hasan ali toptaş
insanın canı tez, gövdesi ağırdır. ağırlığının yanında tezliğinin pek hükmü yoktur aslında; bu tezlik gerilerde bir yerde, gözlerini pörtleterek sarkık dilli bir yaratık gibi çırpınır durur.
hayatı anlamlı kılmanın başlıca yollarından biri olan hikaye anlatma sanatı; dili kullandığımız, kendimizin dışında başka insanların da var olduğunu bildiğimiz ve zamanın içinde kaldığımız sürece varlığını hep devam ettirecektir. aslında zihin denen fahişe de bir hikaye anlatıcısıdır. görünmeyeni anlatmak hüner değildir, tam tersine bir çeşit kabalıktır ve ayıptır. akıl insanın en büyük yarasıdır.
insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip unufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemalini alır da, hiç kimseyi iplemeden, uluorta konuşmaya başlar. başlangıçta bir hayli yumuşaktır bu konuşma; içinde ortalama mantığa denk düşen dört başı mamur benzetmelerle buğulu birer elma gibi yuvarlanıp duran anlamlar, derin çözümlemelerle parlak sıfatlar, ani bağlantılarla haklı saptamalar, hatta bütün bunların yanı sıra, kıvrak dönüşlerle uzun sıçramalar vardır. duruşları insanın kalp atışlarında yankılanan rengarenk kelimeler de vardır sonra, gerçeğin her yerdeliğine inanmış serinkanlı cümleler, bir ova gibi genişleyiveren sessizlikler, alçak gönüllü paragraflar ve yeryüzündeki konuşmaların ağırlığında oluşmuşa benzeyen her biri birbirinden lezzetli virgüllerle yerli yerine oturmuş noktalar da vardır.
gel gör ki, meçhul bir el gelip konuşmanın seyrine müdahale etmiş gibi, bir süre sonra her şey değişir. tül perdelerin arkasına gizlenmiş kırık kalpli bir çocuk edasıyla sakin sakin konuşan dert birdenbire şirazeden çıkıp insanı afallatacak derecede çirkinleşir de, sürekli ateş püsküren sipsivri bir dille oraya buraya acımasızca saldırmaya başlar bir bakıma. saldırınca da, hiç ayrım yapmadan önüne gelen herkesi suçlar. suçlamaktan da öte, kökleri insanoğlunun ilk anına dek uzanan korkunç bir intikam duygusuyla kıyasıya tırmalar her şeyi ve herkesi, kıyasıya hırpalar, kıyasıya yaralar ve sonuçta ortalığı orasından burasından kat kat dumanlar tüten, uçsuz bucaksız bir savaş alanına çevirir. öyle ki, çığlık çığlığa parçalanmış kalpler yüzer artık bu savaş alanını kaplayan kan göllerinin içinde. kalplerle birlikte ölmüş dostluklar yüzer sonra, dostluklarla birlikte ezilmiş duruşlar, duruşlarla birlikte yok olmuş umutlar yüzer.
insan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim vardır. bu eğilim, zaman zaman başka eğilimlerin gölgesinde kalsa, zaman zaman karın doyurma çabasının ağırlığı altında pestil gibi ezilse ve yıllarca ortalıkta gözükmeyip unutulsa da, günü saati gelince ne yapar eder, bir şekilde nükseder. ne kadar direnirse dirensin, akla gelebilecek hangi yolu denerse denesin, eninde sonunda herkes kendini bu eğilimin pençeleri arasında köpekler gibi kıvranırken bulur bir bakıma. bulunca da, durup dururken bir süs iğnesi gibi, toprak altından çıkarılmış binlerce yıllık bir çanak gibi ya da böcek, çiçek ve kuş gibi ne işe yarayacağını bilmediği eften püften bir şeyi kafasına takıp hayatının anlamını tepeden tırnağa değiştirmeye kalkar. üstelik, çoğu kez farkına bile varmadan, hayatını eskisi gibi sürdürüyormuş duygusuyla yapar bunu. yapar yapmasına ya, can havliyle oradan oraya koşmaktan, dağ bayır gezmekten, günlük hayatın dayattığı her şeyi bir yana bırakıp sadece kafasına taktığı nesneyi düşünmekten ve işte bütün bunların ortasında zavallı bir böcek çaresizliğiyle debelenip durmaktan da bir hayli yorgun düşüp perişan olur tabi.
"şad olup gülmedim eller içinde
soldu benim gülüm güller içinde"
her şeyden korkuyorum aslında. ilkin, insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından korkuyorum. sonra, kendini çocukların varlığında yenileyen hayatın acımasızlığından, bu acımasızlığın üstünü örten masumiyetin derinliğinden ve kapı kilitlerinden korkuyorum. sonra, canlı olmanın aczinden, bu aczin doğurduğu kaçınılmaz sonuçlardan, sokaklardan ve insanların içinde uğuldayıp duran çok ağızlı kuyularla bu kuyuların karanlığından korkuyorum. insanların varlığını eksilterek onları tamammış gibi gösteren şehrin abuk sabuk görüntülerinden korkuyorum. patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçak gönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum. hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum. bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum.