paul eluard
altı yüz altmış altı güneş, ben lambayı söndürünce, gözlerimin uçurumuna indi. alp dağlarının çukuru gibi, yılın kısa gününün yıldırımlar saçan ışığı. alışkanlıklarıma engel oluyordu aydınlık, genel yaşamın utandırıcı koşullarında edinilmiş sıkılganlığı incitiyordu. kara kristal perde çatlamıştı. altı yüz altmış altı güneşin korkunç mu korkunç büyüteci altındaydım ve çamurlarla, kabuklarla, küllerle, birbirine dolanmış kıllarla, el sürmeyi göze alamadığım şeylerden daha itici nesnelerle kaplı sanıyordum kendimi.
ertesi gün, gözlerim açıkken, yosunlarla, kuşbaşı iriliğinde karlarla, mercanlarla, buzlarla, bir de altın parıltılı, sessiz, ufak bir ateşle örtüldüğümü gördüm art arda.
kısacası doğa büyüklüğünde.
2
yıldızların yüce soyu. göz zamanı dövüyor boşu boşuna zorlu kürekleriyle.
bir gözlemevinin gelgeç hevesi, zayıf bir kızoğlankızın, ilgisiz bir av hayvanı için duyduğu ilk heves.
kız rasgele nişan alıyor, çabalıyor boyuna. gözünü alamıyor.
çok uzaktan gözetliyor bütün yolları. bir şeyin seçtiği yok. ve attığı her ok düş kırıklığına uğratıyor onu.
3
ışıksız kalmış, kendi varlığının, ilk insanca halinin ışıklarını bile yitirmiş bir kadın. ayak bastığım uzun, verimli toprakları bozup dağıtan günah hayaleti. kendini içi boşaltılmış canavarların güçsüzlüğüne adamış olan hayvan, benim yanımda bilinmedik mutluluğun, oburcasına tadılmış zevkin yerini tutması gereken hayvan, doğruluyor ayaklarımın dibinde. hiçbir şeyin korumadığı hayvan.