sabahattin ali
bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit çıkmamış.
gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.
insan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş.
dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır. hiç olmazsa bir tek sözü..
geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. neden diye merak ettim. sonra laf arasında:
"siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?" dedi.
"bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım
billahi bu sevdada benim yoktur günahım"
"az değil ama, o da vazifem değil mi?" diye cevap verdim. alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. bir şey söylemedi. sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. maarif müdürü bana kızgınmış. ben köylülere teşkilatı esasiye kanunu'nu (anayasa) okumuş, anlatmıştım. kadastro'da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. ne cevabı, denince: "basbayağı cevap vereceksiniz! mecbursunuz! kanun var!" diye dayatmış. sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.
hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden eve dönerdim. ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum. sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. en boşaldığım zamanlarda bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi.