30.04.2009

uzun lafın kısası

adam fawer: 
tüm fikirler deneyimlerden gelir ve bizi tanrı'ya inanmaya itecek hiçbir deneyim yoktur.

michel henry: medya, dokunduğu her şeyi çürütür.

irvin yalom: saf, benimsemeye dayalı, karşılıklı, eşit bir ilişki, ruhu kurtaran bir şeydir ve şifa bulmak için elimizde tuttuğumuz en büyük kudrettir.

manuel scorza: korktuğumuz sürece hep köle olarak kalırız.

marquis de sade: inanç gerçek bir ruh hastalığıdır, ne kadar çabalarsak çabalayalım asla düzelmez; kötülüklere sükunetle katlanmalarını sağlayacak safsatalar sunar bazılarına.

cevdet kudret: kazanç gökten inmez, bir başkasının kaybından kazanılır.

robert louis stevenson: hayattaki görevimiz başarılı olmak değil, cesaretimizi yitirmeden başarısız olmayı sürdürmektir.

stefan zweig: yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.

a.l. kennedy: insanlar kiliseye gitmemeli; bir iyilik yapmak istiyorsanız onları deniz kenarına gönderin.

jean-claude carriere: kuralları uygulamakla yetinirseniz sürpriz, parıltı, ilham namına ne varsa uçar gider.

elsa morante: insanın hayatta amacı anlamaktır. devrime doğrudan giden yol, anlamaktır.

viktor emil frankl: dünyanın bir şaka olduğunu anlamalısın. adalet diye bir şey yoktur, her şey rastlantıdır. ancak bunu kavradığın zaman kendini ciddiye almanın ne kadar aptalca olduğunu anlayacaksın.

28.04.2009

gandhi

carl sagan

"şiddete başvurmama dersini, karımı kendi isteğime göre yoğurmaya çalıştığım sırada ondan öğrendim. onun, bir yandan benim irademe karşı kararlı direnişi, diğer yanda benim aptallığımın sebep olduğu eziyet karşısındaki sessiz boyun eğişi, sonunda kendimden utanmama sebep oldu ve beni, onu yönetmek üzere doğduğuma inanma aptallığından kurtardı." (gandhi)

gandhi bile, bağlı oldukları davranış kuralları o kadar yüce olmayanlar karşısında, şiddeti dışlama kuralını savunmanın gerekleriyle bağdaştırmakta zorluk çekiyordu: "ben kendi yaşam felsefemi öğretmek için gerekli niteliklere sahip değilim. ancak, benimsediğim felsefeyi uygulayabilmek için gereken niteliklere sahibim. ben.. düşüncede, sözde ve eylemde bütünüyle doğru ve bütünüyle şiddeti dışlayan ama ideal olana hiçbir zaman ulaşamayan bir insan olmak için uğraşan zavallı bir ruhum."

26.04.2009

acılara tutunmak

hasan hüseyin korkmazgil


ne güzel gülüyordun o bahar
ince belli bir şişeden içki dökülür gibi
ellerin de bir sokulgan
ellerin de bir serin
erguvanlı sabahlardı çağrısı gözlerinin
bak işte özlüyorum görüyor musun
irkilerek özlüyorum o güzelliği

"kuru ağacı n'iderler
kesip oda yakarlar
her kim aşık olmadı
benzer kuru ağaca"
(yunus emre)

bir ülke ki hiç gitmedin
bir deniz ki hiç yüzmedin
bir orman ki yaslanmadın yeşil serinliğine
ya sen neyi özlersin ey kuzucuğum
anlat güzel günleri anlat bütün gücünle
ama özleme
çünkü sen hiç görmedin ki güzel günleri

üç etekli ak puşulu türkü bakışlı
kadınlar yürüyor dağlara doğru
gülkurusu leylak moru dağlara doğru
sivaslı mı urfalı mı bilemem gayrı
kadınlar kadınlar dağlara doğru
bilemezler avcının kim olduğunu
sezmişler tüfeğin doğrultusunu
kadınlar kadınlar dağlara doğru
acılarlı umutlarlı bütün bir anadolu
bu sıtmalı gecelere bu beşikleri
bakma turaç bakma bana el gibi

neye yarar telsizler telefonlar
mektuplar neye yarar
uçup gider yele karşı
savrulur ellerimizden yapraklar gibi
sevdiklerimiz

"şunlar ki çoktu malları
gör nice oldu halleri
hani mülke benim diyen
taşlar olmuş üstünleri"
(yunus emre)

yaşayanlar ölür elbet bilirim
biz adını koymadan da vardı o gerçek
dolaşırdı kanımızda o zorba
gülerdi gözlerimize o çayırçingenesi
yaşamayı günden güne gülleştirerek

işkenceden çıkar gibi çıkıyorum sabaha

ölümden
ölmekten değil korkumuz
daha güzel bir dünya
yaşanılır bir vatan
diye başlarken şarkımıza
vurulup kahpe tuzaklarda bir geyik gibi
düşmek boylu boyunca
cepte vergi makbuzumuz
bundan işte korkumuz
canım oğlum
güzel yavrum
gözümün ışıltısı
bundan kaygumuz

devrim

mihail bahtin: mizah değerli bir devrim silahıdır.

wittgenstein: devrimler iki türlüdür: her şeyi olduğu gibi bırakanlar, bir de durumu iyice kötüleştirenler.

james connolly: kriz de her şeyin aynen sürüp gitmesi demektir zaten.

bahtin: trajedi, egemen sınıfın bir komplosudur.

connolly: komedi, yolun sonunda ortaya çıkan bir şeydir.

bahtin: ne zaman ki ağırbaşlılığı rüzgâra savurur, hiçbir zafer şansı olmadan ayaklanırsınız, işte o zaman özgürsünüzdür.

connolly: savaş alanındaki ot, darağacındakinden daha çabuk büyür. özgür olmak için unutmamak zorundasınız. insanları isyan ettiren şey, özgürleşecek torunları hakkındaki düşler değil, köleleştirilmiş ataların anılarıdır.

bahtin: bizim memlekette papazlar sosyalistlere şeytanın dölleri gözüyle bakarlar, sosyalistlerin tek dilediği de bütün ruhban sınıfını çan kulelerinden sallandırmaktır.

connolly: egemen sınıf ancak zaferin dilinden anlar, yenilginin gücünü küçümser. yenilgi, işçi sınıfının çok yakından tanıdığı bir tablodur. ezilen halklar silaha başvurma konusunda ne kadar gönülsüzlük gösterdiyse yöneticiler de her zaman o kadar kan dökmeye hazır olmuşlardır.

bahtin: insan kaçınılmaz olana karşı çıkmadıkça kaçınılmazın ne kadar kaçınılmaz olduğunu bilemez.

