli.
herkes ikiyüzlü davranır; sorarım size, samimi bir kişi sahtekarlar cemiyetinde nasıl olur da her zaman başarısızlığa uğramaz!
tarım ağaçlara nasıl zarar veriyorsa eğitim de doğanın kutsal etkilerine o kadar zarar vermektedir.
tüm ahlaki hatalarımızın kaynağında, hıristiyanların kendi bahtsız ve felaketle dolu yüzyıllarında uydurdukları şu kardeşlik bağının gülünççe kabulü yatar.
insanları ancak kendimiz için sevmeliyiz; onları kendileri için sevmek bir aldatmacadır; doğa asla insanlara kendilerine iyi gelebilecek hareketlerden, duygulardan başka bir şey esinlemez; doğadan daha egoist bir şey olamaz; o halde, doğanın yasalarına uymak istiyorsak, böyle davranalım.
eğer doğa vücutlarımızın herhangi bir bölümünü saklamamızı istemiş olsaydı bu önlemi kendisi alırdı; ama o bizi çıplak yarattı; dolayısıyla çıplak olmamızı istiyor, çıplaklığa karşı her davranış doğanın yasalarını kesin olarak ihlal eder.
doğa insanın edepli olmasını amaçlasaydı eğer, kesinlikle onu çıplak doğurmazdı; uygarlık bakımından bizden daha az yozlaşmış olan sayısız halk çıplak dolaşmakta ve hiçbir utanç hissetmemekte; giyinme alışkanlığının biricik temelinin hem havanın sertliği hem de kadınların süs merakı olduğundan kuşkunuz olmasın; kadınlar arzuların doğmasına yol açacak yerde bu etkileri önceden gözler önüne sererlerse bir süre sonra bu etkilerin tümünü yitireceklerini hissederler; doğa onları kusursuz yaratmamış olduğundan, bu kusurları süslerle gizlediklerinde hoşa gitmenin tüm yollarına sahip olacaklarını düşünürler; demek ki utanç, bir erdem olmanın ötesinde, ahlak bozukluğunun ilk etkilerinden başka bir şey değildi, kadınların süs merakının ilk araçlarından biriydi. hayasızlığın sonuçlarının, yurttaşı cumhuriyetçi yönetimin yasaları için temel önemdeki ahlaksızlık halinde tuttuğuna inanan lykurgos ve solon, genç kızların tiyatroya çıplak çıkmasını zorunlu kılar. hatta bazı halklarda çıplaklık erdem olarak kabul görüyordu.
insan nedir? onunla diğer bitkiler arasındaki fark nedir? onunla doğadaki tüm diğer hayvanlar arasındaki fark nedir? kesinlikle hiç fark yoktur. insan da onlar gibi bu yerkürenin üzerine rastlantı sonucu yerleştirilmiştir, onlar gibi doğmuştur; onlar gibi ürer, çoğalır ve azalır; onlar gibi yaşlanır ve onlar gibi doğanın her hayvan türüne biçtiği sürenin sonunda, organlarının yapısı nedeniyle hiçliğin içine düşer.
bir hayvanı öldürmek de bir insanı öldürmek kadar kötüdür ya da her ikisi de pek az kötüdür ve farklılık yalnızca bizim önyargılı kibrimizde mevcuttur; ama kibrin önyargıları kadar saçma bir şey ne yazık ki yoktur. yine de soruyu hemen soralım. bir insanı ya da bir hayvanı yok etmenin eşit olmadığını inkar edemezsiniz.
her şeyin kendisi için yapıldığına inanan insanın aptalca kibri, insan soyunun tümüyle yok edilmesinin ardından doğada hiçbir şeyin değişmediğini ve yıldızların dönmesinin hiç de gecikmediğini görünce pek şaşırmış olacaktır.
kesin olarak şunu aklında tut ki, basit ve ödlek adam, salakların insanlık diye adlandırdıkları şey, korkudan ve bencillikten doğmuş bir zayıflıktan başka bir şey değildir; bu kuruntu ürünü erdem, yalnızca zayıf insanları zincire bağlar, karakterleri stoacılıktan, cesaret ve felsefeden oluşanlar insanlık diye bir şey bilmezler.
siki kalktığında despot olmayan erkek yoktur. eğer diğerleri de onun kadar zevk alıyor gözükürse o daha az alır. o sırada pek doğal olan bir kibirle, hissettiği şeyi anlamaya yatkın dünyadaki tek kişi olmak ister; kendi gibi bir başkasının da zevk aldığını görme fikri ona bir tür eşitlik duygusu verir ki bu duygu despotizmin hissettirdiği tarifsiz güzelliklere zarar verir.
doğanın insan yüreğine yerleştirdiği despotizmi sergilemenin gizli bir yolunu insana vermezsek, bu despotizmi uygulayabilmek için etrafındaki nesnelere saldırır, yönetimi karıştırır.
tanrıya inanan salaklar, varlığımızı yalnızca ona borçlu olduğumuza inanmış olanlar, bir embriyon olgunlaşmakta olduğunda, tanrıdan gelen küçük bir can görerek onu hemen canlandıranlar; bu sersemler, bu küçük yaratığın yok edilmesini temel bir suç olarak kabul ederler kesinlikle; çünkü, onlara göre, o artık insanlara ait değildir. tanrının ürünüdür o; tanrıya aittir.
ilkelerinizi uzaklara taşımanın boş onuruyla, kendi içinizdeki mutluluğa özen göstermeyi bir yana bırakırsanız, uyuklamakta olan despotizm yeniden doğar, iç anlaşmazlıklarla parçalanırsınız, maliyenizi ve alım gücünüzü tüketirsiniz ve tüm bunlar, siz yok olduğunuzda size boyun eğdirecek olan tiranların dayatacakları prangaları yeniden öpmek içindir. arzuladığınız her şeyi kendi evinizden ayrılmadan yapabilirsiniz; diğer halklar sizin mutlu olduğunuzu gördüklerinde sizin onlar için çizdiğiniz yoldan onlar da mutluluğa koşacaklardır.
davranışın senin basitliğine kurulmuş bir tuzaktır.
bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler, bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.
hikâye
namık kemal
dil öyle taş kovuğundan yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine olgunlaşmaz. yüzyıllarca fikirleri eğitmeye hizmet için ömrünü vermiş birçok edebiyatçı, filozof gerekir ki bir dil düzene, zenginliğe ulaşabilsin.
ayetle ve hikmetle ispatlandığı üzere bütün mahluklar, erkek-dişi olarak çift yaratılmıştır. bundan ötürü evrene muhabbetle bağlıdırlar, dünyayı sevmek fıtratlarında vardır. bunun için insan her şeyden fazla aşka meyleder.
bu sebepten hikâyelerin, tiyatroların içerdiği hikmeti genellikle aşka dair birçok kıssa içine gizlerler. onun için biz de şu aciz eserimizin [intibah] içerdiği yepyeni düşünceyi, hayali bir hikâyeyle sarmalamak istedik.
bundan başka hikâye yazmakta bir görev daha vardır: o da yalnız muhatabı ıslah veya eğlendirmek için eski beğeni tarzı olan yerli yersiz akla, ağza ne gelirse söylemeyi bırakarak insanın doğasını tahlile çalışmaktır.
avrupalılar taklit ederken bir şeyin gerçekten taklide değer olan yerlerini ediyorlar. işte o kabilden olarak kendilerine örnek olması için arap'ın acem'in ve diğer eski dillerin saygın eserlerini tercüme etmişler. mantık ve adaba uygun gördükleri yerlerini örnek almışlar. içlerinde akıl dışı, abartmalı, hiçbir şeye benzemez teşbih görmüşlerse ona uymamışlar; imalı, lastikli sözler gibi zevzeklikleri de makbul tutmamışlardır.
hint'ten batı'ya geçmiş bir hikâyedir: hakikat bir kız imiş. fakat çıplak gezermiş. nereye gittiyse kabul etmemişler. sonunda bir kuyuya saklanmaya mecbur olmuş. hikâye ise dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar, gözü kör, kulağı sağır bir kocakarı imiş. fakat yüzünü düzgünler, takma dişler, vücudunu gayet güzel elbiselerle süslediğinden daima görenlerin makbulü olurmuş. sonunda bir gün, hakikate kuyusunda rastlamış. kendi elbisesini ve süslerini vermiş. ondan sonra hakikat de gittiği yerlerde kabul görmeye başlamış.
dil öyle taş kovuğundan yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine olgunlaşmaz. yüzyıllarca fikirleri eğitmeye hizmet için ömrünü vermiş birçok edebiyatçı, filozof gerekir ki bir dil düzene, zenginliğe ulaşabilsin.
ayetle ve hikmetle ispatlandığı üzere bütün mahluklar, erkek-dişi olarak çift yaratılmıştır. bundan ötürü evrene muhabbetle bağlıdırlar, dünyayı sevmek fıtratlarında vardır. bunun için insan her şeyden fazla aşka meyleder.
bu sebepten hikâyelerin, tiyatroların içerdiği hikmeti genellikle aşka dair birçok kıssa içine gizlerler. onun için biz de şu aciz eserimizin [intibah] içerdiği yepyeni düşünceyi, hayali bir hikâyeyle sarmalamak istedik.
bundan başka hikâye yazmakta bir görev daha vardır: o da yalnız muhatabı ıslah veya eğlendirmek için eski beğeni tarzı olan yerli yersiz akla, ağza ne gelirse söylemeyi bırakarak insanın doğasını tahlile çalışmaktır.
avrupalılar taklit ederken bir şeyin gerçekten taklide değer olan yerlerini ediyorlar. işte o kabilden olarak kendilerine örnek olması için arap'ın acem'in ve diğer eski dillerin saygın eserlerini tercüme etmişler. mantık ve adaba uygun gördükleri yerlerini örnek almışlar. içlerinde akıl dışı, abartmalı, hiçbir şeye benzemez teşbih görmüşlerse ona uymamışlar; imalı, lastikli sözler gibi zevzeklikleri de makbul tutmamışlardır.
hint'ten batı'ya geçmiş bir hikâyedir: hakikat bir kız imiş. fakat çıplak gezermiş. nereye gittiyse kabul etmemişler. sonunda bir kuyuya saklanmaya mecbur olmuş. hikâye ise dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar, gözü kör, kulağı sağır bir kocakarı imiş. fakat yüzünü düzgünler, takma dişler, vücudunu gayet güzel elbiselerle süslediğinden daima görenlerin makbulü olurmuş. sonunda bir gün, hakikate kuyusunda rastlamış. kendi elbisesini ve süslerini vermiş. ondan sonra hakikat de gittiği yerlerde kabul görmeye başlamış.
26.01.2009
beatrice'ten sonra birinci yüzyıl
amin maalouf
daha ileri gitmeyi beceremeyenler, varacakları yere ulaştıklarını söylerler.
vatanımız olan dünya ve ulusumuz olan insanlık, küçük ve aşağılık hesaplar yüzünden, eskimiş geleneklerle kokuşmuş bir bilimin bir araya gelmesi yüzünden, tarihin en karışık dönemini yaşayacaktır ve tanrının gönderdiği afet gibi bir mazerete sığınamayacaktır.
insanı, kendi üzüntüsü kadar yenilgiye uğratan bir başka şey yoktur.
değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı yatay kağıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.
şayet gelecekte, erkekler ile kadınlar, kolay bir yolla çocuklarının cinsiyetini tayin edebilirlerse, bazı uluslar sadece erkekleri seçer. böylece üremez olurlar, kaybolup giderler. bugün toplumsal bir kusur olan erkeğe tapınma düşüncesi, o zaman toplu bir intihara dönüşür. bilimin ilerleyişi ve zihniyetlerin durağanlığı göz önünde tutulursa, böyle bir varsayım yakın bir gelecekte gerçekleşmiş olacaktır.
mizah yazısı kelebek gibidir, yeğni ve havai olması doğaldır.
günümüz dünyasına bir bakın. kesinlikle ikiye ayrılmış durumda. bir yanda, istikrarlı nüfusa sahip, her gün biraz daha zenginleşen, her gün daha demokratikleşen, teknik ilerlemeleri neredeyse her gün artan, ortalama insan ömrünün sürekli yükseldiği, tarihte bugüne dek görülmemiş biçimde barışın, özgürlüğün, refahın, ilerlemenin altın çağını yaşayan topluluklar var. öte yanda, giderek kalabalıklaşan ama her zaman daha fazla yoksullaşan toplumlar, gittikçe genişleyen ama dışarıdan beslenen metropoller, birbiri ardından kaosa sürüklenen devletler var.
dünya, kırılması zor bir cevizdir.
kamuoyunu uyuyan iri bir insan gibi düşünmeli. ara sıra sarsılarak uyandığında, bunu fırsat bilerek, ona bir düşünce fısıldamaya çalışmalı; ama en basit, en belirgin düşünceyi; çünkü kamuoyu daha o an gerinir, arkasını döner, esner, tekrar uykuya dalar ve sense onu ne engelleyebilir ne de uyandırabilirsin. o zaman, yatağı sarsılsın diye beklemeye başlarsın.
nefret, sonsuza kadar basit bir gerçek olarak kalmaz. günün birinde, herhangi bir bahaneyle patlak verir ve yüz yıldır, bin yıldır, iki bin yıldır, hiçbir şeyin unutulmadığı anlaşılır, ne bir şamarın, ne de bir korkunun. nefret söz konusu olduğunda, bellek zamanın içinden geçerek, her şeyle beslenir, kimi zaman sevgiyle bile.
tarih boyunca pek az öğreti, nefreti söküp atabilmiştir, çoğu nefrete hedef saptırmada bulmuştur çareyi. nefreti zındığa, yabancıya, dönmeye, efendiye, köleye, babaya yöneltmiştir. tabii nefretin adı, başkalarında görüldüğünde nefrettir de kendimizde duyumsadığımızda, bin türlü adı vardır.
yazarlar gibi konuşmacılar da, cümlenin kopup gittiği anı, bir uyanıştan diğerine geçercesine kavrayıverirler bazen. bir heyecan, bir değişimdir o. insan artık konuşmuyordur sanki, kendini bırakır ve kulak verir sözlerine. yazı yazmıyordur artık, sadece elini, yani koyulduğu yola aldırmayan o binek hayvanını besliyordur, kendisine ihanet etmemesi için.
tek kelimeyle, toplumsal bir yaratık değilim, hiç olmadım. yarın diye düşünüyordum, sakalıma bürünmüş olarak her zaman olmak istediğim adam olacağım yeniden: minicik hayvancıkların büyüsüne kapılmış, büyük hayvanlara bütünüyle ilgisiz, düşünen bir yürüyüşçü.
meraklı bir parmağı arı sokması, saldırıya uğrayan kovanın içindeki kızgınlık hakkında doğru bir fikir verebilir mi?
büyük felaketler için bu böyledir, sinsi acılar için de. doğmazlar, ilan edilirler. savaşlar da öyle.
insan topluluklarında ve bireylerde, saldırıyı simgeleyen bir erkek ilke ile, devamlılığı simgeleyen bir dişi ilke vardır. bazı insanlar, aşırı derecede erkek hormonuna ya da aşırı sayıda erkek kromozomuna sahiptir; bu insanlar çok zeki olabilirler ama belirtildiğine göre zekaları, aşırı saldırganlığa veya sıklıkla suça yönelebilir; mahkeme kayıtlarında bu türden adamlara çok rastlanır. clarence ile béatrice'in sordukları şuydu: şu anda evrensel çapta böyle bir durumla karşı karşıya değil miyiz? hiçbir ahlaki değere sahip olmayan birkaç bilgin yüzünden, ayrıca hiç kimsenin öngöremediği şu "yatay çatlak" yüzünden topluluklar, etnik gruplar, uluslar ve belki de bütün insanlık muazzam bir denge bozukluğu içinde değil mi?
korku, canavar doğurur.
gerilemeyi önceden haber vermeye kim cesaret edebilirdi? gerileme üzücü, gülünç, kalıtımsal, tutarsız bir düşünce. tarihe, düz bir arazide akan, engebeli topraklarda seken, kimi yerlerde çağlayanlara bağlanan bir nehir gibi bakmakta inat ediyoruz. ama ya yatağı önceden kazılmamışsa? ya denize ulaşamayıp çölde kayboluyor, kıpırtısız bataklıklar yapbozunda yitip gidiyorsa?
her şeyi göz önünde bulundurursak hayat, benim kurduğum iskeleleri bütünüyle yıkmadı. sadece biraz yerinden oynattı, hayatın devamını sağlayacak kadar.
aşk ilişkilerinde gidiş hazırlığı yapılmaz.
denize bir şişe atılırsa, birinin onu bulması istenir; ama yanıbaşında yüzülmez.
eskiden horgörücü bir ırkçılıkla karşı karşıyaydık; bugün saygılı bir ırkçılıkla karşı karşıyayız. özlemlerimize ilgisiz, ataletimize karşı müşfik. yaşamın en berbat hali, sakatlığın en aşağılayıcısı "kültürel miras" diye adlandırılıyor. herkes kendi yüzyılında yaşıyor.
daha ileri gitmeyi beceremeyenler, varacakları yere ulaştıklarını söylerler.
vatanımız olan dünya ve ulusumuz olan insanlık, küçük ve aşağılık hesaplar yüzünden, eskimiş geleneklerle kokuşmuş bir bilimin bir araya gelmesi yüzünden, tarihin en karışık dönemini yaşayacaktır ve tanrının gönderdiği afet gibi bir mazerete sığınamayacaktır.
insanı, kendi üzüntüsü kadar yenilgiye uğratan bir başka şey yoktur.
değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı yatay kağıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.
şayet gelecekte, erkekler ile kadınlar, kolay bir yolla çocuklarının cinsiyetini tayin edebilirlerse, bazı uluslar sadece erkekleri seçer. böylece üremez olurlar, kaybolup giderler. bugün toplumsal bir kusur olan erkeğe tapınma düşüncesi, o zaman toplu bir intihara dönüşür. bilimin ilerleyişi ve zihniyetlerin durağanlığı göz önünde tutulursa, böyle bir varsayım yakın bir gelecekte gerçekleşmiş olacaktır.
mizah yazısı kelebek gibidir, yeğni ve havai olması doğaldır.
günümüz dünyasına bir bakın. kesinlikle ikiye ayrılmış durumda. bir yanda, istikrarlı nüfusa sahip, her gün biraz daha zenginleşen, her gün daha demokratikleşen, teknik ilerlemeleri neredeyse her gün artan, ortalama insan ömrünün sürekli yükseldiği, tarihte bugüne dek görülmemiş biçimde barışın, özgürlüğün, refahın, ilerlemenin altın çağını yaşayan topluluklar var. öte yanda, giderek kalabalıklaşan ama her zaman daha fazla yoksullaşan toplumlar, gittikçe genişleyen ama dışarıdan beslenen metropoller, birbiri ardından kaosa sürüklenen devletler var.
dünya, kırılması zor bir cevizdir.
kamuoyunu uyuyan iri bir insan gibi düşünmeli. ara sıra sarsılarak uyandığında, bunu fırsat bilerek, ona bir düşünce fısıldamaya çalışmalı; ama en basit, en belirgin düşünceyi; çünkü kamuoyu daha o an gerinir, arkasını döner, esner, tekrar uykuya dalar ve sense onu ne engelleyebilir ne de uyandırabilirsin. o zaman, yatağı sarsılsın diye beklemeye başlarsın.
nefret, sonsuza kadar basit bir gerçek olarak kalmaz. günün birinde, herhangi bir bahaneyle patlak verir ve yüz yıldır, bin yıldır, iki bin yıldır, hiçbir şeyin unutulmadığı anlaşılır, ne bir şamarın, ne de bir korkunun. nefret söz konusu olduğunda, bellek zamanın içinden geçerek, her şeyle beslenir, kimi zaman sevgiyle bile.
tarih boyunca pek az öğreti, nefreti söküp atabilmiştir, çoğu nefrete hedef saptırmada bulmuştur çareyi. nefreti zındığa, yabancıya, dönmeye, efendiye, köleye, babaya yöneltmiştir. tabii nefretin adı, başkalarında görüldüğünde nefrettir de kendimizde duyumsadığımızda, bin türlü adı vardır.
yazarlar gibi konuşmacılar da, cümlenin kopup gittiği anı, bir uyanıştan diğerine geçercesine kavrayıverirler bazen. bir heyecan, bir değişimdir o. insan artık konuşmuyordur sanki, kendini bırakır ve kulak verir sözlerine. yazı yazmıyordur artık, sadece elini, yani koyulduğu yola aldırmayan o binek hayvanını besliyordur, kendisine ihanet etmemesi için.
tek kelimeyle, toplumsal bir yaratık değilim, hiç olmadım. yarın diye düşünüyordum, sakalıma bürünmüş olarak her zaman olmak istediğim adam olacağım yeniden: minicik hayvancıkların büyüsüne kapılmış, büyük hayvanlara bütünüyle ilgisiz, düşünen bir yürüyüşçü.
meraklı bir parmağı arı sokması, saldırıya uğrayan kovanın içindeki kızgınlık hakkında doğru bir fikir verebilir mi?
büyük felaketler için bu böyledir, sinsi acılar için de. doğmazlar, ilan edilirler. savaşlar da öyle.
insan topluluklarında ve bireylerde, saldırıyı simgeleyen bir erkek ilke ile, devamlılığı simgeleyen bir dişi ilke vardır. bazı insanlar, aşırı derecede erkek hormonuna ya da aşırı sayıda erkek kromozomuna sahiptir; bu insanlar çok zeki olabilirler ama belirtildiğine göre zekaları, aşırı saldırganlığa veya sıklıkla suça yönelebilir; mahkeme kayıtlarında bu türden adamlara çok rastlanır. clarence ile béatrice'in sordukları şuydu: şu anda evrensel çapta böyle bir durumla karşı karşıya değil miyiz? hiçbir ahlaki değere sahip olmayan birkaç bilgin yüzünden, ayrıca hiç kimsenin öngöremediği şu "yatay çatlak" yüzünden topluluklar, etnik gruplar, uluslar ve belki de bütün insanlık muazzam bir denge bozukluğu içinde değil mi?
korku, canavar doğurur.
gerilemeyi önceden haber vermeye kim cesaret edebilirdi? gerileme üzücü, gülünç, kalıtımsal, tutarsız bir düşünce. tarihe, düz bir arazide akan, engebeli topraklarda seken, kimi yerlerde çağlayanlara bağlanan bir nehir gibi bakmakta inat ediyoruz. ama ya yatağı önceden kazılmamışsa? ya denize ulaşamayıp çölde kayboluyor, kıpırtısız bataklıklar yapbozunda yitip gidiyorsa?
her şeyi göz önünde bulundurursak hayat, benim kurduğum iskeleleri bütünüyle yıkmadı. sadece biraz yerinden oynattı, hayatın devamını sağlayacak kadar.
aşk ilişkilerinde gidiş hazırlığı yapılmaz.
denize bir şişe atılırsa, birinin onu bulması istenir; ama yanıbaşında yüzülmez.
eskiden horgörücü bir ırkçılıkla karşı karşıyaydık; bugün saygılı bir ırkçılıkla karşı karşıyayız. özlemlerimize ilgisiz, ataletimize karşı müşfik. yaşamın en berbat hali, sakatlığın en aşağılayıcısı "kültürel miras" diye adlandırılıyor. herkes kendi yüzyılında yaşıyor.
kediler
samipaşazade sezai
"hanım! en son cevabını isterim. ya ben, ya kediler!"
"kediler!"
bir kocanın ümitsizliği, bir kadının kararsız arzuları, sevginin mutluluk çayırı üzerine temellerini gül fidanlarından, sevda rüzgârının tutarsızlığına karşı camlarını nurdan, eşyalarını tülden inşa edip döşediği evlilik sarayının çöküşü, hep bu birkaç kelimeden ibaret olan konuşmada saklıydı.
kediler! öyle mi? demek ki otuz üç sene yan yana geçen bir beraberliğin sonucu, evlilik bilmecesinin çözümü bu cevap oluyor. otuz üç sene önce, evliliğin ilk aylarında sevginin sonsuzluğuna, aşkın ölümsüzlüğüne yeminler eden âşığının ağzından, kendisinin kedilere, her türlü mana ve yetenekten yoksun keyfi bir ilgi için feda edildiğini işitmek onurunu kırdığından, artık bu hale bir son vermek üzere kesin karar almıştı.
zavallı koca! karısının söz sahibi olduğu eve getirip topladığı yirmi otuz kedinin verdiği sıkıntı ve rahatsızlıktan artık usanmıştı. evin içinde ev sahibinden bile havalı bir yürüyüşle kuyruklarını kaldırıp bu bahtsız kocaya küçümsercesine bakışlar atarak dolaşan bu kibirli hayvanlar kanepelerini istila etmiş, koltuk sandalyelerinde uyurlar, o senenin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler; sofalarında, odalarında kulak tırmalayıcı seslerle kavga ederlerdi. günden güne küstah tavırlarını artırarak çoğalan kediler bu adama evinde ayakta duracak bir yer bırakmamaya başladılar.
bir sabah gayet erken uyanarak kendi âleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta birtakım çocukların ağladığını işiterek pencereden dışarı baktı. kulağına gelen seslerin kedilerin birbiriyle dalaşırken çıkardığı sesler olduğunu anlayınca, aldandığından dolayı büyük bir öfkeyle iskemlesine oturdu. iskemleye oturduğunda, yüzünün iki uç noktası olan alnıyla çenesinin geriye doğru çekik, gözlerinin büyük ve biraz fırlak olmasıyla bir arayıcılık hali kazanan yüzünü iki tarafa döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu; zira kedinin biri ekmeğini çalmış, diğeri sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. kendi kendine üzüntü ve şaşkınlıkla, "kime dert anlatmalı! bu kibirli, vefasız, değer bilmez hayvanların kadınlar elbette taraftarı olur! zaten kedi, kadındır." diyordu.
bir günlük emeğiyle elde ettiklerinin böyle ziyan olmasının verdiği üzüntüyle başını eline dayayarak pencerenin önünde oturdu. işte orada, duvarın altında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, fincanını kıran, kendisini sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl bütün rahat ve huzurunu elinden alan kediler, güneşe karşı abanoz gibi parlak siyah, kar gibi beyaz, sarı benekli, göz alıcı renkleri ve her an ve saniye renkleri değişen ışıl ışıl gözleri gökkuşağı gibi görünürken ön ayaklarını önce ağızlarına götürüp kadınlara has işveli bir tavırla yüzlerini temizleyerek huzur içinde kahvaltısını hazmetmekte ve öğle yemeğine hazırlanmaktaydılar.
evin sahibi tarafından kendisine tercih edilen bu yırtıcı hayvanların kayıtsız halleri sinirine dokunarak sofaya çıktı. orada, merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez, "kahvemi sen içtin! fincanımı sen kırdın! öyle mi?" diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. bastonunu kaldırdı. kedi kımıldıyor. kaçacak. değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez, pek çevik olan bu afacan hemen sıçrayınca ayağı kayarak büyük bir gürültüyle merdivenlerden aşağı yuvarlandı. merdivenin altında kolunun sızladığından şikâyet ederken varlığının diğer yarısı olan karısı karşısına çıkarak, "hiç kediye öyle vurulur mu? ya bir yeri kırılsaydı..." deyince zavallı herif şiddet ve öfkeyle "ben sana şimdi gösteririm!" diyerek odasına çıktı. karısı da kendisini takip ederek gayet sakin ve yumuşak biçimde diyordu ki, "ne yapacaksın? ne yapabilirsin? söyle de ben de anlayayım!"
bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi, renkli güzellikten akseden bir damla yaşın durduğu büyük gözlerini; altmış senenin üzerinde izler, lekeler bırakarak geçtiği karısının yüzüne çevirerek, "ne mi yapabilirim? kaymakamlığa başvuracağım. senin kedilerini, yiyecek hırsızlığı, gasp ve haneye tecavüzden dava edeceğim! bakalım, o zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebilir misin?"
paltosunu, şapkasını giydi, kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
"hanım! en son cevabını isterim. ya ben, ya kediler!"
"kediler!"
bir kocanın ümitsizliği, bir kadının kararsız arzuları, sevginin mutluluk çayırı üzerine temellerini gül fidanlarından, sevda rüzgârının tutarsızlığına karşı camlarını nurdan, eşyalarını tülden inşa edip döşediği evlilik sarayının çöküşü, hep bu birkaç kelimeden ibaret olan konuşmada saklıydı.
kediler! öyle mi? demek ki otuz üç sene yan yana geçen bir beraberliğin sonucu, evlilik bilmecesinin çözümü bu cevap oluyor. otuz üç sene önce, evliliğin ilk aylarında sevginin sonsuzluğuna, aşkın ölümsüzlüğüne yeminler eden âşığının ağzından, kendisinin kedilere, her türlü mana ve yetenekten yoksun keyfi bir ilgi için feda edildiğini işitmek onurunu kırdığından, artık bu hale bir son vermek üzere kesin karar almıştı.
zavallı koca! karısının söz sahibi olduğu eve getirip topladığı yirmi otuz kedinin verdiği sıkıntı ve rahatsızlıktan artık usanmıştı. evin içinde ev sahibinden bile havalı bir yürüyüşle kuyruklarını kaldırıp bu bahtsız kocaya küçümsercesine bakışlar atarak dolaşan bu kibirli hayvanlar kanepelerini istila etmiş, koltuk sandalyelerinde uyurlar, o senenin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler; sofalarında, odalarında kulak tırmalayıcı seslerle kavga ederlerdi. günden güne küstah tavırlarını artırarak çoğalan kediler bu adama evinde ayakta duracak bir yer bırakmamaya başladılar.
bir sabah gayet erken uyanarak kendi âleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta birtakım çocukların ağladığını işiterek pencereden dışarı baktı. kulağına gelen seslerin kedilerin birbiriyle dalaşırken çıkardığı sesler olduğunu anlayınca, aldandığından dolayı büyük bir öfkeyle iskemlesine oturdu. iskemleye oturduğunda, yüzünün iki uç noktası olan alnıyla çenesinin geriye doğru çekik, gözlerinin büyük ve biraz fırlak olmasıyla bir arayıcılık hali kazanan yüzünü iki tarafa döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu; zira kedinin biri ekmeğini çalmış, diğeri sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. kendi kendine üzüntü ve şaşkınlıkla, "kime dert anlatmalı! bu kibirli, vefasız, değer bilmez hayvanların kadınlar elbette taraftarı olur! zaten kedi, kadındır." diyordu.
bir günlük emeğiyle elde ettiklerinin böyle ziyan olmasının verdiği üzüntüyle başını eline dayayarak pencerenin önünde oturdu. işte orada, duvarın altında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, fincanını kıran, kendisini sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl bütün rahat ve huzurunu elinden alan kediler, güneşe karşı abanoz gibi parlak siyah, kar gibi beyaz, sarı benekli, göz alıcı renkleri ve her an ve saniye renkleri değişen ışıl ışıl gözleri gökkuşağı gibi görünürken ön ayaklarını önce ağızlarına götürüp kadınlara has işveli bir tavırla yüzlerini temizleyerek huzur içinde kahvaltısını hazmetmekte ve öğle yemeğine hazırlanmaktaydılar.
evin sahibi tarafından kendisine tercih edilen bu yırtıcı hayvanların kayıtsız halleri sinirine dokunarak sofaya çıktı. orada, merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez, "kahvemi sen içtin! fincanımı sen kırdın! öyle mi?" diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. bastonunu kaldırdı. kedi kımıldıyor. kaçacak. değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez, pek çevik olan bu afacan hemen sıçrayınca ayağı kayarak büyük bir gürültüyle merdivenlerden aşağı yuvarlandı. merdivenin altında kolunun sızladığından şikâyet ederken varlığının diğer yarısı olan karısı karşısına çıkarak, "hiç kediye öyle vurulur mu? ya bir yeri kırılsaydı..." deyince zavallı herif şiddet ve öfkeyle "ben sana şimdi gösteririm!" diyerek odasına çıktı. karısı da kendisini takip ederek gayet sakin ve yumuşak biçimde diyordu ki, "ne yapacaksın? ne yapabilirsin? söyle de ben de anlayayım!"
bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi, renkli güzellikten akseden bir damla yaşın durduğu büyük gözlerini; altmış senenin üzerinde izler, lekeler bırakarak geçtiği karısının yüzüne çevirerek, "ne mi yapabilirim? kaymakamlığa başvuracağım. senin kedilerini, yiyecek hırsızlığı, gasp ve haneye tecavüzden dava edeceğim! bakalım, o zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebilir misin?"
paltosunu, şapkasını giydi, kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
24.01.2009
kehanet
albert caraco
bütün ahlaki otoritelerin desteğiyle ölüme gidiyoruz. tüm dinsel otoritelerin onayı ve cezalandırmasıyla evrensel ölüme doğru gidiyoruz, hiçbir şey bunu engelleyemez. geleneklerimiz bizim ölüme yönelmemizi son derece onaylıyorlar, çıkarlarımızla denk olan değerlerimiz de bizi aynı yöne itiyor. bundan daha uyumlu bir onay asla görülmedi.
yeryüzü, kurban edilen insanların sunağı oldu. başı dönen, serseme dönmüş insanlık kendini feda etmek için bu sunağa çıkarken, düzenbazlığı duyuran bir avuç insanı ayakları altında çiğniyorlar. çok geç olduğunun farkındayız artık ve bu dünyadaki her fedakarlığın bir düzenbazlık olduğunu biliyoruz; hem de en dikkate değer düzenbazlık. ama bunu tam yok olacakken öğrendik.
yitik kitle kaosun eseridir, o kaostur ve kaosa geri döner. bu kitlenin ölümüne ağlayacak değiliz; çünkü o gölgeler ordusudur ve kavruk kalmış, gelişememiş gölgelerin ancak ikircikliğin bağrında sahte bir yaşamı olabilir, hepsi bu. dinler bu gölgeler için yapılmıştır. onların iğrençliklerine, aşağı kalmışlıklarına tesellidir dinler; ama onlar bu iğrençliği sürdürmeye devam ediyorlar.
erkekler döllemeye devam edecek, kadınlar doğurmaya ve yitik kitleyi beslemek için her şey kullanılacak, gelecek ipotek altına alınacak.
şu anki insanlığın yalnızca küçücük bir parçası olacak soydaşlarımız, güzelliği bir anıdan başka bir şey olmayan talan edilmiş bir dünyayı miras alacaklar. bunu onarmak yüzyılları bulacak. doğumu sınırlandıracaklar ki toprak dinlensin, sular temizlensin, bu ökümen'i zorla kirletmeye ya da ökümen'in yasalarından tanrılar aramaya niyetlenmeyeceklerdir. bu gerçekliği aşkınlığın yanılsamasına kurban etmeyeceklerdir. yeryüzüne sadık kalacaklar ve gökyüzünü onu onaylamaya mecbur edeceklerdir.
salaklıkları ve delilikleri nedeniyle hak ettikleri felaket alçakların eğitileceği tek okuldur.
dünyayı ahlaksızlık kurtaracak. dinlenme ve gevşeme, her türden fedakarlığın reddi ve militan erdemlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz her şeyin küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak. erkekliğin bizi götürdüğü ve asla geri dönülmeyecek kabustan bizi dişilik kurtaracak; çünkü erkek ölümün eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder.
zengin ülkelerin refahı, dünya mutlak bir felakete gömülürken, sonsuza dek sürecek değildir ve dünyayı bu felaketten çekip çıkarmak için çok geç olduğundan, zengin ülkelerin yoksulları yok etmek ya da kendilerinin de yoksul olması dışında bir tercihi olamayacaktır. onlar da kaostan ve ölümden kaçamayacaklardır. tabii eğer en barbar çözümde karar kılmamışlarsa.
tekrar tekrar başlayan bir kavrukluk ve başarısızlık içinde hayatta kalmaktansa telafisi imkansız olan şeyi tercih ederiz biz.
felaketten sonra, şimdiki insanlığın küçücük bir bölümü olacak soydaşlarımız, su kaynaklarını ve ağaçları kutsayacaklar, toprağı gökle evlendirecekler, kurban etme fikrini iğrenç bulacaklar ve aşkınlık fikrini kutsallığa hakaret sayacaklar. vahiyli dinlerin ortadan kaldırdığı her şeyi -kutsal fahişelik ile ritüel birlikteliği, üreme kültü ile sembollerine tapınmayı, kutsal evlilikler ile saturnus şenliklerini- yeniden oluşturacaklardır. insanı, olması gereken şey değil, olmaktan vazgeçtiği şey olarak göreceklerdir. peygamberlik yanılsamalarına yeniden düşmeyeceklerdir. kusurlu bir otomatı kusursuz kılmaktan vazgeçeceklerdir. tinselliğin çoğunluğun nasibi olmadığını ve sözde vahyedilmiş dinlerin yaptığı gibi, aynı öğretiyi herkese iletmenin hata olduğunu kavrayacaklardır.
insanlar toprağa sahip olmak için savaşıyorlardı, yarın suya sahip olmak için birbirlerini gırtlaklayacaklar. havamız kalmadığında, harabelerin ortasında soluk alabilmek için boğazlayacağız birbirimizi.
gelecekte, tek uz görüşlülerin anarşistler ve nihilistler olduğu söylenecektir. yürüyen sağırlar ile militanlık yapan körler arasındaki aklı başında ve duyarlı son insanlar anarşistler ve nihilistlerdir.
anarşistler ve nihilistler her şeyi kökünden süpürmek istiyorlardı ve gelecek onlara hak verecektir. ama düzen var olduğu sürece onları eziyor ve ezecek. yıkıcılıktan bizi koruyan ve koruyacak düzen; ama kaosun ya da ölümün yıkıcılığından değil, kaosa ve ölüme doğru safları sıklaştırarak yürümemizi emrediyor bize; yan yana, görev adımlarıyla ve yakında kana bulayacağımız gecenin içinde.
yüzyılın gayri insaniliği giderek artacaktır ve vaazlar da bu niteliği değiştiremeyecektir. insanlar boş yere tapınaklara koşturuyorlar. ortak ölümün gölgesinde, tapınaklar sonunda müminlerin başına çökecektir.
bizim dinlerimiz insan türünün kanseridir. ancak ölerek bu kanserden kurtulabiliriz. dinlerimiz yok olsun diye ölüyoruz. felaket, rahipleri cemaatleriyle birlikte yutacaktır. harabelerin ortasında insanlıktan sağ kalacak olanlar, ayakta kalan taşlara saldıracaktır.
bütün ahlaki otoritelerin desteğiyle ölüme gidiyoruz. tüm dinsel otoritelerin onayı ve cezalandırmasıyla evrensel ölüme doğru gidiyoruz, hiçbir şey bunu engelleyemez. geleneklerimiz bizim ölüme yönelmemizi son derece onaylıyorlar, çıkarlarımızla denk olan değerlerimiz de bizi aynı yöne itiyor. bundan daha uyumlu bir onay asla görülmedi.
yeryüzü, kurban edilen insanların sunağı oldu. başı dönen, serseme dönmüş insanlık kendini feda etmek için bu sunağa çıkarken, düzenbazlığı duyuran bir avuç insanı ayakları altında çiğniyorlar. çok geç olduğunun farkındayız artık ve bu dünyadaki her fedakarlığın bir düzenbazlık olduğunu biliyoruz; hem de en dikkate değer düzenbazlık. ama bunu tam yok olacakken öğrendik.
yitik kitle kaosun eseridir, o kaostur ve kaosa geri döner. bu kitlenin ölümüne ağlayacak değiliz; çünkü o gölgeler ordusudur ve kavruk kalmış, gelişememiş gölgelerin ancak ikircikliğin bağrında sahte bir yaşamı olabilir, hepsi bu. dinler bu gölgeler için yapılmıştır. onların iğrençliklerine, aşağı kalmışlıklarına tesellidir dinler; ama onlar bu iğrençliği sürdürmeye devam ediyorlar.
erkekler döllemeye devam edecek, kadınlar doğurmaya ve yitik kitleyi beslemek için her şey kullanılacak, gelecek ipotek altına alınacak.
şu anki insanlığın yalnızca küçücük bir parçası olacak soydaşlarımız, güzelliği bir anıdan başka bir şey olmayan talan edilmiş bir dünyayı miras alacaklar. bunu onarmak yüzyılları bulacak. doğumu sınırlandıracaklar ki toprak dinlensin, sular temizlensin, bu ökümen'i zorla kirletmeye ya da ökümen'in yasalarından tanrılar aramaya niyetlenmeyeceklerdir. bu gerçekliği aşkınlığın yanılsamasına kurban etmeyeceklerdir. yeryüzüne sadık kalacaklar ve gökyüzünü onu onaylamaya mecbur edeceklerdir.
salaklıkları ve delilikleri nedeniyle hak ettikleri felaket alçakların eğitileceği tek okuldur.
dünyayı ahlaksızlık kurtaracak. dinlenme ve gevşeme, her türden fedakarlığın reddi ve militan erdemlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz her şeyin küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak. erkekliğin bizi götürdüğü ve asla geri dönülmeyecek kabustan bizi dişilik kurtaracak; çünkü erkek ölümün eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder.
zengin ülkelerin refahı, dünya mutlak bir felakete gömülürken, sonsuza dek sürecek değildir ve dünyayı bu felaketten çekip çıkarmak için çok geç olduğundan, zengin ülkelerin yoksulları yok etmek ya da kendilerinin de yoksul olması dışında bir tercihi olamayacaktır. onlar da kaostan ve ölümden kaçamayacaklardır. tabii eğer en barbar çözümde karar kılmamışlarsa.
tekrar tekrar başlayan bir kavrukluk ve başarısızlık içinde hayatta kalmaktansa telafisi imkansız olan şeyi tercih ederiz biz.
felaketten sonra, şimdiki insanlığın küçücük bir bölümü olacak soydaşlarımız, su kaynaklarını ve ağaçları kutsayacaklar, toprağı gökle evlendirecekler, kurban etme fikrini iğrenç bulacaklar ve aşkınlık fikrini kutsallığa hakaret sayacaklar. vahiyli dinlerin ortadan kaldırdığı her şeyi -kutsal fahişelik ile ritüel birlikteliği, üreme kültü ile sembollerine tapınmayı, kutsal evlilikler ile saturnus şenliklerini- yeniden oluşturacaklardır. insanı, olması gereken şey değil, olmaktan vazgeçtiği şey olarak göreceklerdir. peygamberlik yanılsamalarına yeniden düşmeyeceklerdir. kusurlu bir otomatı kusursuz kılmaktan vazgeçeceklerdir. tinselliğin çoğunluğun nasibi olmadığını ve sözde vahyedilmiş dinlerin yaptığı gibi, aynı öğretiyi herkese iletmenin hata olduğunu kavrayacaklardır.
