18.05.2008

nasıl bir eğitim?

albert einstein

geleneğin zenginliğini kuşaktan kuşağa aktarmakta en önemli araç öteden beri okul olmuştur. bu gerçek çağımızda eskisinden daha da belirlidir. çünkü ekonomi hayatının gelişmesiyle, gelenek ve eğitimden sorumlu olan aile bir hayli zayıflamıştır. bu yüzden de insan topluluğunun devamı ve sağlığı eskiye göre daha çok okula bağlı kalmaktadır.

kimilerine göre okul yetişen kuşağa mümkün olduğu kadar fazla bilgi vermek içindir. bunu doğru bulmuyorum. bilgi cansız bir şeydir, oysa okul canlı varlıkların hizmetindedir. gençlerde toplumun refahını sağlayacak değerleri ve yetkileri geliştirmelidir. ama bu, insan bireyselliğinin yok edilmesi ve bireylerin arılar ve karıncalar gibi toplumun bir aleti haline getirilmesi demek değildir. çünkü bireyleri kalıplaşmış, kişisel farklılığı ve kişisel amacı olmayan toplum, gelişme gücü olmayan fakir bir toplum olarak kalır. tam tersine, bağımsız olarak işleyen ve düşünen bireyler yetiştirmeye bakmalı; ama bu bireyler hayatlarının en yüce sorunu olarak topluma hizmeti görmelidirler. aldanmıyorsam bu ülküyü gerçekleştirmeye en fazla yaklaşmış olan sistem ingiliz okul sistemidir.

bu ülküye ulaşmak için ne yapmalı? ahlak dersi mi vermeli? hiç de değil. sözler boş seslerdir ve öyle kalırlar, ayrıca cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. kişilikleri yapan, duyular, söylenen şeyler değil, çalışma ve iş görmedir. onun için eğitim yollarının en önemlisi her zaman öğrenciyi gerçek bir işe süreni olmuştur. bu iş eğitimi yazı öğrenen ilkokul çocuğuna olduğu kadar, doktora adayının tezine de uygulanabilir; hatta bir şiirin ezberlenmesine, bir yazı ödevine, bir metnin yorumlanıp çevrilmesine, bir matematik probleminin çözülmesine ya da spor alıştırmalarına.

yapılan her işin arkasında, temelinde bir itki vardır, ki o da işin gerçekleşmesiyle desteklenir ve beslenir. burada öğrenciler arasında en büyük ayrılıklar ortaya çıkar ve bunların okul için eğitim bakımından önemi birinci derecededir. aynı işin kaynağında korku ya da zorlama, üstünlük kazanma tutkuları, konuya büyük bir ilgi olabilir. hatta her çocukta görülen ama çok kez pek erken zayıflayan o kutsal öğrenme merakı da olabilir. belli bir işi yapan öğrenci üstüne eğitimin etkisi çok değişik olabilir ve bu değişiklik öğrenciyi sürükleyen zarar korkusu, bencil tutku, keyif ya da rahatlama isteklerine bağlıdır.

okul yönetiminin ve öğretmen davranışlarının da öğrencilerin ruhsal gelişmelerinde etkisi olmadığını kimse ileri süremez. bana kalırsa bir okulda en kötü şey korku, baskı ve her şeyi herkesten iyi bilir görünme yollarına başvurmaktır. böyle bir eğitim öğrencide sağlam duyguları, içtenliği, kendine güveni yok eder. boyun eğen bir insan yetiştirir. bu çeşit okulların almanya'da ve rusya'da tutulmalarına şaşmamalı. amerikan okullarında bu kötü yolun tutulmadığını biliyorum. isviçre'de ve herhalde demokratik bir yönetimi olan diğer memleketlerde de bu yola gidilmemektedir.

okulları bu en büyük kötülükten kurtarmak pek o kadar zor değildir. şu kadarı yeter: öğretmene mümkün olduğu kadar az zor kullanma hakkı vereceksiniz ve öğrencinin hocasına duyacağı saygının tek kaynağı onun insanlık ve düşünce değerleri olacak.

rekabetçi yaklaşım

öğrenciyi sürükleyen güçlerin ikincisi olarak gösterdiğimiz yükselme tutkusunun, daha yumuşak bir deyimle, kendini gösterme, seçkinleşme isteğinin insan yaradılışında sağlam kökleri vardır. bu türlü bir itki olmasa insanlar arasında iş birliği kurulamaz. 

insanın yaptığını başkalarına beğendirme isteği toplumun bağlayıcı güçlerinin en önemlilerinden biridir. ancak, bir duygular karmaşığı olan bu isteğin içinde yapıcı ve yıkıcı güçler iç içe geçmiştir. beğenilme, görülme isteği sağlam, temiz bir itkidir; ama başkasından, okul arkadaşından daha iyi, daha güçlü, daha akıllı olarak tanınmak isteği insanı kolayca aşırı bir bencilliğe düşürebilir, ki bu da hem kendisine hem de topluluğa zararlı olabilir. bu yüzden öğretmenler öğrencileri daha çok çalıştırmak için işin kolayına kaçıp kişisel yükselme tutkularını körüklemekten de sakınmalıdırlar.

birçokları darwin'in yaşama savaşı teorisini ve ona bağlanan ayıklanmaya dayanarak yarışmacı eğitimi destekliyorlar. bazıları da sözde bilimsel çalışmalarla, ekonomik yarışma alanında bireyler arasında yıkıcı bir savaşın zorunlu olduğunu ispatlamayı denediler. ama doğru değildir bu görüş; çünkü insan yaşama savaşındaki gücünü toplum halinde yaşayan bir canlı varlık olmasına borçludur. bir karınca yuvasında nasıl tek tek karıncaların birbiriyle savaşması yaşamaları için zorunlu değilse, insan toplumunda da bireylerin yaşamak için birbirleriyle savaşmaları şart değildir.

yaşamanın amacının kaba anlamıyla başarı olduğu inancını gençlere aşılamaktan sakınmalıyız. çünkü başarı kazanan bir insan başkalarından büyük bir pay alır ve bu pay çoğu kez onlara gördüğü hizmetin karşılığını kat kat aşar. bir insanın değeri verdiğiyle ölçülür, alabileceğiyle değil. okulda ve hayatta çalışmayı kamçılayan en önemli etken çalışma zevki, yaptığını görme sevinci ve alınan sonucun toplum için değerini bilmedir. gençlerde bu ruh güçlerini uyandırmak ve artırmak okulun başlıca işidir. yalnızca böylesi bir psikoloji temeline dayanılarak insanlığın en yüce değerlerine ulaşma isteği ve sevinci yaratılabilir. o değerler de bilgi ve sanattır.

şüphesiz bu dediğim verimli ruh yeteneklerini uyandırmak, zor kullanmaktan ya da kişisel tutkuyu dürtüklemekten daha güç bir iştir; ama bu yolun daha güç olması, daha değerli olmasına engel değildir. önemli olan çocuğun oyun eğilimini, doğal olan kendini gösterme isteğini geliştirmek ve onu toplumun büyük iş alanlarına götürmektir. böyle bir eğitimin temeli, sonu başarıya ve değerin bilinmesine varan bir çalışma isteğidir. okul bu temele dayanıp çalışmayı başarırsa yeni kuşaklar ona büyük bir saygı gösterecekler ve okulun verdiği ödevleri bir çeşit armağan sayacaklardır.

ben okul zamanını tatil günlerinden daha çok seven çocuklar tanıdım. böylesi bir okul öğretmenden kendi alanında bir çeşit sanatçı olmasını ister. okulda bu havanın esmesi için ne yapılabilir? bunun evrensel yolunu bulmak insanın hiç hasta olmamasına çare bulmak kadar zordur. ama bazı zorunlu koşulları bulmak mümkündür. ilk olarak, öğretmenlerin böylesi bir okulda yetişmiş olmaları gerekir; ikinci olarak, öğretmene öğreteceği şeyleri ve öğretme yollarını seçmekte büyük bir özgürlük verilmelidir. çünkü zorlama ve dış baskı öğretmenin de iş görme sevincini öldürür.

müfredat

söylediklerimi dikkatle izlediyseniz, belki bir şeye şaşırmışsınızdır: gençliğin nasıl bir hava içinde yetişmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz ettim; ama öğretilecek konuların seçimi, öğretim yolu üstüne hiçbir şey söylemedim. daha çok dil mi öğretmeli, yoksa bilimsel teknik öğretime mi önem vermeli? buna vereceğim karşılık şudur: bence bütün bunlar ikinci derecede önemlidir. bir delikanlı kaslarını işletmiş, cimnastikle, yürüyüşle dayanıklı bir beden edinmişse her türlü beden işinin hakkından gelebilir. kafa işleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

eğitimi şöyle tanımlayan kişi hiç de haksız değilmiş: "eğitim, okulda öğrenilen her şeyi unuttuktan sonra geriye kalan şeydir." onun için ben ne filoloji ve tarih öğretmenini tutanlardan yana olmak istiyorum ne de tabiat bilimlerinin daha çok öğretilmesini isteyenlerden yana. öte yandan okulun, hayatta hemen kullanılacak özel bilgi ve ustalıkları vermesi gerektiği düşüncesine karşı olduğumu da söylemek isterim. hayatın bizden isteyeceği şeyler o kadar değişiktir ki böylesine özel bir öğretim yapılamaz. kaldı ki insanın bir alet yerine konmasını kabul edemiyorum.

