13.01.2019

hilda

george orwell

hilda turp gibiydi. beni faka bastırmıştı. ağlasam mı gülsem mi, bilemiyordum. açık bıraktığım arka kapıya doğru yürüdüm. hilda sapasağlam, bahçedeki patikadan eve doğru geliyordu.

akşamın sönen ışıklarında bana yaklaşırken onu seyrettim. ne tuhaf, daha üç dakika önce, onun ölmüş olabileceği düşüncesiyle soğuk terler döküyordum. hayır, ölmüş mölmüş değildi, her zamanki haliyle işte karşımdaydı. sıska omuzları, endişeli yüzü, gaz faturaları ve okul taksitleriyle bizim emektar hilda işte. ve tabii yağmurluk kokusuyla, pazartesi sendromunu da unutmamak lazım -dönüp dolaşıp kafanı vurduğun duvar ya da ebedi hakikatler. hilda'nın keyfinin pek de yerinde olmadığı belliydi. bana, kafasında bir şeyler varken hep yaptığı gibi şöyle bir baktı, böyle bir bakış ancak küçük, sıska bir hayvanda, örneğin bir gelincikte filan olabilirdi. beni gördüğü için hiç de şaşırmışa benzemiyordu.

"demek geri döndün, öyle mi?" dedi.

geri döndüğüm açıkça ortada olduğu için, buna cevap vermedim. bu arada herhangi bir hoş geldin öpücüğü filan da yoktu.

"yemek yok." diye alelacele söze devam etti. işte hilda budur. eve adımınızı attığınız anda canınızı sıkacak bir şey söylemeyi başarır. "seni beklemiyordum. sadece ekmek-peynir var -ama peynir de olmayabilir."

onun arkasından içeri girdim, yağmurluk kokularına doğru ilerledik. oturma odasına gittik. kapıyı kapatıp ışıkları yaktım. söze ilk başlayanın ben olmasını istiyordum; çünkü o zaman ipler de insanın elinde oluyor.

"anlat bakalım." dedim, "bana bu lanet oyunu niye oynadın?"

çantasını radyonun üstüne bıraktı, sahiden şaşırmış gibi bir hali vardı.

"ne oyunu? ne diyorsun?"

"o verdiğin ilandan söz ediyorum."

"ne ilanı? neler söylüyorsun, george?"

"yani, şimdi beni, o ilanı senin vermediğine mi inandırmaya çalışıyorsun?"

"tabii ki ben vermedim. neden vereyim? ben hasta masta değildim ki. böyle bir şeyi niye yapayım?"

açıklamaya koyuldum; ama biraz erken davranmıştım. çünkü gerçek birden kafama dank etti. evet, baştan sona yanılmıştım. kayıp ilanının sadece son birkaç kelimesini duymuştum; oysa belli ki, orada bahsedilen bir başka hilda bowling'di. insan rehbere baksa, yüzlerce hilda bowling bulurdu. her zamanki o aptalca yanlışlıklardan biri olmuştu gene. hilda'da, ona yakıştırdığım o muhayyile ne gezerdi? bütün bu olanlarda dikkat ettiği tek nokta, onu ölü sandığım ve ona ne kadar düşkün olduğumu anladığım beş dakika olmuştu. ama bu da olup geçmişti işte. bu arada konuşurken beni gözlüyordu ve bakışlarından, yaklaşmakta olan fırtınayı sezinliyordum. sonra birden beni, üçüncü tekil şahıs dediğim bir ses tonuyla sorguya çekmeye başladı. yani tahmin edebileceğiniz gibi, kızgın ve azarlayıcı değil de, sakin ve anlayışlı bir ses tonuyla.

"demek bu kayıp ilanını birmingham'daki otelde duydun."

"evet, dün gece, ulusal yayında."

"peki birmingham'dan ne zaman ayrıldın?"

"bu sabah, elbet."

"yani dün gece ağır hasta olduğumu duydun da yola çıkmak için bu sabaha kadar bekledin, öyle mi?"