insanlar toprağa sahip olmak için savaşıyorlardı, yarın suya sahip olmak için birbirlerini gırtlaklayacaklar. havamız kalmadığında, harabelerin ortasında soluk alabilmek için boğazlayacağız birbirimizi.
gelecekte, tek uz görüşlülerin anarşistler ve nihilistler olduğu söylenecektir. yürüyen sağırlar ile militanlık yapan körler arasındaki aklı başında ve duyarlı son insanlar anarşistler ve nihilistlerdir.
anarşistler ve nihilistler her şeyi kökünden süpürmek istiyorlardı ve gelecek onlara hak verecektir. ama düzen var olduğu sürece onları eziyor ve ezecek. yıkıcılıktan bizi koruyan ve koruyacak düzen; ama kaosun ya da ölümün yıkıcılığından değil, kaosa ve ölüme doğru safları sıklaştırarak yürümemizi emrediyor bize; yan yana, görev adımlarıyla ve yakında kana bulayacağımız gecenin içinde.
yüzyılın gayri insaniliği giderek artacaktır ve vaazlar da bu niteliği değiştiremeyecektir. insanlar boş yere tapınaklara koşturuyorlar. ortak ölümün gölgesinde, tapınaklar sonunda müminlerin başına çökecektir.
bizim dinlerimiz insan türünün kanseridir. ancak ölerek bu kanserden kurtulabiliriz. dinlerimiz yok olsun diye ölüyoruz. felaket, rahipleri cemaatleriyle birlikte yutacaktır. harabelerin ortasında insanlıktan sağ kalacak olanlar, ayakta kalan taşlara saldıracaktır.
aylak adam
yusuf atılgan
ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.
yoksa her şey benim olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?
önce oda kapısı kapandı, sonra dış kapı. terliklerini giydi. gitti pencereyi açtı. soğuk. dışarıya eğilip gökyüzüne baktı. kurşun rengi, yağdı yağacak bugün. ceketini giyip ayakyoluna girdi. "kötü yazarın yasak bölgesi. neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. hiç mi çişi gelmedi? inanılacak şey değil. parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra ağacın dibine işemiştir.
çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. sat çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. onun büyük işler yapacağı umulur. ama beş on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.
insanlardaki her duygu bir renktir.
herkes onun gibi değil miydi? en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı.
kadınsız hikaye tuzsuz aşa benzer.
dalgın olduk mu gerçek benliğimizle davranıyoruz.
kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: yalnız kalabilmek için.
davete geç mi kaldınız? her zaman geç kalanlar bulunur. hindi dolması daha bitmemiştir. bu gece insanların hindi yemesi gerekir. bulamayanlar üzülür. yılbaşı hindisi.. ooooo! eğlenmek de zorunludur bu gece. sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. evlerde toplantılar vardır. küçük kumarlarınız vardır. on kuruşluk tombalalar. şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının "aman ayol, bu ne kötü şans böyle!" sözüne karşılık kim bilir kaç erkek "üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır." diyordur. kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. biliyorum sizi. küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. büyüklerinizden korkarsınız. akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. sizi bekleyenler vardır. rahatsınız. hem ne kolay rahatlıyorsunuz. içinizde boşluklar yok. neden ben de sizin gibi olamıyorum? bir ben miyim düşünen? bir ben miyim yalnız?
insanlarla barışmak iyiydi. böyle bir gün tatlıcıda bir kadınla tanıştı. kadının çocuk gibi sık sık burnunu çekişi onu daha kadınlaştırıyor, hoşuna gidiyordu. üç gün sürdü. sık sık burnunu çekiyor diye kadını bıraktı.
"iş avutur." derdi babası. o böyle avuntu istemiyordu. bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. yaşamanın anlamı alışkanlıktı, rahatlıktı. çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. ne kolaydı onlara uymak! gündüzleri bir okulda ders verir; geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. çabasız. ama biliyordu: yetinemeyecekti. başka şeyler gerekti. güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.
birden anladı. dilencinin niye beş gün gelip iki gün gelmediğini, niye hep bu vakit burada olduğunu artık biliyordu. güldü. yaman adamdı bu dilenci. insanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu. cumartesileri, pazarları gelmiyordu. yufka yüreklidirler. ucuza numara alırlar. kişioğlu böyleydi. kimi dilenmek, kimi sadaka vermek zorundaydı.
bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. doğar doğmaz, o bilmeyen başkaları veriyor. ama yapışıp kalıyor ona. onsuz olamıyor.
ikinci konuşmamda "sen" diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam.
insanların sokakta hep ezberlenmiş hareketler yaptıklarını düşünüyordu.
alışmaktan korkuyordu. böyle giderse bu masa sevgilerinin kutsal yeri olacaktı. bir yerleri olması kötüydü. sonra insan kendisinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.
çevresine bakındı. yoktu. oturma odasını da aradı. orada da yoktu. bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. kadınlar da böyleydi. dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.
insanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. neden her sabah içlerini karartmak gereğini duyarlardı acaba?
aylak olmak dünyanın en güç işiydi.
sigara içmek istiyordu. hep böyleydi. bir şey en gerektiği anda olmazdı.
hepimiz korkağız. korktuğumuz için severiz; korktuğumuz için yaşarız; korku yüzünden öldürürüz. en kötüsü kısa sıkıntılardan korkarız.
çabuk kurtulma özgürlüğü elindeyken kişinin dayanamayacağı kötü durum yoktu.
bir sanatçının en güzel eseri hiç bitmeyecek olanı değil mi?
sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor.
paul eluard: gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar.
bu iki adam dünyada hoşgörü diye bir şey olmadığını bilmiyorlar. insan kendininkine uygun olmayanı bağışlamaz. biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz.
evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. uykuda başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü. yoksa, kim olursa olsun, bir başkasının kendini uyurken seyretmesini mi istemiyordu? yaşadığında hiç kimseyle bir yatakta uyumamıştı.
normal insanlardan korkarım ben.
evlenmek! can sıkıcı dairelerden birinde, tanımadığımız bir adamın bizi birleştirmek görevine boyun eğmek.
açık korku kişiye adam öldürtür; gizlisi uslu uslu oturtur.
hiç kimse erkek yaratılmanın azabını benim kadar çekmemiştir. içimdeki batıcı kadın isteğinden kurtulmak için boyuna okurdum. olmuyordu. kendi kendimle oynardım. 17 yaşında geneleve gittim. odadan çıkınca bomboştum; kötüydüm. bir daha gitmedim.
insanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. olmak istedikleri, olamadıkları kişiyi anlatırlar.
insanlar her yerde böyleydiler. kısasından isterlerdi. hep aynı çamurdandılar; sevgiymiş, dostlukmuş; laftı.
insanlar haksızken daha çok bağırırlar.
olmuyordu. huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.
iki çeşit insan vardır. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. bir de şu çevrendekilere bak. bunlar neden içiyorlar? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. böylesi az içer. ya ben? içiyorum da kurtulabiliyor muyum? belki yalnız baş ağrısından..
neden? neden böylesiniz? olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı.
ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.
yoksa her şey benim olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?
önce oda kapısı kapandı, sonra dış kapı. terliklerini giydi. gitti pencereyi açtı. soğuk. dışarıya eğilip gökyüzüne baktı. kurşun rengi, yağdı yağacak bugün. ceketini giyip ayakyoluna girdi. "kötü yazarın yasak bölgesi. neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. hiç mi çişi gelmedi? inanılacak şey değil. parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra ağacın dibine işemiştir.
çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. sat çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. onun büyük işler yapacağı umulur. ama beş on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.
insanlardaki her duygu bir renktir.
herkes onun gibi değil miydi? en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı.
kadınsız hikaye tuzsuz aşa benzer.
dalgın olduk mu gerçek benliğimizle davranıyoruz.
kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: yalnız kalabilmek için.
davete geç mi kaldınız? her zaman geç kalanlar bulunur. hindi dolması daha bitmemiştir. bu gece insanların hindi yemesi gerekir. bulamayanlar üzülür. yılbaşı hindisi.. ooooo! eğlenmek de zorunludur bu gece. sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. evlerde toplantılar vardır. küçük kumarlarınız vardır. on kuruşluk tombalalar. şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının "aman ayol, bu ne kötü şans böyle!" sözüne karşılık kim bilir kaç erkek "üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır." diyordur. kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. biliyorum sizi. küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. büyüklerinizden korkarsınız. akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. sizi bekleyenler vardır. rahatsınız. hem ne kolay rahatlıyorsunuz. içinizde boşluklar yok. neden ben de sizin gibi olamıyorum? bir ben miyim düşünen? bir ben miyim yalnız?
insanlarla barışmak iyiydi. böyle bir gün tatlıcıda bir kadınla tanıştı. kadının çocuk gibi sık sık burnunu çekişi onu daha kadınlaştırıyor, hoşuna gidiyordu. üç gün sürdü. sık sık burnunu çekiyor diye kadını bıraktı.
"iş avutur." derdi babası. o böyle avuntu istemiyordu. bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. yaşamanın anlamı alışkanlıktı, rahatlıktı. çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. ne kolaydı onlara uymak! gündüzleri bir okulda ders verir; geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. çabasız. ama biliyordu: yetinemeyecekti. başka şeyler gerekti. güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.
birden anladı. dilencinin niye beş gün gelip iki gün gelmediğini, niye hep bu vakit burada olduğunu artık biliyordu. güldü. yaman adamdı bu dilenci. insanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu. cumartesileri, pazarları gelmiyordu. yufka yüreklidirler. ucuza numara alırlar. kişioğlu böyleydi. kimi dilenmek, kimi sadaka vermek zorundaydı.
bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. doğar doğmaz, o bilmeyen başkaları veriyor. ama yapışıp kalıyor ona. onsuz olamıyor.
ikinci konuşmamda "sen" diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam.
insanların sokakta hep ezberlenmiş hareketler yaptıklarını düşünüyordu.
alışmaktan korkuyordu. böyle giderse bu masa sevgilerinin kutsal yeri olacaktı. bir yerleri olması kötüydü. sonra insan kendisinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.
çevresine bakındı. yoktu. oturma odasını da aradı. orada da yoktu. bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. kadınlar da böyleydi. dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.
insanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. neden her sabah içlerini karartmak gereğini duyarlardı acaba?
aylak olmak dünyanın en güç işiydi.
sigara içmek istiyordu. hep böyleydi. bir şey en gerektiği anda olmazdı.
hepimiz korkağız. korktuğumuz için severiz; korktuğumuz için yaşarız; korku yüzünden öldürürüz. en kötüsü kısa sıkıntılardan korkarız.
çabuk kurtulma özgürlüğü elindeyken kişinin dayanamayacağı kötü durum yoktu.
bir sanatçının en güzel eseri hiç bitmeyecek olanı değil mi?
sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor.
paul eluard: gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar.
bu iki adam dünyada hoşgörü diye bir şey olmadığını bilmiyorlar. insan kendininkine uygun olmayanı bağışlamaz. biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz.
evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. uykuda başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü. yoksa, kim olursa olsun, bir başkasının kendini uyurken seyretmesini mi istemiyordu? yaşadığında hiç kimseyle bir yatakta uyumamıştı.
normal insanlardan korkarım ben.
evlenmek! can sıkıcı dairelerden birinde, tanımadığımız bir adamın bizi birleştirmek görevine boyun eğmek.
açık korku kişiye adam öldürtür; gizlisi uslu uslu oturtur.
hiç kimse erkek yaratılmanın azabını benim kadar çekmemiştir. içimdeki batıcı kadın isteğinden kurtulmak için boyuna okurdum. olmuyordu. kendi kendimle oynardım. 17 yaşında geneleve gittim. odadan çıkınca bomboştum; kötüydüm. bir daha gitmedim.
insanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. olmak istedikleri, olamadıkları kişiyi anlatırlar.
insanlar her yerde böyleydiler. kısasından isterlerdi. hep aynı çamurdandılar; sevgiymiş, dostlukmuş; laftı.
insanlar haksızken daha çok bağırırlar.
olmuyordu. huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.
iki çeşit insan vardır. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. bir de şu çevrendekilere bak. bunlar neden içiyorlar? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. böylesi az içer. ya ben? içiyorum da kurtulabiliyor muyum? belki yalnız baş ağrısından..
neden? neden böylesiniz? olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı.
22.01.2009
fragmanlar
sappho
kurtar beni zulmünden kaygının
söndür yanıp tutuşan gönlümü
kavgaya katıl benim safımda
kimi der, en güzel şey kara toprağın üstünde
bir süvari birliği; kimi, piyadelerden bir ordu
kimi, gemilerden bir filo; derim ki
gönül verdiğidir insanın en güzel şey
rüzgarlar, kederler alıp götürsün uzağa
beni azarlayanı
geldin, gözümde tütüyordun
söndürdün arzudan tutuşan yüreğimi
n'eylesem, ikiye bölünmüş aklım
kızlık
kızaran elma gibi en tepedeki dalda
toplayanların unuttuğu
hayır, unuttuğu değil, koparamadığı
öylece dur önümde beni seviyorsan
saç dört yana gözlerinden güzelliği
diyorum, gün gelir, bir hatırlayan çıkar bizi
öğren dostum, admetos'un öyküsünü
iyiyi sev ve uzak dur değersiz olandan
uçtum sana, bir çocuk nasıl koşarsa annesine
âlim ve şair
samipaşazade sezai
bir âlimin varlığın iç yüzüne bakışıyla bir şairin kâinata bakışı aynı mıdır?
ilkinin gerçeği araştırmaya adanmış bakışlarında küçük bir kırgınlık, büyük bir sükûnet görülürken ikincisinin benzersiz bir cennetin hayaline dalmış kararsız gözlerinde bir hüznün, bir ıstırabın varlığına şahit olunmaz mı?
ikisi de ihtiyar olmuş bir şairle bir âlime ilm-i kıyafet açısından bakalım. âlimin beyaz başı, hiçbir hararete karşı erimez karlarla örtülmüş bir dağ başı gibi hissiz, soğuk, büyük görünmez mi?
şairinki ise sisler, dumanlar içinde kalmış dağların doruklarını andırmaz mı?
bir âlimin varlığın iç yüzüne bakışıyla bir şairin kâinata bakışı aynı mıdır?
ilkinin gerçeği araştırmaya adanmış bakışlarında küçük bir kırgınlık, büyük bir sükûnet görülürken ikincisinin benzersiz bir cennetin hayaline dalmış kararsız gözlerinde bir hüznün, bir ıstırabın varlığına şahit olunmaz mı?
ikisi de ihtiyar olmuş bir şairle bir âlime ilm-i kıyafet açısından bakalım. âlimin beyaz başı, hiçbir hararete karşı erimez karlarla örtülmüş bir dağ başı gibi hissiz, soğuk, büyük görünmez mi?
şairinki ise sisler, dumanlar içinde kalmış dağların doruklarını andırmaz mı?
20.01.2009
üç silahşor
alexandre dumas
talih kibar bir fahişe gibidir: dün yanınızdayken yarın karşınızda olabilir.
çok şükür, evlilik sözleşmesine göre, her şey sağ kalan eşe kalıyor.
fare kapanı günümüzde icat edilmemiştir. toplumlar geliştikçe bir polis teşkilatına ihtiyaç duyulmuş ve bu teşkilat da fare kapanını icat etmiştir. herhangi bir suçtan aranan şüpheli bir şahsın tutuklandığı evde, bu tutuklama gizlenerek 4-5 kişilik bir karakol kurulur ve kapıyı çalanlar içeri alınarak aynı şekilde tutuklanır; böylece 2-3 gün içinde eve gelip gidenlerin neredeyse tamamı yakalanmış olur. işte fare kapanı budur.
postu deldirmek! düşmanlarının gözünün içine dik dik bakanların hak ettiği de budur.
genç ve güçlü bir adam, yaralı ve güçten düşmüş bir rakiple karşılaştığında, mağlup olursa rakibinin zaferini ikiye katlar; galip gelirse, fırsatçı ve ucuz kahraman olarak suçlanır.
soylu kafalar kendilerini çok uzaktan belli ederler.
aşk dünyadaki tutkuların en bencilidir.
bazı insanlarda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.
soylular bir sırrı istemeden ağızlarından kaçırabilirler; ama uşaklar neredeyse her zaman sırları satarlar.
bir kadın sizi 10 altına satar.
insanın genç ve güzel bir karısı varsa, mutluluğun peşinden koşmasına gerek kalmıyor; mutluluk gelip sizi buluyor.
bu dünyada her erkek, sevgilisinin kendisini sevdiğine inanır ve her erkek de sevgilisi tarafından aldatılır.
hayatın kendisi 3 sözcükle çözümlenebilir: erat, est, fuit.
herkesle zar atılabilir; ama insan yalnızca dengiyle dövüşür.
en iyi yürekli kadın bile rakibesinin acılarına karşı duyarsızdır.
soylu yüreklerin fethedilmesi güçtür.
gerçek aşkta imkansız diye bir şey yoktur.
yarının neler getireceği belli olmaz.
bazen bir hatıra insanın canını çok acıtsa da, gerçekle karşılaşmak kadar yaralayıcı olmuyor.
bir püriten yalnızca bakirelere hayranlık duyar, bunu da ellerini kavuşturarak yapar. bir silahşor ise kadınları kollarının arasına alarak sever.
insanların yüz ifadelerine inanmamak gerektiğini söylerler; ama tanrı'nın bu en güzel yapıtına güvenilemezse neye güvenilecek? belki de bütün hayatım boyunca yanılacağım; yine de yüzü sempati uyandıran herkese inanmaya devam edeceğim.
talih kibar bir fahişe gibidir: dün yanınızdayken yarın karşınızda olabilir.
çok şükür, evlilik sözleşmesine göre, her şey sağ kalan eşe kalıyor.
fare kapanı günümüzde icat edilmemiştir. toplumlar geliştikçe bir polis teşkilatına ihtiyaç duyulmuş ve bu teşkilat da fare kapanını icat etmiştir. herhangi bir suçtan aranan şüpheli bir şahsın tutuklandığı evde, bu tutuklama gizlenerek 4-5 kişilik bir karakol kurulur ve kapıyı çalanlar içeri alınarak aynı şekilde tutuklanır; böylece 2-3 gün içinde eve gelip gidenlerin neredeyse tamamı yakalanmış olur. işte fare kapanı budur.
postu deldirmek! düşmanlarının gözünün içine dik dik bakanların hak ettiği de budur.
genç ve güçlü bir adam, yaralı ve güçten düşmüş bir rakiple karşılaştığında, mağlup olursa rakibinin zaferini ikiye katlar; galip gelirse, fırsatçı ve ucuz kahraman olarak suçlanır.
soylu kafalar kendilerini çok uzaktan belli ederler.
aşk dünyadaki tutkuların en bencilidir.
bazı insanlarda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.
soylular bir sırrı istemeden ağızlarından kaçırabilirler; ama uşaklar neredeyse her zaman sırları satarlar.
bir kadın sizi 10 altına satar.
insanın genç ve güzel bir karısı varsa, mutluluğun peşinden koşmasına gerek kalmıyor; mutluluk gelip sizi buluyor.
bu dünyada her erkek, sevgilisinin kendisini sevdiğine inanır ve her erkek de sevgilisi tarafından aldatılır.
hayatın kendisi 3 sözcükle çözümlenebilir: erat, est, fuit.
herkesle zar atılabilir; ama insan yalnızca dengiyle dövüşür.
en iyi yürekli kadın bile rakibesinin acılarına karşı duyarsızdır.
soylu yüreklerin fethedilmesi güçtür.
gerçek aşkta imkansız diye bir şey yoktur.
yarının neler getireceği belli olmaz.
bazen bir hatıra insanın canını çok acıtsa da, gerçekle karşılaşmak kadar yaralayıcı olmuyor.
bir püriten yalnızca bakirelere hayranlık duyar, bunu da ellerini kavuşturarak yapar. bir silahşor ise kadınları kollarının arasına alarak sever.
insanların yüz ifadelerine inanmamak gerektiğini söylerler; ama tanrı'nın bu en güzel yapıtına güvenilemezse neye güvenilecek? belki de bütün hayatım boyunca yanılacağım; yine de yüzü sempati uyandıran herkese inanmaya devam edeceğim.
karanlık
john milton
aydınlat, alçak olanı yükselt ve destekle
bu karanlıkta sadece elem, keder, üzüntü var
acı, keder dolu bu yerler, barış ve huzur
asla duramaz buralarda, umut asla uğramaz
burada olan, buraya gelen hep sonsuz işkence
hâlâ zorluyor, kışkırtıyor ve korkunç bir tufan geliyor
hep yanan sülfür bir türlü tükenmiyor
ey vicdan, beni nasıl sürdün bu korku ve dehşet uçurumuna
daldığım ve bir türlü çıkış yolu bulamadığım bu korkunç yere
18.01.2009
sevgilerle
özdemir asaf
yitirmek korkusunu göze almak
sevmeye eşit bir davranıştır
bir ev, küçülür, büyür öbür evlerle
oysa içinde ilk akla gelen yaşamaktır
yaşanılır diye düşünürken düşüncelerle
ölünür, beraber sevgilerle
16.01.2009
beyaz kale
orhan pamuk
insanın kim olduğunun ne önemi var; önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.
her şeyi birbiriyle ilgili görmek, sanırım günümüzün hastalığıdır.
önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını, bütün hikayelerin aslında birer rastlantılar zinciri olduğunu birçokları bilir. ama gene de, bu gerçeği bilenler bile, hayatlarının bir döneminde, geri dönüp ona baktıklarında, rastlantı olarak yaşadıkları şeylerin birer zorunluluk olduğuna karar verirler.
insan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli.
hoca okuldan dönmüş, halimi görünce sevindiğini sezdim. beni korkak bulduğu için kendine olan güveninin arttığını görüyor, sinirleniyordum. korkusuzluğun boş gururundan kurtulsun istedim: heyecanımı denetlemeye çalışarak bütün tıbbi ve edebi bilgimi ortaya döktüm: hipokrat'tan, thukidides'ten, boccaccio'dan aklımda kalan veba sahnelerini anlattım, hastalığın bulaşıcı olduğuna inanıldığını söyledim; ama sözlerim beni daha da hor görmesinden başak bir şeye yaramadı: vebadan korkmuyormuş; çünkü hastalık allah'ın takdiriymiş, insanın öleceği varsa ölürmüş; bu yüzden de benim korkakça saçmaladığım gibi, eve kapanıp dışarıyla ilişkiyi kesmek ya da istanbul'dan kaçmaya çalışmak faydasızmış. yazılmışsa orada da gelir ölüm bizi bulurmuş. niye korkuyormuşum?
hikayemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş.
kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: ben hikayeme inandım!
"bir düzenin yıkılacağı tahminini yürütmek, o düzeni devirmek için fena bir yol sayılmaz."
insanın kim olduğunun ne önemi var; önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır.
her şeyi birbiriyle ilgili görmek, sanırım günümüzün hastalığıdır.
önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını, bütün hikayelerin aslında birer rastlantılar zinciri olduğunu birçokları bilir. ama gene de, bu gerçeği bilenler bile, hayatlarının bir döneminde, geri dönüp ona baktıklarında, rastlantı olarak yaşadıkları şeylerin birer zorunluluk olduğuna karar verirler.
insan, seçtiği hayatı sonradan benimseyecek kadar sevmeli.
hoca okuldan dönmüş, halimi görünce sevindiğini sezdim. beni korkak bulduğu için kendine olan güveninin arttığını görüyor, sinirleniyordum. korkusuzluğun boş gururundan kurtulsun istedim: heyecanımı denetlemeye çalışarak bütün tıbbi ve edebi bilgimi ortaya döktüm: hipokrat'tan, thukidides'ten, boccaccio'dan aklımda kalan veba sahnelerini anlattım, hastalığın bulaşıcı olduğuna inanıldığını söyledim; ama sözlerim beni daha da hor görmesinden başak bir şeye yaramadı: vebadan korkmuyormuş; çünkü hastalık allah'ın takdiriymiş, insanın öleceği varsa ölürmüş; bu yüzden de benim korkakça saçmaladığım gibi, eve kapanıp dışarıyla ilişkiyi kesmek ya da istanbul'dan kaçmaya çalışmak faydasızmış. yazılmışsa orada da gelir ölüm bizi bulurmuş. niye korkuyormuşum?
hikayemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş.
kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: ben hikayeme inandım!
"bir düzenin yıkılacağı tahminini yürütmek, o düzeni devirmek için fena bir yol sayılmaz."
insan
erich fromm
insanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel güvensizliktir.
yaşam kararsız ve tutarsızdır, yarının neler getireceği bilinemez. yaşamı yaşamanın tek yolu, onu mümkün olduğunca ve elden geldiğince korumaktır.
insanoğlu, kendi evriminin üst aşamasına varmadığı sürece öndere gereksinme duymuştur ve her zaman için kralın, tanrının, babanın, padişahın, rahibin yasallığını kanıtlayan düş ürünü öykülere inanmaya dünden hazır durumda olmuştur. bu önder gereksinmesi, günümüzün en bilgili, en aydın toplumlarında hâlâ vardır.
insanlar artık yaşamı sürdürme sanatıyla uğraşmayı bıraktığında, her türden zihinsel kültüre, ahlaksal ve toplumsal gelişmeye, yaşama sanatını geliştirmeye her zamankinden fazla yer verilebilecek ve yaşama sanatını geliştime olasılığı da her zamankinden fazla olacaktır.
hiçbir şeye karşı bir amaç beslemiyoruz ya da her şeye karşı amaçsızlık içindeyiz. karar verme sorumluluğundan yoksun bırakılışımızın yarattığı edilginlik yüzünden tinsel ölüm tehlikesiyle ve ayrıca nükleer silahlarla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
insanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel güvensizliktir.
yaşam kararsız ve tutarsızdır, yarının neler getireceği bilinemez. yaşamı yaşamanın tek yolu, onu mümkün olduğunca ve elden geldiğince korumaktır.
insanoğlu, kendi evriminin üst aşamasına varmadığı sürece öndere gereksinme duymuştur ve her zaman için kralın, tanrının, babanın, padişahın, rahibin yasallığını kanıtlayan düş ürünü öykülere inanmaya dünden hazır durumda olmuştur. bu önder gereksinmesi, günümüzün en bilgili, en aydın toplumlarında hâlâ vardır.
insanlar artık yaşamı sürdürme sanatıyla uğraşmayı bıraktığında, her türden zihinsel kültüre, ahlaksal ve toplumsal gelişmeye, yaşama sanatını geliştirmeye her zamankinden fazla yer verilebilecek ve yaşama sanatını geliştime olasılığı da her zamankinden fazla olacaktır.
hiçbir şeye karşı bir amaç beslemiyoruz ya da her şeye karşı amaçsızlık içindeyiz. karar verme sorumluluğundan yoksun bırakılışımızın yarattığı edilginlik yüzünden tinsel ölüm tehlikesiyle ve ayrıca nükleer silahlarla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
14.01.2009
aylaklığa övgü
bertrand russell
eski yunan uygarlığının bizim uygarlığımızdan üstün olan yanı, eski yunan polisinin yetersizliğidir; zira namuslu insanların önemli bir yüzdesi polisin bu yetersizliği sayesinde kaçıp kurtulabiliyordu.
dünya, kendine bir çekidüzen vermeye son derece hevesli; ama durmadan ona içki ikram eden nazik dostlarla çevrili ve bu yüzden her defasında yine kendini kapıp koyuveren bir ayyaş durumundadır. bu örnekteki nazik dostlar, dünyanın bahtsız eğilimini sömürerek para kazanan adamlardır ve dünyanın kendine çekidüzen vermesi için atılacak ilk adım, bu dostlardan yakayı kurtarmak olmalıdır.
ne zaman serinkanlılıkla, akıllıca düşünmek için çaba harcanacak olsa, hemen yurtseverlik ve ulusal onur duygularına hitap eden kılıklara bürünmüş olarak propaganda işe karışır.
günümüzde kitap sayısı, kitapların kalite düşüklüğü oranında yüksektir.
insanın kendi uygarlığını doğru perspektiften görmesi hiç de kolay değildir. kendi uygarlığını doğru perspektiften görmenin belli üç yolu vardır; bunlar da seyahat, tarih ve antropolojidir.
bir insan kazandığını harcadığı sürece, kazanırken başkalarının ağzından aldığı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığını harcarken yine başkalarına veriyor demektir. bu görüş açısından bakıldığında asıl kötü insan, biriktiren insandır. eğer insan, kazandıklarını bir çorabın içine tıkıp biriktirmekle yetiniyorsa, bu biriktirilen kazançların kimseye bir iş sağlamadığı açıktır.
modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer. çalışma ahlakı, köle ahlakıdır; modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.
uygarlık için boş vakit şarttır.
yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçilerin, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır.
biz iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. nüfusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız; havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.
bilinçli eylem bütünüyle bir tek belirli amaç üzerinde toplandığı zaman, pek çok insanda bunun kesin sonucu olarak bir dengesizlik ve bu dengesizliğin yanı sıra sinir bozukluğu başgösterir.
insanlığın makinelerin verimliliğinden yararlanabilmesini sağlayacak daha iyi bir iktisadi örgütlenme, daha çok boş zaman kalmasına yol açardı; boş zamanın çoğu ise, hatırı sayılır beyinsel çalışmaları ve merakı olanlar dışında, insanlara sıkıcı gelir. boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel zevk de gözönünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması gerekir.
büyük küçük, insan doğasında, çeşitli biçimlerde kendini gösteren hatırı sayılır bir zalimlik ögesi vardır.
yalnız kişisel nitelikli amaçlara yönelmiş bir hayat büyük ihtimalle, er ya da geç, çekilmez derecede ıstırap verici olacaktır; hayatın trajik yanlarına ancak, daha geniş ve daha az korkunç dünyalara açılan pencereler sayesinde dayanılabilir.
şimdiki halde dünya, her biri kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, her biri bir santim gerilemektense uygarlığı yıkmaya razı, hiçbiri insan hayatına bir bütün olarak bakamayan, öfkeli gruplarla dolu bulunuyor. bu dar görüşlülüğe hiçbir teknik eğitim panzehir sağlayamaz.
eğer bir çağın toplumsal ülküleri üzerine, o çağın mimarlığındaki estetik niteliğe bakarak yargıda bulunmak gerekirse, son yüzyıl bu bakımdan insanlığın ulaştığı en alçak noktayı temsil eder.
sistemin kötülüklerini su üstüne çıkarmayan ender durumların var oluşu, o sistemin kötü olmadığını kanıtlamaz.
aklını kaçıran bir birey yerine bütün bir ulus oldu mu, bu kaçıklığa, endüstri alanında olağanüstü bir bilgelik gösterisi gözüyle bakılır.
eğer iş adamlarının zenginleşmek arzuları, başkalarını yoksullaştırmak arzularından daha güçlü olsaydı, dünya çarçabuk bir cennete dönerdi.
satma ile satın alma arasındaki psikolojik tercih sebeplerinin en önemlisi, iktidarı zevke tercih edişimizdir.
ufak bir azınlığın çoğunluk üzerinde iktidar sahibi olduğu her yerde, çoğunluğa egemen birtakım kör inançlar vardır ve bu inançlar iktidar sahibi azınlığa yardımcıdır.
"insanlık" der nietzsche, "amaçtan çok bir araçtır. insanlık sadece bir deney malzemesidir." onun kafasında kurduğu amaç, sıradan olmayan bireylerin büyüklüğüdür: "amaç, gerek disiplin yoluyla, gerek milyonlarca sefilin yok edilmesi yoluyla geleceğin insanını biçimlendirebilecek; ama aynı zamanda, bunun yaratacağı misli görülmemiş acı karşısında mahvolmaktan da kurtulabilecek o muazzam büyüklük enerjisine ulaşmaktır."
herhangi bir insanı yanılmaz kabul etmek tehlikelidir; bunun sonucu, zorunlu olarak insanı aşırı basitliğe götürür. otoriteye tapınma, bilimin ruhuna aykırıdır.
olağanüstü servet kazanma isteği, çalışma için hiç de zorunlu bir kamçılayıcı değildir. bugün insanların çoğu zengin olmak için değil, açlıktan ölmemek için çalışır. bir postacı, öbür postacılardan daha zengin olmayı bekleyemez, aynı şekilde bir asker, bir denizci de vatanına hizmet ederek muazzam bir servete kavuşmayı umamaz.
son zamanlarda kadınların durumunu düzeltmek için atılan bunca adıma rağmen, evli kadınların büyük çoğunluğu hala iktisaden kocalarına bağımlıdırlar. bu bağımlılık birçok bakımdan, ücretli işçinin işverenine bağımlılığından da kötüdür. bir işçi işini bırakabilir; ama kadının kocasını bırakması zordur; üstelik, kadın evini çekip çevirmek için ne kadar çok çalışırsa çalışsın, bu çalışma karşılığı bir ücrete hak kazandığını iddia edemez. işler bu durumda devam ettiği sürece, evli kadınların erkeklere iktisadi bakımdan eşit olma yolunda ilerledikleri söylenemez.
uygarlık, bilgi ile basiretin bir araya gelmesinden doğan bir hayat tarzıdır.
yurtseverlik, çağımızın başlıca belasıdır ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona erdirecektir.
iyi nitelikleri yok etmek, kötü nitelikleri yok etmekten kolaydır; bundan ötürü de birörneklik, bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha kolay sağlanır.
insanlar eğer birbirlerine karşı duydukları kin dolayısıyla öfkelerine kapılıp da böceklerin ve mikroorganizmaların yardımına başvurmaya kalkışırsa -ki, büyük bir savaş daha çıkarsa böyle yapacakları muhakkaktır- o savaşın biricik galibi olarak ayakta sadece böceklerin kalması hiç de olanak dışı değildir. evren açısından bakıldığında belki de buna üzülmemek gerekir; ama bir insan olarak, hemcinslerim hesabına göğüs geçirmekten kendimi alamıyorum.
herhangi ciddi bir eğitim kuramı iki bölümden meydana gelmiş olmalıdır: yaşayıştaki amaçların ne olduğuyla ilgili bir anlayış ve ansal değişim yasalarını inceleyen psikolojik dinamik bilimi. yaşayıştaki amaçların ne olduğu konusunda birbirinden ayrılan iki insan, eğitim üzerinde asla birleşmez.
kendilerine yetke uygulanan kişiler ya boynu bükük ya da isyankar olurlar; her iki tutumun da kaybettirdiği şeyler vardır.
bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu ilerlemelerin her birinin bize sandığımızdan daha az şey bildiğimizi öğretmesidir.
bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü aylak sınıf yaratmıştır. sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulmazdı.
eski yunan uygarlığının bizim uygarlığımızdan üstün olan yanı, eski yunan polisinin yetersizliğidir; zira namuslu insanların önemli bir yüzdesi polisin bu yetersizliği sayesinde kaçıp kurtulabiliyordu.
dünya, kendine bir çekidüzen vermeye son derece hevesli; ama durmadan ona içki ikram eden nazik dostlarla çevrili ve bu yüzden her defasında yine kendini kapıp koyuveren bir ayyaş durumundadır. bu örnekteki nazik dostlar, dünyanın bahtsız eğilimini sömürerek para kazanan adamlardır ve dünyanın kendine çekidüzen vermesi için atılacak ilk adım, bu dostlardan yakayı kurtarmak olmalıdır.
ne zaman serinkanlılıkla, akıllıca düşünmek için çaba harcanacak olsa, hemen yurtseverlik ve ulusal onur duygularına hitap eden kılıklara bürünmüş olarak propaganda işe karışır.
günümüzde kitap sayısı, kitapların kalite düşüklüğü oranında yüksektir.
insanın kendi uygarlığını doğru perspektiften görmesi hiç de kolay değildir. kendi uygarlığını doğru perspektiften görmenin belli üç yolu vardır; bunlar da seyahat, tarih ve antropolojidir.
bir insan kazandığını harcadığı sürece, kazanırken başkalarının ağzından aldığı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığını harcarken yine başkalarına veriyor demektir. bu görüş açısından bakıldığında asıl kötü insan, biriktiren insandır. eğer insan, kazandıklarını bir çorabın içine tıkıp biriktirmekle yetiniyorsa, bu biriktirilen kazançların kimseye bir iş sağlamadığı açıktır.
modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer. çalışma ahlakı, köle ahlakıdır; modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.
uygarlık için boş vakit şarttır.
yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçilerin, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır.
biz iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. nüfusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız; havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.
bilinçli eylem bütünüyle bir tek belirli amaç üzerinde toplandığı zaman, pek çok insanda bunun kesin sonucu olarak bir dengesizlik ve bu dengesizliğin yanı sıra sinir bozukluğu başgösterir.
insanlığın makinelerin verimliliğinden yararlanabilmesini sağlayacak daha iyi bir iktisadi örgütlenme, daha çok boş zaman kalmasına yol açardı; boş zamanın çoğu ise, hatırı sayılır beyinsel çalışmaları ve merakı olanlar dışında, insanlara sıkıcı gelir. boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel zevk de gözönünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması gerekir.
büyük küçük, insan doğasında, çeşitli biçimlerde kendini gösteren hatırı sayılır bir zalimlik ögesi vardır.
yalnız kişisel nitelikli amaçlara yönelmiş bir hayat büyük ihtimalle, er ya da geç, çekilmez derecede ıstırap verici olacaktır; hayatın trajik yanlarına ancak, daha geniş ve daha az korkunç dünyalara açılan pencereler sayesinde dayanılabilir.
şimdiki halde dünya, her biri kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, her biri bir santim gerilemektense uygarlığı yıkmaya razı, hiçbiri insan hayatına bir bütün olarak bakamayan, öfkeli gruplarla dolu bulunuyor. bu dar görüşlülüğe hiçbir teknik eğitim panzehir sağlayamaz.
eğer bir çağın toplumsal ülküleri üzerine, o çağın mimarlığındaki estetik niteliğe bakarak yargıda bulunmak gerekirse, son yüzyıl bu bakımdan insanlığın ulaştığı en alçak noktayı temsil eder.
sistemin kötülüklerini su üstüne çıkarmayan ender durumların var oluşu, o sistemin kötü olmadığını kanıtlamaz.
aklını kaçıran bir birey yerine bütün bir ulus oldu mu, bu kaçıklığa, endüstri alanında olağanüstü bir bilgelik gösterisi gözüyle bakılır.
eğer iş adamlarının zenginleşmek arzuları, başkalarını yoksullaştırmak arzularından daha güçlü olsaydı, dünya çarçabuk bir cennete dönerdi.
satma ile satın alma arasındaki psikolojik tercih sebeplerinin en önemlisi, iktidarı zevke tercih edişimizdir.
ufak bir azınlığın çoğunluk üzerinde iktidar sahibi olduğu her yerde, çoğunluğa egemen birtakım kör inançlar vardır ve bu inançlar iktidar sahibi azınlığa yardımcıdır.
"insanlık" der nietzsche, "amaçtan çok bir araçtır. insanlık sadece bir deney malzemesidir." onun kafasında kurduğu amaç, sıradan olmayan bireylerin büyüklüğüdür: "amaç, gerek disiplin yoluyla, gerek milyonlarca sefilin yok edilmesi yoluyla geleceğin insanını biçimlendirebilecek; ama aynı zamanda, bunun yaratacağı misli görülmemiş acı karşısında mahvolmaktan da kurtulabilecek o muazzam büyüklük enerjisine ulaşmaktır."
herhangi bir insanı yanılmaz kabul etmek tehlikelidir; bunun sonucu, zorunlu olarak insanı aşırı basitliğe götürür. otoriteye tapınma, bilimin ruhuna aykırıdır.
olağanüstü servet kazanma isteği, çalışma için hiç de zorunlu bir kamçılayıcı değildir. bugün insanların çoğu zengin olmak için değil, açlıktan ölmemek için çalışır. bir postacı, öbür postacılardan daha zengin olmayı bekleyemez, aynı şekilde bir asker, bir denizci de vatanına hizmet ederek muazzam bir servete kavuşmayı umamaz.
son zamanlarda kadınların durumunu düzeltmek için atılan bunca adıma rağmen, evli kadınların büyük çoğunluğu hala iktisaden kocalarına bağımlıdırlar. bu bağımlılık birçok bakımdan, ücretli işçinin işverenine bağımlılığından da kötüdür. bir işçi işini bırakabilir; ama kadının kocasını bırakması zordur; üstelik, kadın evini çekip çevirmek için ne kadar çok çalışırsa çalışsın, bu çalışma karşılığı bir ücrete hak kazandığını iddia edemez. işler bu durumda devam ettiği sürece, evli kadınların erkeklere iktisadi bakımdan eşit olma yolunda ilerledikleri söylenemez.
uygarlık, bilgi ile basiretin bir araya gelmesinden doğan bir hayat tarzıdır.
yurtseverlik, çağımızın başlıca belasıdır ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona erdirecektir.
iyi nitelikleri yok etmek, kötü nitelikleri yok etmekten kolaydır; bundan ötürü de birörneklik, bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha kolay sağlanır.
insanlar eğer birbirlerine karşı duydukları kin dolayısıyla öfkelerine kapılıp da böceklerin ve mikroorganizmaların yardımına başvurmaya kalkışırsa -ki, büyük bir savaş daha çıkarsa böyle yapacakları muhakkaktır- o savaşın biricik galibi olarak ayakta sadece böceklerin kalması hiç de olanak dışı değildir. evren açısından bakıldığında belki de buna üzülmemek gerekir; ama bir insan olarak, hemcinslerim hesabına göğüs geçirmekten kendimi alamıyorum.
herhangi ciddi bir eğitim kuramı iki bölümden meydana gelmiş olmalıdır: yaşayıştaki amaçların ne olduğuyla ilgili bir anlayış ve ansal değişim yasalarını inceleyen psikolojik dinamik bilimi. yaşayıştaki amaçların ne olduğu konusunda birbirinden ayrılan iki insan, eğitim üzerinde asla birleşmez.
kendilerine yetke uygulanan kişiler ya boynu bükük ya da isyankar olurlar; her iki tutumun da kaybettirdiği şeyler vardır.
bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu ilerlemelerin her birinin bize sandığımızdan daha az şey bildiğimizi öğretmesidir.
bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü aylak sınıf yaratmıştır. sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulmazdı.