edward said
en hüzünlü yazgılardan biridir sürgün. modernlik öncesi dönemlerde sürgün iyice korkunç bir cezaydı; çünkü sadece aileden ve aşina mekanlardan uzakta amaçsızca dolaşmaktan öte bir şeydi; aynı zamanda kendini hiçbir zaman evinde hissetmeyen, etrafına hiç uyum sağlayamayan, geçmişe yatıştırılamaz bir acıyla, bugüne ve geleceğe ise buruklukla bakan biri, sürekli toplum dışı olan biri olmak anlamına da geliyordu.
sürgün fikri bir cüzamlı, toplumsal ve ahlaki anlamda bir parya olmaktan duyulan korku ile bağlantılı olmuştur her zaman. 20. yüzyılda sürgün bazı bireylere -roma'dan karadeniz kıyılarındaki ücra bir kasabaya sürülen, latincenin büyük şairi ovidius gibi- yönelik şiddetli, münhasır bir cezadan, çoğunlukla savaş, kıtlık ve hastalık gibi gayrı şahsi güçlerin istenmeyen bir sonucu olarak bütün bir topluluğu ya da halkı etkileyen acımasız bir cezaya dönüşmüştür.
sürgün olmanın bütünüyle kopuk, yalıtılmış, doğduğunuz yerden umutsuzca ayrılmış olmak demek olduğu yolunda yaygın ama tamamen yanlış bir varsayım vardır. bu yalınkat ayrım keşke doğru olsaydı; çünkü o zaman arkada bıraktığınız şeyin, bir bakıma, düşünülemez ve hiçbir biçimde geri getirilemez olduğunu bilmek gibi bir teselliniz olurdu. işin aslı şu ki sürgünlerin çoğu için güçlük sadece yuvadan uzakta olmadığını hatırlatan birçok şeyle birlikte yaşamaktan, çağdaş günlük hayatın normal akışının sizi eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutmasından kaynaklanır. bu yüzden sürgün bir "arada kalma" durumundadır; ne yeni ortamıyla tamamen birleşebilir ne de eskisinden tamamen kopabilir; ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları; bir düzeyde nostaljik ve duygusalsa bir başka düzeyde becerikli bir taklitçi ya da gizlice toplum dışına atılmış biridir. hayatta kalmayı becermek asıl uğraş haline gelince sürekli tetikte durulması gereken bir tehdit çıkar ortaya: fazla rahat ve güvenlikli olma tehlikesi.
hayatları boyunca bir toplumun mensubu olmuş entelektüeller bile, bir bakıma, içerdekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilirler: bir yanda toplumun mevcut haline tamamen ait olanlar, onun içinde yoğun bir aykırılık ya da uyumsuzluk duygusu hissetmeksizin barınanlar ki bunlara evet-diyenler diyebiliriz; öte yanda hayır-diyenler, toplumlarıyla yıldızı barışmayan; bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan şöhret edinmeme anlamında yabancı ve sürgün olan bireyler. yabancı olarak entelektüelin izlediği mecrayı belirleyen kalıbı en iyi anlatan söz sürgünlüktür. yani asla tamamen uyumlu olmama; kendini her zaman, deyim yerindeyse, "yerliler"in işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme; çoğunluğa intibak etmek ve milli çıkarları gözetmek gibi tuzaklardan uzak durma eğiliminde olma; hatta bu tür tuzaklardan hiç hazzetmeme durumu. bu metafizik anlamıyla sürgün, entelektüel için huzursuzluk, hareketlilik, devamlı tedirgin olup başkalarını da tedirgin etmek demektir. geçmişte kalmış ve herhalde daha istikrarlı bir nitelik arz eden evde olma durumuna geri dönemezsiniz; maalesef yeni evinize de asla varamazsınız; yeni eviniz ya da durumunuzla asla özdeşleşemezsiniz.
ne ödüller kazanıyor ne de parti çizgisine ayak uydurmayan can sıkıcı baş belalarını dışlamayı adet haline getirmiş bütün o kendinden memnun paye dağıtım cemiyetlerinde hoş karşılanıyor olsanız da sürgün ve marjinal olmak size olumlu bir şeyler de kazandırır. bunlardan biri şaşırmanın, hiçbir şeyi peşin doğru saymamanın, çoğu insanı kafa karışıklığına ya da dehşete sürükleyecek istikrarsız ortamlarda ayakta kalmayı öğrenmenin verdiği hazdır şüphesiz. entelektüel bir hayat, temelinde bilgi ve özgürlükle ilgili bir hayattır. ama bu sözcükler -şu bildik "iyi bir hayat yaşayabilmek için iyi bir eğitim almalısın" cümlesinde olduğu gibi- soyutlamalar olarak değil, fiilen yaşanan deneyimler olarak görüldüklerinde anlamlıdırlar. bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan robinson crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan marco polo'dur.
sürgünün bakış açısı diyebileceğimiz şeyin entelektüele sağladığı ikinci bir avantaj ise şeyleri sadece şu an oldukları gibi değil, nasıl o hale geldikleri açısından görme eğiliminde olmanızdır. karşınızdaki durumlara kaçınılmaz değil de olumsal; doğal ya da tanrı vergisi, bu yüzden de değiştirilemez, geri çevrilemez ve daimi şeyler olarak değil de insanlar tarafından yapılan bir dizi tarihsel seçimin sonuçları olarak, yine insanlar tarafından yaratılan toplumsal olgular olarak bakmanızdır.
sürgün entelektüel zorunlu olarak ironik, kuşkucu ve hatta oyunculdur; ama kinik değildir.
entelektüel için sürgünle yerinden olmak, asli yapıtaşlarını "idare etme"nin ve çizilmiş yollardan gitmenin oluşturduğu bildik bir hayat yaşamaktan kurtulmak demektir. sürgün, her zaman bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu izleyemediğiniz için bir entelektüel olarak yaptığınız her şeyi kendi kendinize yapmanız gerektiği anlamına gelir. bu yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanılacak bir şey olarak değil de bir tür özgürlük, her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir amaç tarafından belirlenen, kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre yaptığınız, hangi konu ilginizi çekiyorsa onunla uğraştığınız bir keşif süreci olarak yaşayabilirseniz eşi benzeri olmayan bir haz alırsınız.
yerleşmenin, evet demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan; hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün. kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hala. bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiçbir zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan.
sorumsuzca ya da uçarı gibi görünebilen marjinallik durumu, adımlarını her zaman dikkatli atmak zorunda olmaktan, pişmiş aşa su katmaktan korkmaktan, sizinle aynı gruba dahil arkadaşlarınızı kırma endişesinden kurtarır sizi. kimse bağlılıklardan ve duygulardan kurtulamaz elbette. teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzergezer entelektüel de değil kafamdaki. dediğim şu: bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. sürgünsoylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır; alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, yerinde saymayı değil.