"ama hasta olduğuna inanmadığımı söylemedim mi sana? anlatmadım mı her şeyi? bunun da bir hile olduğunu sanıyordum."

"iyi ki lütfedip de yola çıkmışsın." diyen sesten, asıl fırtınanın kopmak üzere olduğu anlaşılıyordu. ama sükunetini koruyarak devam etti:

"demek bu sabah yola çıktın, öyle mi?

"evet. 10'da yola çıktım, coventry'de öğle yemeği."

"öyleyse buna ne diyeceksin, bakalım?" diye haykırarak çantasından çıkardığı kağıt parçasını, sanki sahte bir çek ya da benzeri bir şeymiş gibi yüzüme çarptı.

sanki biri beni alıp yere savurmuştu. ama bunu tahmin etmeliydim! ne yapıp edip beni yakalamıştı. üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. bunun ne olduğunu bilmiyordum; ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. ipin ucu kaçmıştı. daha bir dakika önce, bir hiç uğruna birmingham'dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi birden durum tersine dönmüştü. sakın bana, o anda neye benzediğimi söylemeye kalkmayın. biliyorum. her yerimde suçlu olduğum yazıyor, hem de büyük harflerle. ve aslında suçlu bile değildim! ama bu bir alışkanlık meselesi. ben daima yanlış tarafta yer almışımdır. ona cevap verirken sesime sinmiş olan suçluluk duygusunu, yüz papele bile silip atamazdım.

"ne demek istiyorsun? neymiş o elindeki?"

"okuyunca anlarsın."

alıp baktım. rowbottom's oteli'yle aynı sokakta bulunduğunu fark ettiğim bir avukatlık firmasından gelen bir mektuptu bu. "sayın bayan," diyordu, ".. tarihli mektubunuza cevaben, ortada bir yanlışlık olduğunu düşünüyoruz. rowbottom's oteli iki yıl önce kapanmış ve işyerine dönüştürülmüş bulunmaktadır. burada kocanızın eşkalinde kimseye rastlamadık. muhtemelen.."

devam edemedim. durumu çakmıştım. fazlaca işgüzarlık etmiş ve her şeyi ayağıma dolandırmıştım. ufukta pek cılız bir ümit kalmıştı -genç saunders'in, ona rowbottoms'dan postalaması için verdiğim mektubu unutmuş olması. ama hilda bu ümidi de anında söndürdü.

"eee george, mektupta yazanlara ne diyeceksin? senin buradan ayrıldığın gün rowbottom's oteli'ne yazıp sordum. işte aldığım cevap. ve aynı gün, senden otelde olduğunu belirten bir mektup aldım. herhalde postalasın diye birine vermiştin. senin birmingham'daki işin işte buydu."

"ama hilda, bak! her şeyi yanlış anlamışsın. sandığın gibi değil. anlamıyorsun."

"ah, anlıyorum george. hem de çok iyi anlıyorum."

"ama hilda, bak-"

faydası yoktu. yüzüme bakmıyordu bile. kalkıp kapıya doğru yürüdüm.

"arabayı garaja sokayım." dedim.

"ah, hayır george. bu işten böyle sıyrılamazsın. burada kalacak ve söyleyeceklerimi dinleyeceksin, tamam mı?"

"ama, lanet olsun! farları söndürmem lazım. karartma vakti yaklaşıyor. ceza ödememizi istemezsin, değil mi?"

bunun üzerine gitmeme izin verdi de çıkıp farları söndürdüm. geri döndüğümde, önünde, biri avukatlardan biri benden gelen iki mektup, put gibi oturuyordu. bu arada ben sinirlerime biraz olsun hakim olmayı başarmıştım. bu yüzden bir deneme daha yaptım:

"dinle hilda. bu konuyu tamamen yanlış değerlendiriyorsun. her şeyi açıklayabilirim."

"her şeyi açıklayacağına eminim de, acaba ben buna inanır mıyım, sorun burada."

"ama hemen hüküm veriyorsun. hem durup dururken şu oteldekilere mektup yazmayı da nereden çıkardın?"

"mrs. wheeler'ın aklına geldi. ve gördüğün gibi, son derece harika bir fikirmiş."

"tabii, tahmin etmeliydim. yani demek o kahrolası kadının özel hayatımıza burnunu sokmasına izin veriyorsun, öyle mi?"

"ben izin filan vermedim. senin niyetlerin konusunda beni o uyardı. sanki içime doğmuştu. ve haklı da çıktı. o senin ciğerini okuyor george. kcoası da tıpkı senin gibiymiş."

"ama hilda-"

ona baktım. yüzü, benim başka bir kadınla beraber olduğumu sandığı her sefer olduğu gibi, bembeyazdı. başka bir kadın! keşke doğru olsaydı!

ve tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden çocuklar. ama benim asıl ağrıma giden, aşağı binfield'a gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti. beni o anda asıl çarpan da bu olmuştu. hilda'ya, aşağı binfield'a gidiş nedenimi isterse bir hafta boyunca anlatayım, asla anlamazdı. peki ama şu ellesmere sokağı'nda bunu kim anlardı ki? ben kendimi anlayabiliyor muydum? olanlar yavaş yavaş yitip gitmeye başladı. aşağı binfield'a niye gitmiştim ki? aslında oraya hiç gitmiş miydim? bu atmosfer içinde bu çok gerçekdışı görünüyordu. zaten ellesmere sokağı'nda gaz faturaları, okul taksitleri, haşlanmış lahana ve pazartesi sendromu dışında hiçbir şey gerçek değildir.

bir deneme daha yaptım:

"bak hilda. ne düşündüğünü biliyorum. ama kesinlikle yanılıyorsun. yemin ederim."

"ah, hayır george. eğer yanılıyor olsaydım, bunca yalanı uydurmazdın, değil mi?"

anlaşılan kurtuluş yoktu.

kalkıp odanın içinde volta atmaya başladım. yağmurlukların kokusu öyle keskindi ki.. neden öyle kaçmıştım? geçmişin ve geleceğin hiç öneminin olmadığını bildiğim halde, geçmiş ve gelecek için neden bu kadar kaygılanıyordum? yola çıkış nedenlerim ne olursa olsun, bunların hepsini unutmuştum. aşağı binfield'daki eski hayat, savaş ve sonrası, hitler, stalin, bombalar, makineli tüfekler, ekmek kuyrukları, kauçuk coplar -hepsi giderek sönüyordu, eski yağmurlukların kokusuna gizlenmiş şu sefil tartışma dışındaki her şey.

son bir deneme daha:

"hilda! bir dakikacık dinle beni. bak, bütün bu hafta boyunca nerede olduğumu bilmiyorsun, öyle değil mi?"

"nerede olduğundan bana ne. ne yaptığını biliyorum ya. bu kafi."

"ama.. lanet olsun-"

elbette hiç faydası olmadı. beni suçüstü yakalamıştı ve şimdi hakkımda ne düşündüğünü söylemeye hazırlanıyordu. bu, birkaç saatini alabilirdi. ve daha sonra bir kıyamet daha kopacaktı; çünkü o zaman sıra bu tatil için parayı nerden bulmuş olduğuma gelecek ve benim ondan gizli gizli 17 pound biriktirmiş olduğumu keşfedecekti. yani bu tartışmanın sabahın üçüne kadar sürmemesi için hiçbir neden yoktu. artık masum rolü yapmanın da gereği kalmamıştı. tek istediğim, en kolayı neyse ona kaçmaktı. kafamdan üç olasılık geçiyordu:

a. ona gerçekten ne yaptığımı anlatmak ve ne yapıp edip onu ikna etmek.

b. hafızamı yitirmişim ayağına yatmak.

c. bir kadınla beraber olduğumu sanmasına izin verip, baş ağrısı ilacımı almak.

ama lanet olsun! hangisini seçeceğim zaten baştan belliydi.