antoine de saint-exupery
eflatun'un ya da aristo'nun, cesareti erdemlerin en sonuncusu saymasının nedenini, beni her zaman şaşırtan bu şeyi de anlamış bulunuyorum. öyle ahım şahım duygulardan meydana gelmiş değil bu; biraz öfke, biraz kendini beğenmişlik, bir hayli inatçılık ve bayağı bir spor zevki gibi. hele hiç de ilgisi olmamakla birlikte kişinin yapısından gelen kuvvetinin coşması. biricik özelliği cesaretli olmasından ileri gelen bir insana hiçbir zaman hayran kalmayacağım artık.
bu köy, sırf kendi durgunluğu ile, ihtiraslarının sırrını koruyordu, bu köy tatlılığını esirgiyordu. bu tatlılığı fethetmek için hareketi, mücadeleyi bırakmak gerekirdi.
şiddetli hareket az iz bırakır.
her kalabalıkta, göze çarpmayan; ama gerçekte olağanüstü haberci olan insanlar vardır. bunu kendileri de bilmezler. meğer ki..
hiçbir şey düşünmez o. işte bu, kendisini yanlış düşünmekten alıkoyar.
her gecikmeyi cezalandırmakla o elbette bir haksızlık yapıyordu; ama her uğraktaki iradeyi de, böylece, harekete kadar uzatıyordu. o, bu iradeyi yaratıyordu. hava kapalı oldu mu, adamlarının, istirahate davet ediliyormuş gibi sevinmelerine,
bunun tadını çıkarmalarına göz yummuyor, onları, havanın açılacağı zamana kadar hep tetikte bulunduruyordu. ve bu bekleyiş de, en silik amele çırağında bile için için bir utanç yaratıyordu.
emriniz altında bulunanları sevin. ancak, onlara bunu söylemeyin.
insanın kendisini sevdirmesi için acıması yeter. ben acımam pek. hem acırsam da bunu gizlerim. ama isterim ki, yine de insanoğlunun dostluğu ve şefkati eksilmesin çevremden. hekim denen kişi, kendi mesleğinde bunlarla karşılaşır. ama
ben, olaylara hizmet ediyorum. insanları işlemeliyim ki, onlar da hizmet etsinler olaylara. işte bunu, bu karanlık kanunu, odamda iniş kalkış kağıtlarını elime alınca öyle bir duyarım ki akşamları.. umursamazlık edersem, iyice düzene girmiş
olayları kendi akışına bırakıverirsem, işte o zaman da ortaya istenmedik olaylar çıkıverir, esrarlı bir şekilde. gökteki uçağın parçalanmasını ya da fırtınanın yoldaki postayı geciktirmesini önleyen, sanki sırf benim irademmiş gibi. hani bazen kendi kudretim şaşırtıyor beni.
onu korkudan kurtarıyorum ben. benim saldırdığım, o değil; fakat bilinmeyen karşısında insanları felce uğratan bir direnme var ya, işte ondaki o direnmedir. onu dinlersem, ona acırsam, onun macerasını ciddiye alırsam, o, esrarlı bir
ülkeden döndüğünü sanacaktır. kaldı ki, bütün korkumuz da aslında, esrarlı olandan gelir yalnız. insanlar, bu karanlık kuyuya inmiş, sonra buradan çıkmış, daha sonra da hiçbir şeye rastlamamış olduklarını söyleyebilmelidirler. bu adam,
gecenin en mahrem derinliğine, kalınlığına inmeli ve bunu yaparken, ellerden ya da kanattan başka hiçbir şeyi aydınlatmayan ve bilinmeyeni, ancak bir omuz genişliğince uzaklaştıran o küçük madenci lambasını bile kullanmamalıdır.
yaşayan, her şeyi altüst eder yaşamak için. yaşamak için kendi kanunlarını yapar.
kanunları koyacak olan deneylerdir. kanunları bilmek, hiçbir zaman deneyden önce gelmez.
başarısızlıklar, güçlülere daha da güç verir. ama ne yazık, insanlara karşı öyle bir oyun oynanır ki, bunda olayların gerçek anlamı hemen hemen hiç de hesaba katılmaz. insan görünüşe bakarak, ya kazanır, ya da kaybeder. hiç de değeri
olmayan başarılar elde eder. sonra da, bir bozguna uğramış görünmekle, kendini sımsıkı bağlanmış bulur.
analar, eşler ameliyat odalarına girmezler. tehlikeye düşen gemilerde de heyecan yatıştırılır. insanları kurtarmaya yardımı dokunmaz heyecanın.
ezilmiş bir yüze değer mi bu köprü? önlerine böyle bir yol döşenen köylülerden hiçbiri, bir sonraki köprü sayesinde bir dönemeçten kurtulmak uğrunda bu korkunç yüzün böyle parçalanmasına razı olmazdı. ama gel gör ki, insanoğlu yine de köprüler kurar. genel menfaat, özel menfaatlerden meydana gelmiştir. ancak, insan hayatına paha biçilmezse de, biz, sanki bir şey değer bakımından insan hayatını aşıyormuş gibi hareket ederiz. ama bu şey ne?
belki de kurtarılması gereken ve daha sürekli, daha dayanıklı olan başka bir şey vardır. belki de riviére'nin üzerinde işleyip çalıştığı şey, insanın bu kurtarılması gereken tarafıdır. yoksa, amaç uğrundaki çalışmanın hikmeti ispat edilmemiş olur.
asıl önemli olan, onları ölümsüzleştirmektir. sizin, kendi benliğinizde ardından gittiğiniz ne varsa ölür.
evvel zaman halkları yöneticisi, kendi kalabalıklarını, hangi sertlik ya da hangi garip aşk adına, dağdan bu mabedi çıkarmaya zorlamış ve böylece onları, kendi sonrasızlıklarını abideleştirmek zorunda bırakmıştı? evvel zaman halkları yöneticisi, belki de insanoğlunun ıstırabına acımamıştır ama, ölümüne sonsuz derecede acımıştır. kendi öz ölümüne değil; fakat bir kum denizinin silip götüreceği insan soyuna acımıştır. işte bu yüzden, hiç olmazsa çölün gömemeyeceği taşları dikmeye sevk ediyordu halkını o.
insan dışında mukadderat diye bir şey yoktur. ama mukadderat insanın içindedir. bir an gelir, insan kendi zayıf tarafını keşfeder. işte o zaman, sizi bir baş dönmesi gibi, hatalar kendine çeker.
görüyorsunuz ya robineau, hayatta çözüm yolu diye bir şey yoktur. yalnızca, hareket halinde kuvvetler vardır. bunları yaratmak gerekir. çözüm yolları sonra kendiliğinden gelir.
yol, bir kere çizildi mi, artık o yolda devam etmemek olmaz.
zafermiş.. bozgunmuş.. anlamı yok bu sözlerin. hayat, bu sembollerin altındadır ve daha şimdiden yeni semboller hazırlamaktadır. bir zafer, bir halkı zayıflatır. bir bozgun, bir başka halkı uyandırır. önemli olan, yalnız hareket halindeki olaylardır.
rahattan mutluluk uman insan kendi kendini aldatır. insan, mutluluğu ancak yaratıcı eylemde bulabilir; çünkü bu, onun kendi zayıf yönünü yok etmesini sağlar.
insan, kendisinden daha sürekli, daha dayanıklı eserler yaratarak ölümü; içinde hayatın anlam kazandığı bir düzen ve töreler kurarak da dünyanın ilk kargaşalığını yok eder.
tanık durumu beni hep tiksindirmiştir. olaya katılmazsam ben neyim ki? var olmak için katılmaya ihtiyacım var. bilmek, ne kanıtlamak, ne de açıklamak demektir. bilmek, her şeyi görme haline varmaktır. ama görmek için de önce katılmak gerekir. bu ise, çetin bir çıraklık devresi geçirmek demektir.
derin bilgi ve dolu yaşamanın yolu, hayata katılmak, dalgaya karışmaktır. savaşı tanımak için savaşmak gerekir. dünyayı tanımak için, bir sanatta çalışmak, yani dünya üzerinde kendine somut bir tutamak sağlamak gerekir.
uçakla, şehirlerden, muhasebecilerden uzaklaşır, bir köy gerçeği bulursunuz. bir insan işi yapar ve insanın kaygılarını tanırsınız. rüzgarla, yıldızlarla, geceyle, kumla, denizle temasa gelirsiniz.
insanın katılma yoluyla keşfettiği şeyler, önce, kendisini dünya ve öteki insanlarla birleştiren ilişkilerdir.
uzay, beni çeviren dünyadır; uzam ise, bu uzaydan, bilincime yansıyan belirli noktalar bütünüdür, benimle ilişiği olan, beni ilgilendirendir. dilediğim, sevdiğim şeydir.
saint-exupéry’nin bazen hayat adına, her kişinin alabildiğine gelişme hakkı adına, kişinin ne türlü olursa olsun, istediği ahlaki ve siyasi tutumu seçebileceğini savunduğu görülür. yeter ki bu tutum kişinin hayatını dolu kılacak iklimi yaratsın! bir yerde, filan toprakta portakallar iyi yetişiyorsa, bu toprağın, portakalların hakikati olduğunu söyler ve ekler: eğer şu değil de bu din, bu kültür, bu uğraş şekli insanda bu dolu hazzı sağlıyor, insanın içinde şimdiye kadar bilmediği bir büyük senyörü açığa çıkarıyorsa, bunun nedeni, bu değerler dizisinin, bu kültürün, bu uğraş şeklinin insanın hakikati olmasıdır. mantık mı? o da hayatı anlatmak için çalışsın.