aziz nesin
eski öğretmenimiz bize bir derste, koyunun çok yararlı bir hayvan olduğunu anlatmıştı: "sütü sağılır, kuyruğundan yağ yapılır, eti yenir, tüylerinden iplik yapılır, derisi çok işe yarar, kemikleri kullanılır, dışkısı bile gübre olur." demişti.
ben de bu dersten sonra işte şu şiiri yazmıştım:
koyun
kuyruğundan yağ çıkar
memesinden süt verir
yumuşak tüyleri var
kumaş olur giyilir
boynuzundan sap olur
eti insana besi
derisinden kap olur
dışkısı da gübresi
her mayıs kuzusu var
kemiği işe yarar
...............
bu şiirimi, eski öğretmenimize vermiştim. beğenmişti.
- sen bu şiiri, okul aile birliği'ne verilecek müsamerede okursun.. demişti.
ben de çok sevinmiştim. "koyun" adlı şiirimi günlerce ezberledim. müsamerede okurken, hiçbir aksaklık olmasın istiyordum. ama işte o günlerde eski öğretmenimiz başka yere atanmıştı. yeni öğretmenimiz, müsamerede benim de şiir okuyacağımı öğrenince, bana bu şiiri okuttu.
- bu şiir olmaz, ben size kaçtır söylemiyor muyum, eski öğrendiklerinizi unutacaksınız diye? benim söyleyeceğim şiiri ezberler, müsamerede okursun.. dedi.
okuma kitabımızdaki "memleketim" başlıklı şiiri gösterdi.
işte bu şiiri ezberlemek için zaman kalmamıştı. müsamere ertesi gündü. sen o şiiri bilirsin. siz de, bizim okuma kitabını okuyorsanız aç kitabı da bak. şu şiir işte:
ey topraklı mintanlar, ey yaldızlı fistanlar
ey bire kırk başaklar, otlar, bağlar, bostanlar
ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!
ey o büyük insanı yetiştiren ananın
ey çilenin, sefanın, güvenişin, inanın
narin minarelerde sinan'ın diyarı hey!
"ey"le başlayıp, hep böyle "hey, hey"le biten bir şiir işte! ben bu şiiri ezberlemeye çok çabaladım ama, zaman çok az olduğundan iyice ezberleyemedim. ertesi sabah okula gelince öğretmenim:
- sahneye çıkmadan önce burda prova yapalım. oku şiiri! dedi.
okudum.
- olmuyor, şiir öyle okunmaz! dedi.
bir daha okudum. yine beğenmedi.
- oğlum, dedi, şiir, yoldan geçen herhangi birisine bir adres sorulur gibi okunmaz. sesini yer yer titreteceksin, alçaltıp yükselteceksin. heyecanlı yerlerde haykıracaksın. kimi yerde tatlı bir fısıltıyla, kimi yerde aslanlar gibi kükreyerek okuyacaksın. sonra, sol elini beline dayayıp, sağ yumruğunu ileriye, havaya doğru uzatacaksın. mısraların sonlarında "hey"ler var ya, işte orda "hey" derken, hızla ayağını yere vuracaksın. ben bir kez okuyayım, şiir nasıl okunurmuş anla, ona göre oku sen de.
öğretmenim tıpkı bana anlattığı gibi okudu şiiri. "hey" derken, sağ ayağını, sıçrar gibi iyice yukarı kaldırıp, sonra topuğunu hızla yere vuruyordu.
- işte böyle.. ayağını benim gibi yere vuracaksın, düşmanın başını ezer, çiğner gibi.. dedi.
ben de onun gibi okudum. ama bir elim belimde, bir yumruğum havada, ayağımı da "hey hey" diye diye yere vururken şiiri şaşırıyordum. oysa, ben kendi bildiğim gibi okusam, hiç şaşırmıyordum. şiir okuyuşumu beğeniyor, ama ayağımı yere vuruşumu beğenmiyordu. ben "heyy!" diye haykırıp sağ ayağımı yere vurdukça:
- daha hızlı, daha hızlı.. topuğunu vur yere! diyordu.
olanca hızımla topuğumu vuruyordum da, yine de beğendiremiyordum.
sonunda:
- bak işte böyle! dedi.
"heyy!" diye öyle bir haykırıp ayağını kaldırdı, yere vurdu ki, dersane pencerelerinin camları zangırdadı.
- gördün ya işte böyle. türk çocuğu ayağını vurdu mu, yerler sarsılacak! dedi.
- ama öğretmenim, dedim, siz en az 100 kilo varsınız, ben 42 kilo geliyorum.
ne yaptımsa beğendiremedim. çok kızdı. işte o kızgınlıkla:
- ".. ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!" deyip ayağını yere vurmasıyla, o "hey!"in arkasından:
- ay, ayy, ayyy! diye bağırmaya başladı.
biliyorsun ya, bizim dersane döşemeleri çürük. öğretmenin ayağı, çürük döşeme tahtasının arasından içeri girmişti. ben de yardım ettim. zorla ayağını ordan çıkarabildi. o sırada, dördüncü sınıfla, üçüncü sınıfın öğretmenleri gürültüyü duymuşlar, telaşla geldiler.
- ne var? ne oluyor? diye sordular.
bizim öğretmen, aksayarak dersaneden çıkarken bana, sanki yer yarılacak, deprem olmuş gibi sarsılacak ortalık..
