hermann hesse
onun bir düşün ve kitap adamı olup bir işte çalışmadığı çok geçmeden anlaşılmıştı. gündüzleri uzun süre yataktan çıkmıyor, çokluk öğleye doğru kalkıp sırtında ropdöşambr, aradaki birkaç adımlık yeri yürüyerek oturma odasına geçiyordu. okuduğu kitapların büyük bölümü bilimsel içerikli değildi, çoğunluğunu çeşitli dönem ve ulustan edebiyatçının yapıtları oluşturmaktaydı.
novalis, "insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez." der. ne anlamlı bir söz, değil mi? yüzmek istememeleri doğal; çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler, suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal; çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir, ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelip suda boğulur.
daha ilk konuşmada kendisi için bozkırkurdu ismini kullanmış, bu da beni yadırgatıp rahatsız etmişti. bu ne biçim isimdi böyle? ama sonradan yalnızca alıştığım için bu ismi kabullenmekle kalmadım, kendim de düşüncelerimde hep bozkırkurdu dedim onun için, bugün bile kendisini niteleyecek daha yerinde bir sözcük bilmiyorum. yolunu şaşırıp bizim aramıza düşmüş, kentlerde ve sürü yaşamında soluğu almış bir bozkırkurdu -başka hiçbir benzeti bundan daha çarpıcı niteleyemezdi onu, onun yalnızlığını, vahşiliğini, tedirginliğini, ondaki yurtsama duygusunu ve onun yurtsuzluğunu.
bay haller'ın ruhsal hastalığı -bugün biliyorum artık- tek bir kişide rastlanan bir garabet değil, doğrudan çağın hastalığıdır, bay haller'ın içinde yer aldığı kuşağın bir saplantısıdır; öyle bir saplantı ki, görüldüğü kadarıyla güçsüz ve yetersiz değil, daha çok güçlü, alabildiğine aydın ve yetenekli kişilerde rastlanıyor.
öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üslubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk çıkıp gider elden. kuşkusuz herkes aynı ölçüde ayrımına varmaz bunun. nietzsche gibi biri bugünkü sefaleti bir kuşaktan çok daha fazla süre önce yaşamak zorunda kaldı, onun tek başına, hiç anlaşılamadan, yaşadığını bugün binlerce insan yaşamakta.
harry tipinde pek çok insan var dünyada, özellikle pek çok sanatçı söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, ayrı iki insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytani, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, insan ve kurt harry'deki gibi düşmanca ve karmakarışık, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. ve hayli tedirgin bir yaşam süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre için parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. böylece acılar denizi üzerinde bütün o sanat yapıtları değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim, ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen çileli bir devinimdir, kayalara vurup çatlayan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı bir biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar da, eylemler de, düşüncelerde ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir başka anlam içermez. bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tümüyle insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ana'nın ölü doğmuş bir yavrusudur, doğanın çılgınca ve dehşet verici başarısız bir denemesidir.
gecelerin insanı olması da bozkırkurdu'nun belirgin özellikleri arasındaydı. sabah, onun için günün korkup çekindiği, kendisine hiç uğurlu gelmemiş bir vaktiydi. yaşamında hiçbir sabah yoktu ki, şöyle doğru dürüst bir neşeyle, doğru dürüst bir sevinçle dolsun içi; öğle öncesinde hiçbir saat yoktu ki, elinden iyi bir iş çıksın, aklına parlak düşünceler gelsin, kendisinin ve başkalarının yüzünü güldürebilsin. ancak öğle sonraları ısınıp canlanıyor, iyi günlerinde ancak akşamüzerleri verimli, enerjik biri olup çıkıyor, bir kor gibi yanıp tutuşuyor bazen, gönlü şenleniyordu. yalnızlık ve bağımsızlık gereksinimi de buradan kaynaklanmaktaydı. hiç kimse yoktu ki, bağımsızlığa bozkırkurdu'ndan daha güçlü, daha ateşli bir gereksinim duyabilmiş olsun. henüz yoksulluk içinde yaşayıp ekmeğini kazanmakta zorlandığı gençlik döneminde, yeter ki karşılığında birazcık bağımsızlığına kavuşabilsin, aç gezmeyi, yırtık giysilerle dolaşmayı yeğlemişti. kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı.
güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir.