24.04.2009

itiraf

trevanian

akademik tipler arasında yararsızlık esastır.

her çocuk kendini anasına babasına ebediyen borçlu sanır ama bu doğru değildir. eğer ortada bir borç varsa, anayla baba borçludur çocuğa. onu bu acılar, savaşlar, nefretler dünyasına getirdikleri için. hem de bir anlık zevk uğruna.

itiraf ruha iyi gelir. ruhu boşaltır, yeni günahlar için yer hazırlar.

öğüt, vermesi almasından zevkli olan tek şeydir.

yetişme tarzını ve sosyal sınıfı en iyi ortaya koyan şey insanların konuşma biçimidir.

cesaretin nerede bitip duygusuzluğun nerede başladığı belli değildir.

mantıksız şeyler beni korkutuyor. gaddar ve zalim bir adamın yanındayken, bir delinin yanında ettiğimden daha çok rahat ederim.

insanın kendini farklı sanmasından daha sıradan, daha olağan bir şey yoktur.

erkek milleti asla tam anlamıyla büyümüyor.

gençlik insana geçici bir konuktur. yaşlılık ise ölene kadar sizinle beraberdir.

acaba neden insana iyi gelen her şey ya sıkıcıdır ya da acı verir? neden bedene kötü gelen her şeyin ruha iyi geldiği varsayılır?

güzelliğin fazlası zekayı köreltir. şekerin dişleri bozması gibi.

ah, bu orta çağ insanlarının tanrısı gerçek bir tanrıymış kuşkusuz! ırmaklarda, yağmurlarda varmış o. bizim tanrımız gibi uzakta var olan, yalnızca ebedi mutlulukla ebedi ceza arasında bir tür komisyonculuğa benzer iş yapan bir varlık değilmiş.

23.04.2009

haşereler ve mikroplar*

hüseyin rahmi gürpınar

doğa; sineklere, mikroplara bahşettiği rızk kolaylığı nedeniyle bahşettiği bahtiyarlığı diğer mahlukatın pek azına nasip etmiştir. insanlığın hırsızlık hakkında yürürlüğe koyduğu şiddetli kanunlardan bu haşereler muaftır. çünkü akıllıların hiçbiri yürürlükteki kanunların bunları kapsaması ve bunlara tatbik edilmesi imkanını keşfedememiştir.

bu seçkin mahluk için bütün aşçı, sütçü, tatlıcı, manav dükkanlarından rızk toplamak mubah gibidir. müşterilerin gönüllerini bulandırmamak için bu esnaftan bazıları şişe kapanlar, eczalı kâğıtlar, tozlar çeşidinden imha edici araçlarla bunları yok etme yolunu düşünür ise de çoğu da bu konuda kayıtsız bulunur. çünkü  bu haşereler tatlıdan, ekşiden, bütün nefis yiyecekten ne kadar ziftlenseler, yedikleri şeyler ölçüde hiç belli olmaz. mesela bir üzüm küfesini beş yüz arı, sinek istila ile bir saat tıkınsalar, üzümcü tartıda yine bir şey kaybetmez. gayet ustalıklı yerler.

işte bunun için esnafın çoğu bunların üşüşmelerine pek aldırmaz. hücumlarından usanç oluştuğu zaman bir iki defa sineklik sallamakla yetinirler. o anda ölçüde bir eksilme görülmüyor ama bu kanatlı haşereler çeşitli atıktan ve kirden kalkıp yiyeceğe konarak bazı hastalıkların bulaşmasına aracı oluyorlar. bundan birçok sağlık tehlikesi ortaya çıkıyor. bu fenalıktan esnafın haberi yok.

bu çeşit mahlukatın kayıt ve sıkı düzen altına alınması mümkün olamadığı için bunlar âlemin doğal bir çeşnisi olmak ayrıcalığı ile her tarafta dolaşır dururlar. bazen kaynar çorba tenceresinde can verenler, köpek ağzına düşenler, başka kazalara uğrayanlar da olur ama bu olaylar devede kulak, benzerine ibret olacak kadar sık görülen olaylardan değildir.

sözün gelişini başka vadiye kaçırmadan şunu faydalı bir tembih olarak arz edelim ki ulemanın sözüne göre, mikroplar kolaylıkla beslenme konusunda sineklerden daha şanslıymış. çünkü sinek, arı ve karınca çeşidinden haşere, hisselerine düşen rızkı ele geçirmek için etrafı dolaşarak erzak toplamaya uğraştıkları, yani bir dereceye kadar geçim derdiyle uğraştıkları halde mikroplar bulundukları yeri, o noktayı yiyecek yeri kabul ederek rızk arama zahmetiyle yorulmaksızın yaşarmış. fakat allah korusun, böyle üşüşüp kendilerine yemek sofrası edindikleri yerden de artık hayır kalmazmış. cenabı hak kullarını bunların şerrinden korusun, âmin.

sinekler bu ızgara civarındaki kahvehanelerin önlerinde keyif çatan zevk erbabının üzerlerine saldırırlar. fakat bunların kimlerden meydana geldiğini söyledik ya. o yerin güzelliğinden, serinliğinden, kokularından faydalananlar tramvay arabacıları, kondüktörleri, kılavuzlarından ibarettir. bunlar o koca çizmeli ayaklarını yarım arşın ileriye uzatarak ufak bir yoğurt kâsesi büyüklüğündeki okkalı kahve fincanlarını höpürdeterek keyif yetiştirirler. zavallı kahveci on, hatta beş paraya bile böyle kâse kâse kahve satar fakat bunun neresinden ve ne miktar kâr eder bilinmez.

sinekler bu ağaların orasına burasına konar. lakin bunların elleri o kadar nasırlanmış, yüzleri o geçim zahmetlerinin sıcak ve soğuk havasıyla öylesine sertleşmiştir ki sinek gezintisi bunlara vız gelir. bir şey hissetmezler. sinekler, o köseleşmiş enselerde, o pöstekileşmiş yanaklarda, o abanozlaşmış parmaklarda rızk tanesi toplamak üzere bir iki kolaçan ederler. fakat hiçbir tarafa diş geçiremezler; çünkü tramvay idaresi bunlardaki hayat özsuyunu o her günkü sıkıntı ve üzüntüyle kurutmuş gibidir. 

sinekler hiçbir yöne hortum işletemeyince kahve fincanına arsızlanmaya başlarlar. kenarında bir iki piyasa falan derken ayakları mı kayar, nasıl olur, cup diye içine düşerler. bunun kaza olduğuna kimsenin şüphesi yok; çünkü hayatından bezmiş olarak intihara cüret edecek kadar sineklerde henüz yüksek düşünceler olmadığını herkes bilir.

