neyzen tevfik
bir akşam asmalımescit'ten geçiyorum. baktım, bir çingene ayı oynatıyor. etrafını çoluk çocuk çevirmiş, seyrediyorlar; ama çingene ayıyı oynatamıyor. ayı usta. bir ehlinin elinde olsa mükemmel oynayacak. ama ayıcı acemi.
ben o zamana kadar ayı oynatmadım; ama çok seyrettim. çok seyrettiğim için biliyorum. nihayet, dayanamadım. sokuldum. çingenenin elinden ayının zinciriyle halkasının ipini çekip aldım. değneğini de aldım, tefini de: "gel arkamdan!" dedim.
ayı elimde, çingene peşimde, doğru tepebaşı bahçesi'ne. tepebaşı bahçesi o zaman rağbette. şişli'den, kadıköy'den, bütün kibar semtlerden, muhitlerden hanımlar, beyler akın akın gelip tepebaşı bahçesi'ni doldururlar. incesaz, orkestra dinlerler.
bahçe'ye girdim. hıncahınç! iğne atsan yere düşmez. ortaya doğru yürüdüm. önce bir hayret. bir sessizlik. sonra kulaktan kulağa fısıltılar: "neyzen. neyzen tevfik." arkasından bir alkış. saz durdu. ben ortaya geldim. defi çalıp ayıyı oynatmaya başladım. dedim ya, ayı usta. mükemmel oynuyor. oynattıktan sonra, değnekle koltuğunun altından dürttüm: "eskiden genç kızlar yavuklularını gördükleri zaman nasıl utanırlardı?" ayı bir pençesini kaldırıp yüzünü tuttu. utanma taklidi yaptı. elimi uzattım: "ya şimdikiler ne yapıyorlar?" o da pençesini uzattı; tokalaştık. kahkaha, alkış kıyamet! yine değnekle koltuk altından dürterek: "kocakarılar hamamda nasıl bayılır?" yere uzanıverdi. yine kahkahalar, alkışlar..
ayının zincirleriyle değneği çingenenin eline tutuşturdum. defi elime alıp parsa topladım. herkes, o zamanki kağıt yüz paralıklardan, çeyreklerden, mecidiyelerden, yeşil yirmi beş kuruşluklardan, elli kuruşluklardan, boyuna defin içine yağdırıyor. def doldu. getirip çingeneye verdim. çingene, o kadar parayı bir arada görmemiş. bir daha görmesine de olanak yok. paraları paylaşmak için davrandı. "haydi, haydi dedim. al o paraları da git! sade, ayı oynatmayı öğren! ayı dediğin böyle oynatılır.."
via salah birsel