yalnızca kendilerini öldürenleri intihar edenler arasında saymak yanlıştır. hatta intihar edenlerin içinde pek çok kişi vardır ki, adeta kazara intihar etmiştir; intihar doğasının vazgeçilmez bir özelliği değildir. kişiliksiz, güçlü bir karakter ve güçlü bir yazgıdan yoksun düzinelerce sürü insanı vardır ki, intihar sonucu yaşamlarını yitirmelerine karşın yaradılışları ve karakterleri bakımından intihar edecek tipte kişiler olmaktan uzaktır. öte yandan, yaradılışları bakımından söz konusu tipteki kişilerden pek çoğu; hatta belki büyük çoğunluğu gerçekte canlarına kıymaya kalkmaz hiç. "intihar eden kişi"nin -harry de böyle biriydi- ölümle pek sıkı bir ilişki içinde yaşamış olması gerekmez; canına kıyanlar arasında yer almaksızın da ölümle böyle bir ilişki içinde yaşanabilir. ama intihar eden kişiye özgü bir şey varsa, kendi benini, haklı ya da haksız, doğanın pek tehlikeli, kuşkuyla bakılacak ve tehlikelere açık bir tohumu olarak duyumsaması, kendisini her türlü korunmadan uzak, her an başına bir iş gelebilecek biri gibi görmesidir; sanki bir kayanın incecik ucunda durmaktadır da dışarıdan bir itme ya da içteki ufak bir güçsüzlük, soluğu boşlukta almasına elverecektir. bu tip insanların kader çizgilerinin belirleyici özelliği, canına kıymanın kendileri için en olası ölüm çeşidini oluşturması, en azından kendilerinin bunu böyle bilmesidir. hemen her vakit ilk gençlik döneminde kendini açığa vuran ve söz konusu insanlara yaşam boyu eşlik eden bu ruh durumunun önkoşulu, pek yetersiz bir yaşam gücü değildir örneğin, hatta "intihar edenler" arasında olağanüstü dayanıklılıkta, hırslı, aynı zamanda gözüpek kişilere rastlanır. gelgelelim, en küçük bir hastalıkta ateşlenen kimseler gibi, bizim "canına kıyanlar" dediğimiz, her zaman pek içli ve duyarlı bu kişiler de en küçük bir sıkıntıda ölümü yoğun olarak düşünmeye eğilim gösterir.
bozkırkurdu, kendisine benzeyen binlerce kişi gibi o da ölüme giden yolun her an önünde açık beklediği düşüncesinden yola koyularak gençlere özgü, hüzün dolu bir hayal oyunu yaratmakla kalmamış, aynı düşünce temeli üzerinde kendisini avutacak, kendisine destek olacak bir yapı kurup çatmıştır.
bozkırkurdu özellikle söz konusu eğilimden yaşam için yararlı bir felsefeyi zamanla kotarmasını bilmişti. darda kaldı mı başvuracağı bir çıkış yolunun önünde sürekli açık durduğu düşüncesiyle içli dışlı oluşu kendisine güç vermiş, bir merak duygusu kendisini acıları ve sıkıntıları yaşamaya yöneltmişti. pek kötü durumlara düştüğü zamanlar bazen vahşi bir kıvanç, bir çeşit oh olsun duygusuyla şöyle düşünmüştü: "bir insandaki dayanma gücünün sınırını merak ediyorum doğrusu! baktım ki katlanılabilirliğin sınırına ulaştım, kapıyı açıverir, esenliğe kavuşurum." intihar eden pek çok kişi vardır ki, bu düşünce olağanüstü güç sağlar kendisine.
bozkırkurdu kendi düşüncesine göre burjuva dünyasının tümüyle dışında bulunmaktaydı; çünkü ne bir aile yaşamı vardı ne de toplumsal bir hırsın sahibiydi. kendine düpedüz yalnız ve acayip biri, bazen hasta bir münzevi, bazen de dahice yeteneklerle donatılmış, sıradan yaşamın üstüne çıkmış, normalin üstünde bir kişi gözüyle bakıyordu. burjuva sınıfına mensup insanları bile bile aşağılıyor, bunlardan biri olmadığı için de gurur duyuyordu.
içlerinde pek çok parçadan oluştukları sezgisi beliren ve kişiliklerinin bir bütünlük taşıdığı kuruntusunu her dahi gibi aşarak pek çok ben'den bir çıkın oluşturduklarını duyumsayan kişiler bunu açığa vurmayagörsün, hemen çoğunluk kendilerini deliğe tıkacak, bilimi yardıma çağırıp onlara şizofreni damgasını vuracak ve böylelikle insanlığın üzerine kol kanat gererek söz konusu talihsiz kişilerin ağzından gerçeğin sesini işitmek zorunda kalmamasını sağlayacaktır.
ben'inin hayali bütünlüğünün kapsamını genişleterek ikiliğe dönüştürebileceği bir düzeye gelen biri, bu konumuyla neredeyse dahiliğe ulaşmış demektir, en azından eşine seyrek rastlanır ilginç bir istisna oluşturur. ne var ki, en naifi de içinde olmak üzere hiçbir ben gerçekte bir bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal ögelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır. bu karmaşaya bütünlük taşıyan bir nesne gözüyle bakması, sanki yalın ve sağlam bir biçime sahip, açık seçik hatlarla belirlenmiş bir nesne gibi ben'inden söz açması her insanın içerisine düşmekten kurtulamadığı bir yanılgı, bir zorunluluktur, adeta solumak ve yemek yemek gibi yaşamın bir dayatmasıdır.
insan süreklilik taşıyan, yerinden oynatılamaz bir yapı değildir; daha çok bir deneme, bir geçittir, doğayla us arasındaki dar ve tehlikeli bir köprüdür sadece.
burjuvazi "kişilik" diye nitelediği şeye göz yumar, hoş görüp katlanır buna; ama beri yandan kişiliği "devlet" denen semenderin eline teslim eder, her ikisini sürekli birbirine karşı koz olarak kullanır. burjuvazinin sonradan uğruna anıtlar dikeceği kimseleri kafir diye ateşte yakmasının, katil diye ipe çekmesinin nedeni de budur.
yıllardan, çetin ve amansız yıllardan sonra bir ara koyu bir yalnızlık ve zahmetli bir disiplin içinde kendime perhizkar -manevi, yeni bir yaşam ve ideal kurup çatmış, soyut düşünsel egzersizlere ve sıkı şekilde düzenlenmiş meditasyonlara başvurarak yaşamımı yeniden belli bir dinginlik ve yüceliğe kavuşturmuştum ki, bu varoluş biçimim de yine yıkılıp gitti, o soylu ve yüce anlamını yitirdi bir anda; çılgınca ve yorucu gezilere çıkarak bir kez daha dünyayı gezip dolaşmaya koyuldum, yeni çileler, yeni suçluluklar zamanla üst üste yığıldı. ve her defasında bir maskenin alaşağı edilmesinden, bir idealin yıkılmasından önce tüyler ürpertici bir sessizliği ve boşluğu yaşadım, şimdi bir kez daha yaşamak zorunda kaldığım ölümcül boğuşmayı, yalnızlığı ve çevreyle ilişkisizliği, sevgisizliğin ve umarsızlığın bu boş, ıssız cehennemini.
eskisi gibi burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde yaşasam bile tüm duygu ve düşüncelerimle bu dünyanın ortasında yine de bir yabancıya dönüştüm. din, vatan, aile, devlet gözümde değerini yitirdi, beni şuncacık ilgilendirmez oldu, bilimin, loncaların, sanatların büyüklük taslamasından tiksiniyordum; görüşlerim, beğenim, bir zaman yetenekli ve sevilen bir adam olarak parlayıp öne çıkmamı sağlayan düşüncelerim gereken ilgiden yoksun kalmış, kendi haline terk edilmiş, herkesi huylandırmaya başlamıştı. bütün o büyük acılara mal olan değişimlerin sonunda pek küçük bir şey ele geçirebilmişsem, bedelini ağır şekilde ödemek zorunda kalmıştım. bir değişimden ötekine yaşamım daha sert, daha çetin, daha yalnız ve tehlikelere açık bir durum almıştı. nietzsche'nin güz şarkısı'ndaki gibi beni giderek solunmaz nitelik kazanan bir hava içine sürükleyen yolda daha fazla yürümeyi arzulamam için hiçbir neden yok.
intihar aptalca, ödlekçe ve sefil bir eylemmiş, övülmeyecek, yüz kızartıcı bir çıkış yoluymuş, varsın olsun; bu acılar değirmeninde öğütülmekten insanı kurtaracak en aşağılık çare bile yürekten özlenmeye değerdi, büyüklük ve kahramanlık oyununa yer yoktu bu konuda; geçici küçük bir acıyla akıl almayacak kadar yakıp kavurucu sonsuz acı arasında kısaca bir seçme yapmam gerekiyordu. öylesine eziyetli, öylesine kaçık yaşamımda sık sık o soylu don kişot gibi davrandım, onuru rahatlığa, kahramanlığı mantığa üstün tuttum. yeter artık, bitsin bu!
yüzümü sabunlarken, bugünkü gömütlük ve yabancı ölünün tabutunu iplerle indirdikleri çukuru anımsadım. gözlerimin önünde can sıkıntısıyla bekleşen hıristiyan kardeşlerin asık suratları canlandı. ne var ki, bu bile beni güldürmeye yetmedi. bana öyle geldi ki, o pis balçık çukurun başında vaazda bulunan rahibin aptalca şaşkın sözleri, yaslılar topluluğunun aptalca şaşkın mimikleri, demirden ve mermerden haç ve levhaların kasvetli manzarası, tel ve camdan yapılmış yalancı çiçeklerin arasında yalnızca tanımadığım adam gömülmeyecek ve yarın ya da öbür gün yalnızca ben kaldırılıp çukura bırakılmayacak, törene katılanların şaşkın bakışları ve ikiyüzlülükleri arasında o pis çukurda son bulmayacak, tüm çabalarımız, tüm uygarlığımız, tüm inancımız, alabildiğine hasta düşmüş kıvancımız ve yaşam isteğimiz, her şey çukuru boylayacaktı. kültür dünyamız bir gömütlüktü. isa ve sokrates, mozart ve haydn, dante ve goethe gömütlüğün paslanmış tabelaları üzerindeki isimlerden başka şey değillerdi artık, çevrelerinde alık alık dikilmiş yas tutan ikiyüzlü insanlar, bir zaman kutsal bildikleri demir tabelalara hala inanabilseler neler vermeyecek, bu batıp gitmiş dünyada ağızlarından yas ve umarsızlık içeren dürüst ve ciddi bir sözcük çıkabilse neler vermeyecek olan, gelgelelim mezarın başında şaşkın şaşkın sırıtarak dikilmekten başka ellerinden bir şey gelmeyen insanlar!
fazla dindarlık zaman ister; hatta daha da fazla bir şeyi, zamandan bağımsızlığı gerektirir. ciddi olarak hem dindarlığı elden bırakmayıp hem gerçeğin içinde yaşayamazsın.
ne bileyim, bir hayvana bak şöyle, bir kediye, bir köpeğe, bir kurda; hatta hayvanat bahçesindeki o canım, büyük hayvanlardan birine, bir pumaya örneğin ya da bir zürafaya bir bak. göreceksin ki hepsi de kusursuz yaratıklardır. hiçbir hayvan yoktur ki, bir ara şaşırsın da ne yapıp edeceğini, nasıl davranacağını bilmesin. hiçbiri sana yaranmak, kendini sana beğendirmek gibi bir amaç peşinde koşmaz. tiyatro nedir bilmez hayvanlar. nasılsalar öyledirler. taşlar, çiçekler gibi tıpkı ya da gökteki yıldızlar gibi. çokluk üzgün bir görünümleri vardır hayvanların. bir insan çok üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir; işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür; ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü.
iyi bir şey, ideal bir şey uğruna savaşıp amacına ulaşacağını sanman hayatını daha çok sığlaştırır. idealler ulaşılmak için mi vardır? bizler, biz insanlar ölümü ortadan kaldırmak için mi yaşarız? hayır, yaşamamızın nedeni ölümden korkmamız, sonra da onu yine sevmemizdir; özellikle ölümün varlığından dolayı elimizdeki birazcık yaşam bazen kısa bir süre işte öylesine güzel ışıldayıp durur.
başlangıçta koyu bir günahkar yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da ermişliğe götüren bir yol işlevi görebilir; günah da, kötülük de. evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor. üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz içimizdeki özlemdir.
maria'yla hermine bana bu bahçeyi tüm masumiyetiyle göstermişti, bir şükran duygusuyla konuğu olmuştum bu bahçenin. ne var ki, çok geçmeden bahçeden çıkıp yeniden yola koyulmam gerekmişti, benim için fazlasıyla sevimli ve sıcaktı bu bahçe. yeniden yaşamın tacına talip olmak, yeniden yaşamanın sonsuz suçunun bedelini ödemek alnıma yazılmıştı benim. kolay bir yaşam, kolay bir sevgi, kolay bir ölüm, bunlar asla bana göre değildi.
yüksek düzeyde bir mizah yeteneğine kavuşmanın başlıca koşulu, kendi şahsını bundan böyle ciddiye almamaktır.
ileride kendiniz yaşamınızın oyununa dilediğiniz biçimi verebilir, dilediğiniz gibi onu canlandırır, karmaşık duruma sokar ve zenginleştirebilirsiniz, bu sizin elinizde. nasıl ki delilik yüksek bir anlamda tüm bilgeliğin başlangıcıysa, şizofreni de tüm sanatın, tüm düşlerin başlangıcıdır.