intihar çoğunlukla geçim darlığından yahut sevda yüzünden ileri gelir. avrupa'da, özellikle ingiltere'de bazı lordlar, kontlar varlıklarının çokluğuna rağmen bunları harcayacak yer bulamamak sıkıntısıyla intihar ederlermiş. bu rivayet bize yalan hatta rüya gibi gelir. çünkü doğu'da hüküm bütün bütün aksinedir.

zavallı sinek, içinde kahveden ziyade kaynamış arpa bulunan o koyu renkli sıcak havuza düşünce kurtulmak ümidiyle vızır vızır en kesin narasını atmaya başlar. ne yazık ki, boru sesiyle duyma nezaketinden kendinde eser kalmamış olan tramvay ispiri (sürücüsü) bu vızıltıyı duymaz. kazazede son umutsuz gayretiyle debelene debelene canını kurtarmaya çalışırken birinciden büyük ikinci bir kazaya uğrar. ispir fincanı höpürdetir. çok defa sinekçeğiz ilk nefeste gırtlağa iner. oradan uğurlar olsun, ikinci istasyonda mideyi bulur. nadiren arabacı kahve yudumu içinde yabancı bir cisim hisseder. dilinin ucuyla boğulmuş olanı dışarı çıkarır, parmağına alır.

kazazede siyah yahut yaldızlı parlak çeşidinden midir? sakırga mıdır nedir?  kimliğini araştırmayı hiç merak etmeksizin bir fiske ile zavallıyı karşıya fırlatır. fakat o sinekten de artık hayır kalmaz.

bu boğulma hadisesi bir fincanda bazen iki üç defa tekrar eder. fakat müşteri aynı kayıtsızlıkla sinekleri ya yutar ya çıkarır. o kadar küçük bir şeyden tiksinmeye düşmek münasebetsizliğinde bulunmaz. bu hali pek tabii görür. iğrenmeye kalksa bundan kimi sorumlu tutmalı? havadaki sinek fincana düşmüş. o kahveyi murdar saymak lazım gelse, kahve içmekten vazgeçmekten başka çare kalmaz. 

çiftini on paraya ufak kâse büyüklüğünde fincanlarla kahve içip de her sinek düşünce fincanların içindekini yenilemeye kalkışmak pek insafsızlık olur değil mi? ama herif içine arpa katıyormuş. arpa bedava mı? onu yemeye hak kazanabilmek için tramvay beygirleri ne azap, ne yorgunluk çekiyorlar. kira hayvanları hep bu nimeti yemek hülyasıyla nal paralıyorlar da, zavallıların içinde sahiplerinin avuçlarından bunu koklaya koklaya yiyenler akran arasında bahtiyar sayılıyorlar.

arabacı üç beş ahbabıyla bir iki söz edip birkaç sinek yutuncaya kadar hareket nöbeti de gelir. o pis kahvenin içilme süresi, bu adam için tramvay ispirliği denilen yorucu sanatın o bitmez tükenmez seferleri arasında nasıl gönül okşayan bir ara olur bilseniz! zavallı ayağa kalkar, dirseklerini kıvırıp kollarını uzatarak bir iki gerinir. o kısa dinlenme ve o acı kahve ile yeni bir seferin sıkıntısına göğüs germek için gereken kuvveti kazanır. ağır, bir çeşit gururlu adımlarla yürür; özel yerine çıkar; boynundaki borusunu düzeltir; kırbacını muayene eder; terbiyeleri eline alır. kulağı kondüktörün çalacağı düdüktedir.

o koca oda kadar araba, öndeki dört hayvanın gayreti ve bu adamın çaba kırbacı ile o yokuşları çıkıp inecektir. bu beş mahluk birbirleriyle o derece uyumludur ki beyinlerinde özel sesler ve işaretlerden oluşan bir çeşit dil peyda olmuştur. icabında kamçının o şakırtılı ucu, açık ve etkili cümleler söyler. dikkat edilse hayvanların da aynen arabacı gibi hareket için öttürülecek düdük sesini bekleyerek kulak kabarttıkları görülür.

düdük ötünce beşi birden gayretle görevlerini yapmaya girişir. geçim derdi, o adamı bu hayvanların idaresi başına geçirmiş. biri sürecek, ötekiler çekecekler. kaderin hikmeti bunları çalışmada müşterek bulunduruyor. ispir; yaşamak, belki birkaç çocuğunu da yaşatmak için kırbacı eline almış, esarete mahkûm hayvanları yürütüyor. ekmek parası tedarikine uğraşıyor. fakat beygirler seyyar bir eve benzeyen o koca arabayı niçin akşama kadar belli bir yere getirip götürdüklerini biliyorlar mı?

bu hayvanları bırakalım da kendimizi düşünelim. başından sonuna kadar bu hayat sıkıntısını niçin çektiğimizi biz biliyor muyuz? varlığımızı yokluğumuzu bütünüyle kuşatan yaratılışın müşkül muammalarından hangi birini halledebiliyoruz? tahammül derecemizi sormaksızın bizi beladan belaya sürükleyen nasibi ispire, zayıf sırtımızdaki hayat yükünü tramvaya benzetirsek bizim de o hayvanlardan hiç farkımız kalmaz.

insanlar bir felakete, bir üzüntüye uğradıkları zaman olanca öfkelerini altlarındaki zayıflardan çıkarmak, güçleri erdiği mahlukatı o hınç ve öfkeyle insafsızca ezmek cibilliyetindedirler.

ispirin dişi, başı ağrıdığı, bir şeye canı sıkıldığı, manevi ve maddi mustarip olduğu günler kaderine karşı olan kızgınlığını beygirlerden çıkarmak ister, o gün kamçıyı fazla vurur. zavallı hayvanlar çekme görevlerini her günkü gayretle yapmaya çalıştıkları halde, o gün dayağı niçin fazla yediklerinin hikmetini anlayamazlar. akıl ve dirayetçe kendinden aşağı gördüğü bazı zatların nasıl olup da talihin izniyle refaha düştüklerinin nedenini de ispir anlayamaz.

ispir beş on dakikalık istirahat arasına nail olduğunda yine bahtiyardır. zavallı biletçi için hiç nefes alacak zaman yoktur. o biçare, tramvay durunca doğru idare şubesine, hesap memurunun karşısına gider. bu hesap ahret hesabından daha zordur; çünkü o ne kadar dakik olursa olsun bir defa sorulacaktır; bu, her gün hem de tekrar tekrar sorulur. çantanın mevcut nakdi satılan biletlerin sayısıyla karşılaştırılacak; bu ince hesap, kontrol memurlarının listeye al, mor, kısacası renk renk kalemlerle yaptıkları denetleme işaretleriyle de tatbik edilecek. ortaya çıkacak eksiği keseden ödemeden başka çare yok.

ispir yalnız idare ettiği hayvanlara meram anlatacak. zavallı biletçi her seferde önce adedini saptama mümkün olmayan garip huylu, meram anlamaz birçok adama söz dinletecek, nefes tüketecek.

* yazarın notu: "alafranga" (şıpsevdi) romanının 1901'deki ilk yayınında sansür buradaki "haşere" ve "mikrop" terimlerinden "hafiyeler" hakkında bir ima kokusu alarak bu ilk kısmı tamamıyla ortadan kaldırmıştı.

22.04.2009

sanat

walter benjamin

her gerçek hikâye, açık ya da örtük biçimde, yararlı bir şeyler barındırır.

büyük yazarlar tamamlanmış yapıtlardansa ömür boyu üzerinde uğraşmaya devam ettikleri fragmanların yükünü daha çok hissederler. çünkü sonuçlardan benzersiz bir haz duyanlar, ancak nispeten zayıf ve kafası karışık olanlardır; bu bütünlenmenin kendilerini hayata iade ettiğini düşünürler. oysa deha her kesintiyi, kaderin her vuruşunu, işliğinde çalışırken dalıverdiği müşfik uyku gibi karşılar. ve bunlardan fragmanlarla tılsımlı bir çember örer. "deha zahmettir."

yapıtlarımda alıntılar silahlı eşkıyalara benzer, gelip geçenleri kanaatlerinden ederler.

aslında, "sonra ne oldu" sorusunun geçerli olmadığı hiçbir hikâye yoktur.

paul valéry: sanat yapıtını, bizde uyandırdığı hiçbir fikrin, bize salık verdiği hiçbir davranış tarzının onu tüketmeye, onu bitirmeye yetmemesinden tanırız. hoş kokulu bir çiçeği istediğimiz kadar koklayabiliriz; içimizde arzu uyandıran bu kokuyu bırakıp, gidemeyiz ve hiçbir hatıra, hiçbir fikir, hiçbir davranış tarzı onun bu etkisini silemez ya da bizi üzerimizdeki iktidarından kurtaramaz.

bir sanat yapıtı yaratmayı amaç edinen kişi de aynı etkinin peşindedir.

"onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine," der masal. bir zamanlar insanlığın ilk hocası olan, bu yüzden de bugüne kadar çocukların ilk hocası olarak kalan masal, hikâyede gizlice sürdürür yaşamını.

21.04.2009

ali şeriati

karen armstrong

iran devrimiyle sonuçlanan yıllarda, genç laik felsefeci dr. ali şeriati, eğitimli orta sınıfın arasından çok büyük kalabalıkları peşinde sürükledi.

mollalar onun dinsel mesajının büyük bölümünü onaylamasalar da, şaha karşı halkı harekete geçirmekte büyük oranda onun payı vardı.

gösteriler sırasında, kalabalıklar ayetullah humeyni'ninkilerin yanında onun posterini de taşıdılar; oysa humeyni'nin iranlıyla nasıl geçineceği bile belli değildi.

şeriati, batılılaştırmanın müslümanları kendi kültürel köklerine yabancılaştırdığına inanıyordu ve bu düzensizliği ortadan kaldırmak için müslümanlar inançlarının eski simgelerini yeniden yorumlamalıydılar.

muhammed, eski putperest ritlerinden hacca tektanrıcı bir anlam verdiği zaman aynısını yapmıştı. kendi kitabı hac'da şeriati, okurlarını mekke'ye hacı olmaya götürüyordu; giderek, her bir hacının kendi imgelemine dayanarak dinamik bir tanrı yaratması gerektiğini söylüyordu açıkça. böylelikle, kabe'ye vardıklarında, kutsal yer boş olduğundan hacılar bunun ne kadar yerinde olduğunu anlarlardı:

"bu sizin son gideceğiniz yer değildir; kabe bir işarettir, yani yol kaybolmamıştır; o size yalnızca yönü gösterir."

kabe, kendi başına amaç olmaması gereken bütün insan açıklamalarının aşılmasının önemine tanıklık ediyordu.

niye kabe, hiçbir düzenlemenin ya da süslemenin olmadığı basit bir küptür? çünkü o "evrende tanrı'nın gizini" yeniden sunar: 'tanrı biçimsiz, renksiz, benzersizdir, insanın seçtiği, gördüğü veya düşlediği biçim veya durum ne olursa olsun, tanrı değildir."

haccın kendisi, eski sömürge devrinde birçok iranlının yaşadığı yabancılaşmanın antiteziydi.

o, yaşamını sözü edilemez tanrı'ya doğru ve onun çevresinde döndüren her insanın varoluş yönünün temsilidir. şeriati'nin eylemci inancı tehlikeliydi:

şah'ın gizli polisi kendisine işkence edip sınır dışı etti ve hatta 1977'de londra'da ölümünden onlar sorumlu olabilirler.

20.04.2009

kahkaha

nilgün marmara

ben yalnızca güneşten utandım, hayatım boyunca.

düz duvara tırmanan bir aklım olsaydı diyorum, hiç durmadan koşuşturan, atlayan zıp zıp bir akıl. her şeyin ötesine berisine sıçrayan akılların havsalaların alamayacağı bir akıl. bu eksiksiz gediksiz kaydeden vücudun, bu anı deposunun tüm koordinatlarını belirleyebilecek, yaşarken sonsuzca, sonsuzca yazabilecek bir akıl.

uçurumlar var diyorum, insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında insanın.

kızıl yapraklar hep bir olup dönüyorlar bir yerlerde, boğazımıza birer düğüm yerleştirmek için, sonra uzaktan uzağa hep bu düğümleri bilmemiz, bildirmemiz, yaşatmamız, öldürmemiz için. konuklarız yani yeryüzünde, gökyüzünde verilmiş yaşam payında.

bir kakül kestim alnıma geri döndürmek için el yazısını garip imlere. yüzüme düşen besleme perçemi çocuk taşkınlığı şimdi, hüznüyle birlikte.

çok üzüldü zaman, bir çift hünsa terlikte uzlaştı ve ay çarpmasıyla kendine döndü, uzun bir gece ışığında yitebilir pervanenin utkusuz uçuşu bir cam ağacına yapıştı. gün boyu pinası bir bir kırıldı zamanın, mavi pembeye karıştı, sonra yine ay camına tırmandığında terlikler, üzüntüsü zamana vardı.

her yüzeyi tahtadan küçücük bir ev içi kızıyım ben şimdi.

bu parçaları ruhuna bir japon'un ruhu değmiş biri olarak size göndermekle göneniyorum. okuyun, okuyun da anlayın "anlamak" nasıl bir şeydir bu dokusundan bal rengi sonsuz bir acı sızdıran yerküredeki kusurlu varoluşumuzu.

üzerimden trenler, kamyonlar, tırlar ve tüm araçlar geçiyor sana doğru yürürken bu sonsuz evcilik oyununda.

dilsizliğimi, uzam ve insanın eksikliğinin genliğinde öğrendim.

içimdeki tüm çerçöp, kırpıntı, talaş, çapak vb. "dozu arttırın" diye emrediyor ve çok ilaçlar içiyorum. ve her gün nasıl yaşadığıma, yaşayabildiğime, her an, her durumda yine ve yeniden usanmadan bitimsiz şaşırıyorum.

ölürken kahkahamı ona bırakacağım.

19.04.2009

junk

william s. burroughs

uyuşturucunun bağımlıya verdiği haz, uyuşturucu ihtiyacından kurtulmanın verdiği rahatlamadır.

junk bir anahtardır, hayatın bir ilkörneğidir. birisi junk'ın tam olarak ne olduğunu anladığında hayatın sırlarına, nihai cevaplara da ulaşmış olacaktır.

beş yıl önce güney amerika'da bannisteria caapi üzerine bir araştırma yapmıştım ve olası farklı sentetik varyasyonları hakkında bir şey keşfettim. insanların doğuştan sahip oldukları simgeleştirme ya da sanat yetisi -herkesin çocuk olarak bu yetilere sahip olduğunu biliyorum- yüzlerce kez güçlendirilebiliyordu. hepimiz shakespeare, beethoven ya da michelangelo'dan kat kat daha büyük sanatçılar olabiliriz. bu mümkün olduğu için tam tersi de mümkündür. bütün bir boyut kesilip atılınca simgeleştirme yetisinden mahrum da kalabiliriz; böylece tamamen aklıyla hareket eden, simgeler kuramayan yaratıklara döneriz belki de.

18.04.2009

leonardo

eduardo galeano

kamu ahlakının koruculuğunu üstlenen gecenin bekçileri, daha yirmili yaşlarının başında olan leonardo'yu üstat verrocchio'nun atölyesinden alıp bir hücreye tıktı.

hiç uyumadan, doğru dürüst nefes almadan, canlı canlı yakılma korkusunu sürekli içinde hissederek orada iki ay geçirdi. homoseksüelliğin cezası odun yığınıydı ve isimsiz bir ihbar mektubu onun jacopo saltrelli'yle bir sodomist ilişki yaşadığını iddia etmişti.

delil yetersizliğinden serbest bırakıldı ve normal yaşama döndü. ve sanat tarihinde ışık-gölge oyununu ve bulanık tarzı başlatan neredeyse hiçbiri tamamlanmamış şaheserler yarattı; kıssalar, efsaneler ve yemek tarifleri yazdı; kadavralar üzerinde anatomi çalışmaları yaparak insan organlarını ilk kez mükemmel bir biçimde resmetti; dünyanın döndüğünü teyit etti.

helikopteri, uçağı, bisikleti, denizaltıyı, paraşütü, mitralyözü, el bombasını, havan topunu, tankı, hareketli vinci, yürüyen kazıcıyı, spagetti makinesini, rendeyi icat etti.

ve pazar günleri kurulan pazardaki kuşları satın alıp onları özgür bıraktı.

onu tanıyanlar asla bir kadına sarılmadığını söylüyorlar; ama bütün zamanların en ünlü tablosu onun elinden çıktı. ve bu, bir kadının tablosuydu.

insanca, pek insanca

friedrich nietzsche

öyle ya, eğer tüm dünyaların en iyisini yaratmış olması gereken bir tanrıyı savunmak zorunda değilse ve eğer bizzat kendisinin iyilik ve mükemmellik olduğunu varsayıyorsa, yeryüzündeki herhangi bir insan niçin bir iyimser olmak istesin ki? üstelik düşünebilen hangi insan hala bir tanrı hipotezini talep etmektedir?

jonathan swift: insanlar, minnettar oldukları ölçüde intikam beslerler.

prosper mérimée: şunu da bilin ki, hiçbir şey kötülük yapma hazzından dolayı kötülük yapmak kadar yaygın değildir.

umut kötülüklerin en kötüsüdür; çünkü insanların ıstırabını uzatır.

dinler intihar taleplerinden kaçınma bakımından bir hayli zengindir. dinler hayata düşkün olanların gözüne böyle girmeye çalışırlar.

kibir ruhun derisidir.

kendini alçaltan kişi yüceltilmek istiyordur.

schopenhauer: bugüne kadar hiçbir din, ne dolaylı olarak ne de doğrudan, ne bir dogma ne de alegori olarak, gerçeği içermemiştir.

her din korku ve ihtiyaçtan doğmuştur. aklın hatalı yolları üzerinde ağır ağır varoluşa doğru ilerlemiştir; belki bir ara, bilim tarafından tehdit edilince, daha sonra görebilmemiz için, şu ya da bu felsefi doktrini yalandan kendi sistemine katmış olabilir; ama bu, dinin daha baştan kendisinden şüphe ettiği zamandan kalma bir teolog hilesidir.

günlük yaşamlarını fazlasıyla boş ve monoton bulan insanlar kolayca dindar olur. bu anlaşılabilir ve affedilebilir bir şeydir. şu şartla ki, günlük yaşamları boş ve monoton bir şekilde geçmeyen insanlardan dindarlık talep etme hakkı yoktur.

dünyada herhangi bir kısmını hayali varlıklara gösterebileceğimiz kadar çok sevgi ve iyilik yoktur.

insanlığın iyiliği için kendilerini yanlış anlayan yorumcuları zorla öne çıkarmaları, bizim dahi ve aziz olarak adlandırdıklarımızın en büyük başarısıdır.

hiçbir insan herhangi bir kişisel neden olmaksızın asla yalnızca başkaları için bir şey yapmamıştır.

öyle söyleme eğiliminde olsak da, muhtemelen başkalarının yerine hissedemeyiz, yalnızca kendimiz için hissederiz.

calderon de la barca: insanın en büyük kabahati, doğmuş olmaktır.

hristiyanlığın orijinal belgelerinde bulunan ahlak hakkındaki açıklamaları incelediğimizde, insanlar onları karşılayamasınlar diye, her alanda aşırı taleplerde bulunulduğunu göreceksiniz; niyet insanların daha ahlaki hale gelmesi değil, tersine kendilerini mümkün olduğu kadar günahkar hissetmeleridir.

şairler yalnızca geçici olarak, yalnızca şimdilik yatıştırıp iyileştirebilirler. hatta insanları kendi koşullarını gerçek anlamda iyileştirme doğrultusunda çalışmaktan alıkoyarlar; çünkü şairler hoşnut olmayan insanları eyleme sevk eden tutkuyu erteleyip yatıştırmakla, onu deşarj ederler.

bir şeyi süslemek için gölge nasıl gerekliyse, "muğlaklık" da onu anlaşılır hale getirmek için o kadar gereklidir. sanat, belirsiz düşünce tülünü onun üzerine örterek, hayatın görünümünü dayanılır hale getirir.

en iyi yazar, yazar olmaktan utanan yazar olacaktır.

kısa bir süre sonra sanatçıyı muhteşem bir kalıntı olarak göreceğiz ve ona kendi türümüze kolay kolay göstermeyeceğimiz bir saygı göstereceğiz, adeta eski zamanların güzelliğinin ve mutluluğunun onun gücüne bağlı olduğu harikulade bir yabancıyı onurlandırırcasına. içimizdeki en iyi şeyler belki de eski zamanların duygularından miras alınmıştır ki bu duygulara artık nadiren doğrudan yaklaşabiliriz; güneş çoktan battı; ancak yaşamımızın cenneti, bulunduğu yerden sıcaklık yaymaya ve parlamaya devam ediyor, her ne kadar biz onu görmesek de.

hepsi benzer kişiliklere sahip olan bireylere dayalı büyük toplumların tehlikesi, her türlü istikrarı onun gölgesi gibi izleyen miras alınmış bir aptallığın giderek artmasıdır. böyle toplumlarda ruhsal gelişim daha az kısıtlanmış, çok daha belirsiz ve ahlaki açıdan daha zayıf olan bireylere bağlıdır. bunlar yeni şeylere ve genelde pek çok farklı şeye teşebbüs eden insanlardır. 

avrupa mantıksal ve eleştirel düşünme tarzı ile eğitilmiştir. asya gerçeği kurgudan nasıl ayıracağını hala da bilmiyor ve inançlarının kişisel gözlem ile yasalara tabi düşünmeden mi yoksa fantezilerden mi kaynaklandığının farkında değildir.

klasikleri okumak -ki her eğitimli kişi bunu itiraf eder- her yerde, hiçbir şekilde klasikleri anlayacak olgunlukta olmayan genç insanlar ile her sözü ve hatta çoğu zaman yalnızca görüntüleri bile iyi bir yazarı bozan öğretmenler tarafından devasa bir prosedürün izlenmesi anlamına gelir.

birçok dili öğrenmek hafızayı olgular ve düşünceler yerine sözcüklerle doldurur; oysa hafıza her kişinin içinde yalnızca belirli, sınırlı miktardaki içeriği içine alabilen bir kaptır.

daha düşük bir kültürü gördüğünde etkilenmek ve kendine acıma duygusuna kapılmak üstün kültürün alametidir; ki bundan, üstün kültürün hiçbir durumda mutluluğu artırmadığı gibi bir sonuç çıkar. mutluluğu ve yaşamdan haz almayı hasat etmek isteyen birinin yapacağı tek şey üstün kültürden uzak durmaktır.

tüm zamanlar şimdi köleler ve özgürler kategorilerine ayrılmaktadır; zira gününün üçte ikisini kendisine ayırmayan herhangi biri, kim olursa olsun; ister devlet adamı, ister işadamı, ister resmi görevli, ister bilgin olsun, esasen bir köledir.

onun hayatı yaşama ve düşünmek tarzında, daha adi kardeşlerinin yaptığının tersine, kendisini kitlelerin onayına sunmaya tenezzül etmeyen ve dünyanın içinden ve dışından sessizce geçmeyi tercih eden ince bir kahramanlık vardır. ne tür labirentler içinde dolanırsa dolansın, deresi ne tür kayalıklar arasında azap dolu yoluna devam ederse etsin, aydınlığa ulaştığında, yoluna açıkça, hafifçe ve neredeyse sessizce devam eder ve gün ışığının oynayarak kendi derinliklerine inmesine izin verir.

başka insanlarla olan ilişkilerimizde çoğu zaman iyi niyetli bir ikiyüzlülüğe ihtiyacımız vardır, sanki onların eylemlerinin nedenlerini sezmemişiz gibi.

hiç de seyrek olmayan ölçüde, önemli insanların kopyalarıyla karşılaşırız ve yağlıboya tablolarda olduğ gibi, burada da çoğu insan orijinallerden değil kopyalardan daha çok haz almaktadır.

aşırı ölçüde mahcup olan insanların yardımına koşmanın ve onlara güven vermenin en iyi yolu onları inandırıcı şekilde övmektir.

hiç kimseyi kırmak istememek, kimseye zarar vermek istememek, korkulu bir karakterin olduğu kadar adil bir karakterin de göstergesidir.

hiç kitap yazmayan, çok düşünen ve etrafında fazlaca kişi olmayan biri genellikle iyi mektup yazacaktır.

biri suya düştükten sonra, bunu yapmayı göze almayan insanlar orada mevcutsa, çok daha kolayca atlarız.

bir sohbete konu bulma sıkıntısı çektiklerinde, kendi arkadaşlarının gizli işlerini açığa vurmayacak çok az kişi vardır.

incelmiş bir ruh birilerinin kendisine karşı yükümlülük altında olduğunu bilmenin baskısı altındadır; kaba bir ruh ise, kendisinin başkalarına karşı yükümlü olduğunu bilmenin baskısı altındadır.

üstün ruh patavatsızlıktan, küstahlıktan, hatta hırslı gençlerin kendisine yönelik düşmanlığından bile haz alır; bunlar henüz hiçbir binici taşımamış olan ama yakında taşımaktan onur duyacak olan ateşli küheylanların görgüsüzlükleridir.

birinin sırf çalışmak zorunda kalmamak için bağımlılık içinde ve başkalarının sırtından yaşamayı tercih etmesi ve çoğu zaman, bağımlı olduğu kişilere karşı gizliden gizliye kin beslemesi, onun ince duyarlılıktan tamamen yoksun olduğunu gösterir.

insanlar bize hiçbir şeyin bedelini, onları küçük düşürmenin bedeli kadar pahalıya ödetmezler.

bir anne çoğu zaman kendi çocuğundan daha fazla çocuğundaki kendisini sever.

tıpkı büyük mutfaklarda pişirilen yemeğin en iyi ihtimalle hep vasat olması gibi büyük devletlerdeki eğitim de en iyi ihtimalle her zaman vasat olacaktır.

inançlar gerçeğin yalandan daha tehlikeli düşmanlarıdır.

bir kişi, eğer kendisini başka insanlardan hiçbir şey istememeye ve her zaman onlara bir şeyler vermeye alıştırmışsa, bilmeyerek soylu davranır.

en önemsiz yeteneklerle (bağışlarla?) büyük bir haz yaratmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.

bir dostu yaratan şey, paylaşılan acı değil, paylaşılan sevinçtir.

bir şeyden haz almak hep dediğimiz şeydir; ama aslında şey aracılığıyla kendimizden haz almaktayız.

kültürü kültür araçlarından dolayı yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan bir zamanda yaşıyoruz.

birinin insanlığa tepeden bakmasının en aleni göstergesi, onun başka herkesi yalnızca kendi amaçları için dikkate aldığı ya da öteki türlü hiç dikkate almadığı zamanlarda ortaya çıkar.

güçlü sular kendileriyle birlikte epeyce taş ve çalı kalıntısı taşır, güçlü ruhlar ise pek çok aptal ve sersem kafayı.

ruh peşinde koşan birinin ruhu yoktur.

bir insan kahkaha ile kişnediğinde, bu kabalığında tüm hayvanları geçer.

yaşamı kolaylaştırmak için kendi reçetelerini, örneğin kendi hıristiyanlıklarını sunmaktan başka bir şey yapmayarak, başka insanların yaşamlarını daha da zorlaştırmak isteyen insanlar vardır.

birazcık yabancı dil konuşan herhangi biri o dili iyi konuşandan daha fazla keyif alır. buradaki haz kısmi bilgiye sahip olandan gelir.

sevgi ve nefret kör değildir; ama etraflarında taşıdıkları ateş tarafından körleştirilirler.

başkasına itiraf ettiğimiz zaman suçumuzu unuturuz; ama diğer kişi genelde unutmaz.

kendimize saygımızı okşadıklarında mucizevi ve irrasyonel şeylere prim veririz.

platon: insanca olan hiçbir şeyi fazlaca ciddiye almaya değmez. ne olursa olsun.

hiç kimsenin, kendisi için yararlı oldukları sürece ya da en azından ona herhangi bir zarar vermedikleri sürece, fikirlerini değiştirmediğine inanıyoruz.

inançları uğruna kendilerini feda eden o sayısız insan bunu mutlak gerçekler için yaptığına inanıyordu. onların tümü de bunda yanılıyordu. muhtemelen bugüne kadar kendisini gerçek uğruna feda eden hiçbir insan henüz varolmamıştır.

17.04.2009

filler

chuck palahniuk

fillerle çalışmak bir saplantı. sizi içine çekip emiyor. ruhlarıyla meşgul olmak öyle bir onur ki. filler dünyada bir kriz yaşıyorlar. doğal yaşam alanları azalıyor. vahşi doğada bir asya fili muhtemelen 70 yıl yaşayacakken sadece 21 yıl yaşıyor. bir filin yaşantısının her günü anıları biriktirmekle geçer. yeryüzünde yaşayan tüm memelilerden daha büyük beyinleri var.

filler kulaklarını oynatarak iletişim kurarlar. altmış yıldan fazla yaşayabilirler. filler, parmakları ucunda tabanlarının ortasında yer alan hassas pedi koruyarak yürüyebilirler. yuvarlanan bir elmayı ezmeden durdurabilirler. hortumlarında 250 kiloya kadar ağırlık taşıyabilen ve beş galon su tutabilen kırk bin kas var. her filin sadece dört dişi var ve bunların hepsi de devasa dişler. yaşamları boyunca bu dişlerden yaklaşık altı set çıkartıyorlar ve son setin miyadı dolduğunda açlıkta ölüyorlar. iletişimlerinin %80'i "infrasound" yoluyla, insanların yıllarca fillerin altıncı hisleri sayesinde birbirlerinin aklını okuduklarını sanmalarına yol açan duyma eşiği altında çıkardıkları seslerle oluşuyor.

bir filin beyni insan beyninden dört buçuk kat daha büyük. %50 daha fazla kıvrımlı, bu nedenle filler mükemmel birer problem çözücü. filin beyni anıları saklamak için tüm bu patikalara sahip. otoburlar gibi "kurnaz" olmalarına gerek yok. fillerin bu kadar çok anıyı hafızalarında tutmalarının bir nedeni de çevrelerine karşı çok yıkıcı olmaları, bu nedenle daha fazla yiyeceği nerede bulacaklarını sürekli olarak bilmek zorundalar.

insanoğluna göz yaşartıcı derecede benziyorlar. birbirlerine müthiş şefkat gösteriyorlar. meraklılar. bir aile olarak yaşıyorlar ve yaşlı bireyleri terk etmiyorlar. hatta ölünce birbirlerinin arkasından yas tutuyor gibiler.

asya filleri nüfus artışı nedeniyle yüzyıllardır doğal yaşam alanlarından kovuluyorlar ve şimdi yeryüzünde sadece kırk bin kadarı kaldı. ve belki de, yaşamak için pek çok kaynağa ihtiyaç duyan bu devasa, karizmatik hayvanlar için yaşayacak yer kalmadı.

16.04.2009

kadınlar

hasan hüseyin korkmazgil


üç etekli ak puşulu türkü bakışlı
kadınlar yürüyor dağlara doğru
gülkurusu leylak moru dağlara doğru
sivaslı mı urfalı mı bilemem gayrı
kadınlar kadınlar dağlara doğru
bilemezler avcının kim olduğunu
sezmişler tüfeğin doğrultusunu
kadınlar kadınlar dağlara doğru
acılarlı umutlarlı bütün bir anadolu
bu sıtmalı gecelere bu beşikleri
bakma turaç bakma bana el gibi

aşk

şemsettin sami

aşk öyle tabii bir şeydir ki insanoğlunun her kesiminde yani erkeğinde dişisinde, küçüğünde büyüğünde, çocuğunda yetişkininde, gencinde ihtiyarında, fakirinde zengininde, akıllısında ahmağında, aliminde cahilinde, medenisinde bedevisinde ortaya çıkar. herkesin gönlü aşkla yoğrulmuştur.

beşikteki çocukların gönülleri bile aşktan çok uzak değildir. hele gencecik çocukların gönlünde çok kere aşk ve muhabbet galeyan eder. onlar da severler, sevilirler. gönüllerinde bir duygu hissederler. lakin biçareler o muhabbetin neden geldiğini, bir güzellik ve onun gereği olduğunu anlayamazlar. aşkı işitirler ama aşk denilen şeyin tam da hissettikleri duygu olduğunu bilmezler. işte tabiat, bütün insanlara aşkı eşit olarak bölüştürmüş ve hiç kimseyi ondan mahrum bırakmamıştır. akılsız, ilimsiz, huysuz, faziletsiz, sabırsız, acımasız, hayasız insan bulunur; lakin aşksız insan bulunmaz.

14.04.2009

salome

oscar wilde

kötülük dünyaya kadınlarla gelir.

kralların da sadece bir tane boynu var, diğer insanlarda olduğu gibi.

belki de kötü dediğimiz şeyler iyi ve iyi dediğimiz şeyler kötüdür. bunun hakkında hiçbir bilgimiz yok.

aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür. sadece aşka bakmak gerekir.

filozof

charles bukowski

filozofları okuyorum son günlerde. gerçekten tuhaf, deli matrak, kumarbaz adamlar bunlar. descartes çıkıp herkesin zırvaladığını, mutlak ve aşikar gerçekliğin tek modelinin matematik olduğunu söylüyor. mekanizm. derken hume nedensel bilginin geçerliliğini sorguluyor. sonra kierkegaard, "parmağımı varoluşa daldırıyorum-kokusu yok. nerdeyim?" diye soruyor. derken sartre ve varoluşun anlamsız olduğu iddiası. seviyorum bu adamları. dünyayı sallıyorlar. bu düşünceler başlarını ağrıtmadı mı? ani bir kasvet kükremesi çıkmadı mı dişlerinin arasından? böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor, bağırsaklarım düğümleniyor.

12.04.2009

soğuk büfe

murathan mungan

en ağır körlük, kendinin körü olmaktır. yaşamın en büyük ödülü belki de kişinin ölmeden önce kendini görebilmesidir.

binlerce yıl içinde, çiğ et yemekten pişmiş et yemeye kadar ancak evrilebilen vahşetimiz, toplumsal ilişkilerdeki vahşetimizin yanında hiç kalır.

yazının günahı yazıyla ödenir.

bireyini yetiştirememiş anonim toplumlarda, birey "egosunu" tanımaz, ego üzerine bir söylem ve bilgi alanı kuramaz; öte yandan, anonim bünye, kişinin egosunu açık alana taşıyarak her çeşit saldırıya hedef yapar. dolayısıyla "ego" tanımını bilmeyen kişiler, yara aldıkları yeri de tanımazlar.

işletilemeyen sistemler aşılamazlar da.

bunca yıldır, bunamış bir akrabamla 11 yaşında bunamayı başarmış yakın bir arkadaşım dışında, "benim rızamla" bana, "murat" diye hitap etmeyi başarabilen kimse olmadı. eğer benim adıma gösterdiğim duyarlık ve sahiplenme herkesçe anlaşılıp paylaşılabilmiş olsaydı, bu memlekette insanların, köylerin, sokakların, çocukların adları öyle kolay kolay değiştirilemezdi. adı yakılırken sesini çıkarmadığınız bir köyün, kendisi yakılırken çıkardığınız geç kalmış sese yankı bulamamanız biraz da bu yüzdendir.

başarının takdiri her zaman başkalarınındır.

bazı kadınların tuhaf bir mazoşizmi vardır; kendi sınırlarını zorlayarak karşı tarafa bir şey öğreteceklerini sanırlar.

milliyetçilik, tarihin en büyük çıkmazıdır.

yazı'nın kendinden başka güvencesi yoktur.

başkalarının yazdıklarına hayranlık duyabilmek, bir metin karşısında saflığını korumak, başkalarının okuru olabilme hakkından caymamak büyük sanatçıların harcıdır; orta karat şairlerin, vasat yaratıcıların, stratejistlerin ya da teknisyenlerin değil.

neden anlamıyorsun sevgilim
benim çocuk yüreğim aşkta cesur ayrılıkta korkak

hayatı, üst üste yığılmış rastlantısal olaylar yığını olarak görenler, hayata benzettikleri romanı da böyle tanımlarlar ister istemez. belki de bu yüzden, kötü romanlarla yetinenlerle, kötü hayatlarla yetinenler birbirlerine çok benzerler. hayattan caymış insanlarla hayatı göze almış insanların hayatları da, romanları da farklıdır.

bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman

"biliyor musun, çağımızda artık heteroseksüellik/homoseksüellik diye bir şey kalmadı. bir insan ya seksüel oluyor ya da olmuyor." (la truite)

daha çok, kötü yazılmış kitaplardan iyi film, iyi yazılmış kitaplardan kötü filmler çıkar ortaya.

insanların size "siz" diye hitap etmesini istemeniz, ilişkide bir rütbe talebi değildir; kendinizi, karşınızdakinden daha üstün gördüğünüz anlamına da gelmez. yalnızca diğer insanlarla aranızdaki mesafe alanını koruma ve kollamanın ilk sınır işareti anlamı taşır.

insanların çoğu armağan aldıkları kişinin eğilimlerinden çok, kendi eğilimlerini yansıtan şeyler seçerler.

atatürk'ün, ingiliz kralı viii. edward'ı ağırladığı resmi bir yemekte garsonun biri, servis yaparken kralın üzerine içki döker. herkesin fena halde paniğe kapıldığı bu anda, atatürk gülümseyerek, "kusura bakmayın lord hazretleri" der, "ben bu millete her şeyi öğrettim ama, uşaklığı öğretemedim."

korsan kitap, hırsızlık çeşitlerinin en ahlaksızı, en şerefsizi, en kötüsü. bu işe bulaşan, bu işten "kara" ekmek yiyen herkesi lanetliyorum. bunlar korkak, sefil, çapsız ve küçük hırsızlar.

tembellik

louis-ferdinand celine

tembellik neredeyse yaşam kadar güçlüdür. oynamanız gereken yeni kaba güldürünün sıradanlığı sizi ezer ve sonuçta yeniden başlayabilmek için cesaretten çok alçaklığa gereksinim duyarsınız. sürgün, yabancılık budur işte, bir önceki ülkenin alışkanlıkları sizi terk ederken, diğerlerinin, yeni ülkeninkilerin, sizi henüz yeterince sersemletmediği insani zaman örgüsündeki o olağanüstü, şuurlu birkaç saat boyunca yaşamın gerçekten olduğu gibi amansız gözlemlenmesi. bu anlarda her şey o sefil telaşınıza eklenerek sizi, aciz bir halde, nesneleri, insanları ve geleceği gerçekte oldukları gibi görüp ayırt etmeye zorlar; yani aslında birer iskelet olarak, hiçlikten ibaret hiçler olarak; ama onları sanki varlarmış gibi yine de sevmeniz, yürekten bağlı olmanız, kollamanız, canlandırmanız gerekmektedir. başka bir ülke, insanın çevresinde biraz garip şekilde koşuşturan başka insanlar, bir iki ufak böbürlenmenin eksilmiş olması, dağılması, alışageldiği nedenlerini, yalanlarını, yankısını artık bulamayan bir gurur, bu kadarı yeter de artar bile, başınız dönmeye başlar, kuşku sizi içine çeker ve sonsuzluk sırf sizin için açılıverir, minnacık gülünç bir sonsuzluk ve birden içine düşüverirsiniz. yolculuk dediğiniz şey bu minnacık hiçliğin, dalyaraklara mahsus bu baş dönmesinin arayışıdır.