albert camus
umutsuzluk susar. kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.
sartré’ın deyimiyle saçmalık, “insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir.
insan her zaman az buçuk suçludur.
sonra, yitik bir sesle “izmaritimi yerden alabilir miyim?” diye sordu.
insan, hayatını hiç değiştiremez ki. zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır.
yemek saati dediğin insanın acıktığı saattir.
bütün normal insanlar aşağı yukarı, sevdikleri kimselerin ölümünü az çok istemişlerdir.
o zaman sık sık düşünüyor ve içimden: beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.
insan eninde sonunda her şeye alışır.
bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. yine bütün sorun vakit öldürmekti. anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum. ilk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı, onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum. aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. o zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. bir bakıma bu da bir kazançtı.
ot minderimle kerevet tahtası arasında sanki kumaşa yapışmış, sararmış, neredeyse saydamlaşmış bir gazete parçası buldum. geçmiş bir polis olayını anlatıyordu. baş tarafı yoktu. ama, olay herhalde çekoslovakya’da geçmiş olmalıydı. adamın biri para kazanmak için bir çek köyünden ayrılmış. yirmi beş yıl sonra, zengin olarak, karısı ve bir çocuğuyla birlikte köyüne dönmüş. annesi kız kardeşiyle birlikte, doğduğu köyde otel işletiyorlarmış. adam onlara sürpriz yapmak için, karısıyla çocuğunu bir başka otele bırakıp annesinin oteline gitmiş. içeriye girince annesi kendisini tanımamış. o da, şaka olsun diye bir oda tutmuş, paralarını da göstermiş. geceleyin, annesiyle kız kardeşi, paralarını almak için kafasına çekiçle vura vura adamcağızı öldürmüşler, cesedini de nehre atmışlar. sabahleyin, karısı gelip olup bitenden habersiz, yolcunun kim olduğunu söylemiş. ana kendini asmış, kız kardeşi de kendini kuyuya atmış. bu öyküyü binlerce kez okudum sanıyorum. öykü bir yandan gerçeğe uymuyordu, bir yandan da olağan bir şeydi. kısacası, bana kalırsa, yolcu bunu biraz da hak etmişti. insan hiçbir zaman böyle oyun oynamamalı.
o gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. kabı oynattım. yeniden gülümsedim; ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı. gün sona eriyordu. vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir kez daha görüntüme baktım. yine ciddiydi. bunda şaşılacak ne vardı? o anda ben de öyleydim. ama, aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. o vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendimle konuşmuşum. o vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.
insan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz.
değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi.
aslında, insanın eninde sonunda alışmayacağı hiçbir düşünce yoktur.
ama sonra birden başını kaldırdı, dimdik yüzüme baktı: “niçin sizi görmemi istemiyorsunuz?” diye sordu. “tanrıya inanmıyorum da ondan.” diye karşılık verdim. inanmadığıma emin olup olmadığımı öğrenmek istedi. “bunu kendi kendime sormam bile!” diye karşılık verdim; çünkü bu bana önemsiz bir sorun gibi görünüyordu. o zaman kendini arkaya doğru bıraktı, sırtını duvara dayadı. ellerini açarak dizlerinin üzerine koydu. hemen hemen bana söylemiyormuş gibi: “insan bazen kendini bundan emin sanır; ama gerçekte hiç de değildir.” dedi. ben ağzımı açmıyordum. yüzüme baktı ve “ne dersiniz buna?” diye sordu. “olabilir.” diye karşılık verdim. belki beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan emin değildim; ama ilgilendirmeyenden tamamıyla emindim. aksi gibi, papazın söyledikleri beni ilgilendirmeyen şeylerdendi.
papaz gözlerini benden ayırdı ve duruşunu değiştirmeden, “sakın fazla umutsuzluktan böyle konuşmuş olmayasınız?” diye sordu. ona umutsuz olmadığımı anlattım. “yalnız korkuyorum, bu da doğaldır.” dedim. “öyleyse, tanrı size yardım edecektir, sizin durumunuzda birçok kimseler tanıdım. hepsi de yüzünü ona döndü.” dedi. “olabilir, bu onların hakkıdır.” diye karşılık verdim. “aynı zamanda bu, böyle şeylere vakitleri olduğunu gösterir. bana gelince, bana yardım edilmesini istemiyorum. çünkü beni ilgilendirmeyecek bir şeyle ilgilenecek kadar vaktim yok.”
düşündüm ki bu daracık hücrede kımıldamak istedikçe ya oturacaktı ya da kalkacaktı. ikisinin ortası yoktu.
uzun bir zaman sırtı bana dönük olarak durdu. onun varlığı bana batıyor, canımı sıkıyordu. tam, “artık gidin!” diyecektim, birden döndü ve sanki parlarcasına “hayır, size inanamam. eminim, bir başka dünyaya susadığınız olmuştur.” dedi. “elbette” dedim, “ama bu, zengin olmayı dilemekten, çabuk yüzmeyi, güzel ağızlı olmayı dilemekten daha önemli değildir. hepsi aynı kapıya çıkar.” ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. “bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!” diye bağırdım. ve hemen ardından, “artık bu şeylerden bıktım.” dedim. bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. ona doğru ilerledim ve son kez olarak, pek az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. bunu da tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. kendisine niçin “pederim” demediğimi, “efendim” diye seslendiğimi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. bu soru sinirime dokundu: “pederim değilsiniz de ondan. siz de ötekilerden yanasınız.” dedim. “hayır evladım.” dedi, “ben senden yanayım. ama sen bunu anlayamazsın; çünkü yüreğin her şeye kapalı. senin için dua edeceğim.”
o zaman, bilmiyorum niçin, içimde bir şeyler değişiverdi. avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. cüppesinin yakasına yapışmıştım. içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum; ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum. şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım. filan şeyi yapmadımsa, falan şeyi yapmıştım. peki, sonra? sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. o da biliyordu. geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? başkasının tanrısından bana neydi? başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi? değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana “kardeşim” diyen bir sürü ayrıcalıklıyı seçecekti! anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. ötekileri de bir gün mahkum edeceklerdi. kendisi de yargıyı yiyecekti. adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye idam edilseydi ne önemi olurdu bunun? bence salamano’nun köpeği de karısı kadar değerliydi. o ufak tefek otomat kadın da, masson’un evlendiği parisli kadın kadar ya da benimle evlenmek isteyen marie kadar suçluydu. raymond, céleste kadar dostum olmuş, céleste, raymond’dan daha değerliymiş, değilmiş ne önemi vardı? marie, bugün dudaklarını bir başka meursault’ya verdiyse, bundan ne çıkardı? anlıyor muydu ki, bu hükümlü..
geleceğimin ta derinlerinden.. bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum. ama, papazı elimden kurtarmışlardı çoktan. gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı. ama o, gardiyanları yatıştırdı ve bir an sessiz sessiz yüzüme baktı. gözleri dolu doluydu. sırtını döndü, çıkıp gitti.