22.07.2009

deniz feneri

virginia woolf

seni övmeye kalkmak, seni küçük görmektir, cömert, temiz yürekli, kahraman adam!

tıpkı bir çocuk gibi, güzelliğinin farkında değil.

ölmek üzere olan bir kahramanın bile, gözlerini kapamadan önce, "arkamdan insanlar benim için ne diyecek acaba?" diye düşünmek hakkıdır. 

zamanımızda sıradan bir insanın yaşayışı, firavunlar zamanında olduğundan daha mı iyidir?

sanki böyle yoksul ve acılı bir dünyada dürüst bir adamın mutlu görünmesi suçların en bağışlanmazıydı.

ona "hepimiz tanrı'nın elindeyiz" dedirten ne idi? anlamıyordu. gerçekler arasına sokuluveren bu içtensizlik onu kızdırıyor, rahatsız ediyordu. yeniden örgüsünü örmeye başladı. "bu dünyayı nasıl olur da bir tanrı yaratmış olabilir" diye kendi kendine sordu. kafasıyla her zaman şu gerçeğe varıyordu: dünyada ne mantık, ne düzen, ne de adalet vardır; acıdan, ölümden, yoksulluktan başka bir şey yoktur. dünyanın yapamayacağı hiçbir kötülük yoktu; bunu biliyordu. hiçbir mutluluk sürekli olmazdı; bunu biliyordu.

evlenmeseydim belki daha iyi kitaplar yazardım, diye düşünüyordu.

yine kendini o eski düşmanının, yaşamın karşısında yapayalnız hissetti.

ingiltere kraliçesinin hatırı için bile bekleyemeyiz.
meksika imparatoriçesinin hatırı için bile olmaz.

rose'a dönerek "bak, bak" dedi. rose'un bunu kendisinden daha net görebileceğini umuyordu. çünkü çocuklarımız çoğu zaman bizim algılarımızı daha bir pekiştirirdi.

ne tuhaftır, insan çoğu kez postadan önemli bir şey çıkmayacağını bilir de yine dört gözle mektup bekler.

fransızcada, konuşanın düşüncelerini anlatacak sözcük yoktur.

insanların boyuna tıkınıp durmalarına dayanamıyordu. bir şeyin böyle saatlerce sürüp gitmesine dayanamıyordu.

insan, dağlara taşlara mücevherlerini takınıp da tırmanacak denli budalalık eder miydi?

gerçekten de, bazen, en çok bu beyinsizlerden hoşlanıyorum galiba. bunlar tezlerden filan söz edip insanın canını sıkmazlardı. şu çok zeki, çok akıllı adamlar kendilerini nelerden etmiyorlardı ki! nasıl da teker teker kurur kalırlardı.

ama, yine de dünya kuruldu kurulalı sevgi için şarkılar yakılıp duruyor, çelenkler, güller üst üste yığılıyor, insanlara sorarsanız on kişiden dokuzu, bize yalnız onu verin yeter, der. oysaki kadınlar, bunu kendi deneylerinden biliyordu, böyle derken asıl istediklerinin bu olmadığını pekala hissederlerdi. hissederlerdi ki sevgiden daha sıkıcı, daha çocukça, daha acımasız bir şey yoktur; ama yine de güzeldir ve onsuz olmaz.

yaşam sadece bir kadınla yatmak demek değildir.

kışa geçmiş denmezdi ve sen uzaklardaydın
bunlarla oyalandım ben de gölgenmiş gibi

bu arada mistikler, düş kurucular, kumsal boyunca yürüyorlar, bir su birikintisini karıştırıyorlar, bir taşa bakıyorlar, sonra kendi kendilerine "ben neyim?", "bu nedir?" diye soruyorlardı ve birden onlara bir yanıt bağışlanıyordu ama bunun ne olduğunu kendileri de bilmiyordu. yalnız o zaman artık kendilerini buzlar arasında sıcak, çölde serin hissediyorlardı.

her bir martı, her bir çiçek, her bir ağaç, her kadın, her erkek, ak toprağın kendisi bile; yengi iyiliğindir, kalan mutluluktur, egemen olan düzendir, diyordu sanki.

peki ama ne diye böyle durup durup bunu yineliyordu sanki? içinde olmayan bir duygu doğsun diye hep böyle uğraşmak nedendi? bu, kutsal olan bir şeye karşı bir tür saygısızlıktı. bu duygu onda kurumuş, kavrulmuş, tükenmişti. onu buraya çağırmamalılardı, buraya gelmemeliydi. insan kırk dördüne geldikten sonra vaktini böyle boşuna harcamamalıydı.

büsbütün aptal olmadıktan sonra, bir insan nasıl olur da yönleri bilmez, anlamıyordu.

kadınlar hep böyledir; zihinlerindeki bu bulanıklığı gidermek olamaksızdır. onların zihninde her şey açıklığını yitirirdi. 

sen ve ben, o, hepimiz geçip gidiyoruz; hiçbir şey kalmaz; her şey değişir; ama sözcükler kalır, resimler kalır.

macalister'in oğlu balıklardan birini aldı, yanından dört köşe bir parça kesip, oltasının ucuna yem diye taktı. hala canlı olan bu küçük vücut parçasını yeniden denize fırlattı.

öyleyse ne idi bu? ne demek oluyordu? birtakım şeyler böyle birden ellerini uzatıp insanı yakalayabilirler miydi? o kılıç kesebilir miydi? o yumruk inebilir miydi? insanın güven içinde olacağı hiçbir yer yok muydu? dünyanın gidişini yürekten bilmek olanağı yok muydu? bir yol gösterenimiz, başımızı sokacağımız bir sığınak yok muydu? yaşam böyle, beklenmeyen bilinmez bir şey miydi? insan kendini bir kulenin tepesinden boşluğa atı mı veriyordu? yaşlı insanlar için bile yaşam bu muydu? hep böyle, insanı şaşırtan, beklenmeyen, bilinmeyen bir şey miydi?

acı insanı nasıl da aptallaştırıyor!

insanın yapısı resim yapmak için, hissetmek için ne kadar güçsüz, ne kadar yetersiz bir makine idi; hep en nazik anda bozuluveriyordu. o zaman insanın bu makineyi bütün gücüyle zorlaması gerekiyordu.

öyle anlar vardır ki insan o zaman ne bir şey düşünebilir, ne de bir şey duyumsayabilir. peki ama insan böyle hem düşünemiyor, hem bir şey duyumsayamıyorsa nerededir acaba?