okulun amacı her zaman delikanlıyı okuldan bir uzman olarak değil, uyumlu bir kişilik olarak çıkarmak olmalıdır. bence bu, gençleri belirli bir mesleğe hazırlayan teknik okullar için de doğrudur. en başta gözetilecek şey, bağımsız olarak düşünme ve karar verme yeteneğini geliştirmektir, özel bilgiler kazandırmak değil. bir insan konusunun temel ilkelerini benimsemiş, kendi başına düşünmeye ve çalışmaya alışmışsa mutlaka yolunda ilerler; üstelik gelişmelere ve değişmelere, inceden inceye özel bilgiler edinmiş öğrencilerden çok daha kolay ayak uydurur.

bağımsız düşünce

insana bir uzmanlık öğretmek yetmez. bununla insan, doğrusunu isterseniz, işe yarar bir makine olur ama tam, eksiksiz bir kişilik kazanamaz. elde edilmeye değer bir şeye coşkunlukla yönelmesi gerekir onun. bir güzellik ve ahlakça iyilik duygusu edinmelidir. yoksa insan uzmanca bilgileriyle, dengeli bir biçimde gelişmiş bir insandan çok, iyi eğitilmiş bir köpeğe benzer.

komşusu ve topluluk karşısında bir tutumu olabilmesi için, insanların dürtülerini, özlemlerini ve acılarını anlamaya çalışması gerekir. bu değerli şeyler genç kuşakla, öğretmenlerin insanca yaklaşımlarıyla aşılanır; yoksa el kitaplarıyla, yalnız onlarla değil. kültür, her şeyden önce budur ve böyle korunur. insancıllığı önemli bir şey olarak salık verdiğim zaman gözettiğim budur; yoksa tarih ve felsefe alanında kuru bir özel bilgi değil.

gündelik yarar bakımından yarışma ve vakitsiz uzmanlaşma sistemi üzerinde aşırı derecede durmak insan kafasını köreltir. oysa bütün kültür hayatı ve bilimlerin gelişmesi bu kafaya bağlıdır. iyi bir eğitim için ayrıca, bağımsız eleştirel düşüncenin de gençlerde geliştirilmesi önemlidir. oysa bu gelişme, gereğinden çok şey okutularak büyük ölçüde kösteklenmiştir. gereğinden çok şey okutmak, ister istemez, aşağı düzeyde kalmaya ve kültürsüzlüğe götürür. öğretim öyle olmalı ki, sunduğu şey değerli bir nimet sayılmalı, güç bir ödev değil.

siyaset

eğitim sisteminin belirli bir düzene göre işlemesine karşılık, hayat okulu düzensiz ve karışıktır. öğrenci okuldayken, daha sonraki yıllarda kolayca kurtulamayacağı korkunç ön yargılarla beslenmiş olabilir. eğitimin devletçe uygulanışı öylesine yönetilebilir ki, yurttaşların içine itildikleri düşünsel tutsaklıktan kurtulma olanakları tümüyle ortadan kalkar. bu da, eğitimin ne güçlü bir siyasal araç olduğunu, çatışan taraflar için sömürülmeye elverişli bir tehlike kaynağı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. 

gerçekten eğitim görmüş bir insan yetiştirmek için gerekli olan başka bir şey daha var, o da insanın öbür insanlar karşısında her zaman duyması gereken bir toplumsal sorumluluk duygusudur. kişiliğin geliştirilmesi öğrenciye sadece "komşunu kendin gibi sev." yollu sofuca kalıplar öğretmekle sağlanamaz. hiç yanlış yapmadığı ileri sürülen sözümona örnek kişilerle ilgili hikayelerin pek az değeri vardır.

genel olarak sağlam bir toplumsal tutum öğrenmekle değil, yaşamakla elde edilir. paylaşılan bir anlayışın değeri ise, ancak uygulanırsa ortaya çıkar. öğrencinin ilgisi, sadece bencilliği geliştiren yarışma yoluyla değil, ondaki yaratıcılıktan tat alma duygusunu uyararak desteklenmelidir. ancak bu yolla sınıf arkadaşları birbirlerine karşı dostça ve yapıcı bir ilgiyle bağlanırlar.

halk yönetimini savunmak için okullar ne yapabilir? belirli bir siyasal öğretinin sözcüsü mü olmalı okullar? böyle olmaması gerektiğine inanıyorum. okullar genç insanlara eleştirel bir kafa ve toplum bilincine varmış bir tutum verebiliyorlarsa gerekeni yapmış olurlar. böylece yurttaşların sağlıklı, halkçı bir toplumda yaşamaları için gerekli olan değerleri kuşanmış olur öğrenciler.