öğretmen gidince, rahat yürüyemediğimi anladım. "hey hey!" diye ayağımı yere vurmaktan topuğum çürümüş.
müsamereye iki saat vardı.
ben kendi yazdığım "koyun" şiirini, bir ay, boyuna ezberlemiştim. ne kadar unutmaya çalışsam, bir türlü unutamıyorum, hep aklıma takılıyor. unutmak elimde değil. "memleketim" şiirini okurken "koyun" şiirinin kelimeleri dilime takılıyordu. "memleketim" şiirini az çok ezberlemiştim; ama, ayağımı yere vurmaktan, ezberlediklerim de aklımdan çıkmıştı. beynim sarsılmış topuk vurmaktan.
arkadaşlar:
- sıran geldi, sıran geldi! haydi sahneye! diye beni arkamdan ittiler.
salon ana babalarla tıklım tıklım dolu. öğretmenimiz kuliste bekliyor, şiir okuyanlar şaşırırsa ordan fısıldıyor.
sahneye çıkınca, salondakileri başımla selamladım. ama selamlamak için başımı eğer eğmez, birden okuyacağım şiirin adını unutuverdim. tesliğe bak, birdenbire "koyun" şiiri aklıma gelmez mi? eskiden öğrendiğimi unutacağıma, yeni ezberlediğimi unutuverdim işte..
ben sahnede durmuş salondakilere bakıyorum, salondakiler bana bakıyor; bakışıp duruyoruz.
iyi ki, öğretmenimiz kulisten "memleketim" diye fısıldadı da, ben var sesimle "memleketim!" diye haykırdım. haykırdım ama, bir türlü arkası gelmiyor. şiir aklımdan çıkmış. öyle de sus pus durulmaz. hiç olmazsa vakit kazanırım da o zamana kadar aklıma gelir diye bir daha "memleketim!" diye bağırdım. bağırdım ve sustum. salondakiler coşkun bir alkış tutturmazlar mı? büsbütün şaşırdım. "memleketim" diye bağırınca neden alkışladıklarını anlayamadım. öğretmenimizin fısıltısını duymuştum. hemen "ey.." diye şiire başladım. ama üst üste "memleketim" diye öyle yüksek sesle haykırmışım ki, bütün sesim tükenmiş, ağzımdan incecik, kapı gıcırtısı gibi bir "ey.." çıktı. bir alkış daha koptu. işte o alkıştan sonra büsbütün şaşırdım. şiirdeki kelimelerin yerlerini değiştirerek şiiri okumuşum. sonradan arkadaşların söylediğine göre, o güzelim şiiri bak nasıl okumuşum:
"memleketim!"
ey mintanlı topraklar, ey yaldızlı fistanlar
ey kırka bir başaklar, otlar, atlar, destanlar
ve daha sık boy atan bostanlar diyarı heeey!
deyip de ayağımı yere vurunca, birden havaya sıçradım. neden biliyor musun? öğretmenin karşısındaki provada, topuğumu boyuna yere vurmaktan, ayakkabımın bir çivisi gevşeyip ucu dışarı çıkmış. ben "hey" deyip de olanca hızımla ayağımı yere vurunca, o çivinin sivri ucu hart diye topuğuma girdi. sanki bir kılıç tabanımdan girip, ucu ciğerime değdi.
işte o acıyla, şiirin ezberlediğim kadarını da unuttum. dinleyiciler kahkahadan kırılıyor. ben nerdeyse ağlayacaktım. bir yandan kulise bakıyorum ki, öğretmenin fısıltısını duyabileyim. öğretmen, benim fısıltıyı duymayacağımı anlayınca bağırdı:
- ey o büyük insanı yetiştiren ananın..."
ben hemen sözü aldım, başladım okumaya:
- ey o büyük insanı yetiştiren ananın... ananın, ananın...
yine arkası gelmiyor. belki aklıma gelir diye, o mısrayı bir daha, bir daha baştan alıyordum. ama tam "ananın" kelimesi gelince, iğnesi takılmış plak gibi tekliyorum. titrek, ağlamaklı sesle "ananın... ananın..." deyip dururken, birden o benim "koyun" şiiri aklıma gelip de gürül gürül okumaz mıyım!
ananın... ananın... ananın...
kuyruğundan yağ çıkar
memesinden süt verir
yumuşak tüyleri var...
kuliste öğretmen "ey sebiller... kervansaraylar..." diye ter ter tepiniyor. ben öğretmenden duyduğum kadarını söylüyorum, arkadan da "koyun" şiirini okuyorum:
... kervansaraylar heyy!
boynuzundan sap olur
eti de bize besi
derisinden kap olur
dışkısı da gübresi heeey!..
kendimi sahneden attım. alkıştan okul yıkılacak sanki..
öğretmen büyük bir üzüntüyle:
- ne yaptın ahmet? dedi.
- ne yapayım efendim, dedim, insan ne yapsa eski öğrendiğini birden unutamıyor.
bir kelime daha söylesem ağlayacaktım. öğretmenimle yan yana koridorda yürümeye başladık. ikimiz de topallıyorduk. çivi batmasın diye ben seke seke yürüyordum.
akşam evde babam:
- oğlum sende ne marifet varmış, dedi, herkesi kırdın geçirdin. misafirler yerlere yıkıldı gülmekten..
annem de:
- gözlerimden yaş boşandı güle güle, az kalsın bayılacaktım.. dedi.