ahmet oktay
uğultun sızıyor gecenin mineralinden, safran ve kil sözcükleriyle bir söyleşi taşılsı efsanelere ait, şanssız ölüler kumsalı dorukların borasıyla yarışan
yeni doğuyordun daha kalker sancımalarıyla, ey ay şavkını görkemli bir yabanıllıkla soluyan büyük tırpan
kurt dişleri gördü avcunda falcılar, saydam belleklerin burcuna haykıran çocuğu da
"hep fırtınanın sesi ağzımda küflenen, tuza banıp yediğim de bayat ekmek ve göğün yakarış dinlemeyen büyü-boşluğu
birden, yırtılan bir haşhaş çiçeği titreşimi
ey her şeyi kanatan akşam
sıska koyun sürülerini ve kaçakçı kervanlarını
kuruyan dere yatağı yüzler ki dağlanmış gördüm sözcüklerin gizemli yalımıyla
ve deniz
fatihlerin el kitabı
aslımız faslımız toprak doğur ayın on dördü buğdayını,
tan atımını şakağına kuşanan pusudan korkmaz oğlunu
neyi sevecek onlar
soylu gece atlarını
ışıyan buz çiçeğini
barajın şahdamarını
sonsuz bir hayret'im ben; çocuğum çünkü. çağrıldım tahta köprülerden yıkık değirmenlere, kar bir çan sesiydi
açıklandı yazgım:
anılarımız yok bizim
senin de olmayacak
ölülerimiz sayılmıyor
senin de sayılmayacak
kapalı yollar. ey tipide gözbebeğini kavlayan ulak, fırtınanın tirşeden kulesi
gezdiriyordu yüzünde ninem kurdun bilgisini, avın ve kanın kokusu ve tütün
kehribarsı, canyoldaşı üzüncünün, sabahçıl su kuşuyla karşılayan ilkyazı, ölülerin çetelesini tutan
aynı tadı veren türkçede de öteki dillerde de
tütün
açıkladılar yazgımı. gürültüyle düştü ağacın gölgesi, koydu avuçlarıma ninem:
bir tuz, katık et
bu gurbetçiliğin, katık et
bu yoksul ölümün
kabul et
tipi dindi ve buldular donmuş ulağı. paslı bıçağı, dibindeki buğuyu yarların, özlemin diş izlerini, bir de divit yazayım diye
kükürdün damarına
güzün görkemli çiçeklerine
buz tutmuş bıyığına türkülerin
çarığın ve kıl heybenin zaman kadar eski dört mevsimine
ey çarık ne çok şaşırttın uzaklığı
kıl heybe omuz kaslarını sen de masmavi kesilen, ebemkuşağı kaç kez düştü yolumun üstüne kıskançlıkla
küllenmez anısına buğdayın
çaylağın kurşun hızına
yolcunun hayretine
resmimizi çektiler. yüzümüz
doruklarda tan atımından daha keskin bir haykırış
ey kaçakçı ürkekliği
bir de menekşe olacaktı çatırdayan
kuyulara
çıkrıklara
talihsiz dölüme
yazayım diye açlığımı"
ey büyük su. kan kardeşi ölümün. sesini bin yıl içinde gezdiren ve kentlerde kara sevdadan beter bir ustalıkla kullanan oğlun böyle dedi
kıyılarında dimledim ben de tarihini kendi ağzından, sızılı bir akşam elime çarptı hoşap kalesi'nin orda
kuşanıp geldi hünerini su diplerinin, av yataklarının ve kılıçların öykücüsü. ey güzel hatemi'nin aşk üzre üç yitik cildi, yemin ve kasem eden kızoğlankız dili evliya çelebi'nin:
kar olur on adam boyu. her tan atımında geçerdi kızkaçıran cemal filintasının ucunda al bir mendille, kuş soyundandı küheylan oramar, velikan, horkaniş üstünden eserdi
bulunmadı hiçbirinin ne ölüsü, ne dirisi
ruh oldular herhal
bulunmadı kendilerini yukardan savuran kırk kalebent de
ağıt oldular herhal
ve üç gün üç gece geçti afyon kervanları
ve yedi gün yedi gece sürdü candarma taburları
ve açlık oldu
ve kıtlık oldu
kasem ederim
kasem ederim ey su altı bilginleri
ilkyaz sürünce kayaların ordan
açılınca yarların dibi
herkes iner ölülerini görmeye
ve konuşurlar sabah çiğinin yumuşak sesiyle
çünkü dönüşür her çiçek
bir sevdiğin yüzüne
ey su
ey toprak
ey insan
yaşanır, yazılmaz acı tarihin.