zülfü livaneli
her anadolu kasabası gibi ılgın'ın ortasında da büyük bir park vardı. bir öğleden sonra o parkta otururken yanıma iki genç yaklaştı. ankara'da yurtta kalan ılgınlı üniversite öğrencileriydi bunlar. uzaktan tanıyordum. müzikten söz açtılar. benim müzikle uğraştığımı, kitaplara çok meraklı olduğumu duymuşlardı. acaba bana bir iki kitap verseler okur muydum?
ne kitabı olduğunu sordum. benim sanat yoluyla insanlığa yardım etme ve mutlu bir dünya yaratma ideallerime çok yakın kitaplar olduğunu söylediler. yazan kişinin adı said-i nursi'ymiş. bediüzzaman diye de anılıyormuş. said-i nursi, büyük bir bunalıma girmiş olan insanlığa yardım etmek için bu kitapları yazmış. o gün bana birkaç risale-i nur verdiler. bir de "asa-yı musa" adlı bir kitap.
hemen eve döndüm, tarkovski'nin gölgeli ormanlarını andıran kavaklıkta yere uzanıp kitapları okumaya koyuldum. birçok kelimeyi anlamakta güçlük çekmeme rağmen genel bir fikir ediniyordum. kitaplar ilginç ve ateşli bir üslupla yazılmıştı, yazarın bambaşka bir türkçe anlayışı vardı. doğrusu kitaplarda bir edebiyat tadı bulmuştum. öylesine hırslı, kuvvetli bir üsluptu ki ister istemez etkileniyordunuz. ilkokul yıllarında dedemin sıkı dini eğitiminden geçmiş olduğum için terminoloji bana yabancı değildi.
ilk okuduğum bölüm kader kavramıyla ilgiliydi. eğer insanoğlunun kaderi alnına yazılmışsa, uğraşmasına ne gerek var sorusu soruluyordu. o zaman insanoğlunun işlediği günahın da, sevabın da sorumluluğu allah'a ait değil miydi? bu soru beni müthiş ilgilendirmişti. çünkü hem varoluşçuluk felsefesinin temel sorusuydu hem de balzac aynı soruyu öğretmenine sormuştu.
said-i nursi adlı yazarın yorumu ve cevabı ilginçti: ay tutulmasını örnek gösteriyordu. insanlar ay'ın hangi tarih ve saatte tutulacağını bilirdi ama bu bilgi, insanların ay tutulmasına neden olduğu anlamına gelmezdi. ay, kendi kuralları ve tabi olduğu disiplin gereğince tutulurdu; biz sadece bunu önceden bilirdik. kader de aynı biçimdeydi. insanın kaderi kendi davranışına bağlıydı. ne var ki tanrı katında önceden bilinirdi. alın yazısı denilen şey buydu.
bu bölümü okuduktan sonra kavaklıktaki ince esintide gözlerimi kapatıp düşündüm. bu kitapları yazan, ne kadar zeki bir kişiydi! sanki balzac'la, kierkegaard'la, camus'yla polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyordu; doğrusu çok da mantıklı bir cevap veriyordu. o gece sabaha kadar bana verilen bütün said-i nursi kitaplarını okudum. irade-i külliye ve irade-i cüziye bölümü benim cevap aradığım birçok soruyu aydınlatıyordu. ertesi gün öğrencilerle gene buluştuk. kitapları çok beğendiğimi söyledim. sevindiler, bana yeni kitaplar verdiler. onları da okudum. o yaz said-i nursi'nin kitapları ve düşünceleri epeyce ilgilendirdi beni.
ankara'ya döndükten sonra, yurtta kalan öğrenciler beni aramaya devam ettiler ve kitapların topluca okunduğu ve tartışıldığı toplantılar yaptıklarını anlattılar. ben de bu toplantılardan birine davet edilmiştim. diğer arkadaşlar benimle tanışmaya can atıyorlardı.
bir pazar günü, cebeci'deki bir eve gittik. içerde 15-20 öğrenci vardı. kitaplardan pasajlar okundu ama sonra yapılan yorumlar ve konuşmalar çok itici geldi bana. politik bir örgüt oldukları izlenimini edindim. zaten said-i nursi konusunda görüşünü sorduğum babamdan, nurculuğun, siyasi boyutları da olan bir tarikat olduğunu öğrenmiştim. ayrıca tartışmalardaki düşünce düzeyi beklediğim gibi değildi. öğrencilerin çok bilgili olmadığını, militan gibi konuştuklarını fark ettim. bir daha da gitmedim ve kitapları kapattım.