18.02.2010

batı cephesinde yeni bir şey yok

erich maria remarque

dünyadaki felaketlerin çoğuna ufak tefek insanların neden olması tuhaftır. böyle insanlar, iri yarılardan çok daha enerjik ve geçimsizdirler. bölük komutanı ufak tefek olan bir yere düşmemeye hep dikkat etmişimdir. çünkü bu gibiler lanetlinin ve eziyetçinin biri oluyorlar.

insan aslında ve her şeyden önce canavar yaratılışlıdır; ancak bundan sonra, ekmek dilimine yağ sürülmesi gibi, üzerine azıcık bir iyilik boyası çekilmiştir. üniforma demek de birisinin ötekine hükmetmesi demektir hep. kötülük, her birinde fazlasıyla hüküm ve kudret bulunmasında. onbaşı ere, teğmen onbaşıya, yüzbaşı da teğmene, çileden çıkarıncaya kadar eziyet eder. bunu bildikleri için de kendilerini hemen bir şeye alıştırırlar.

asker için midesi ve sindirim işi, öteki insanlar için olduğundan daha önemlidir. sözlüğündeki kelimelerin dörtte üçü elinden alınmıştır. gerek aşırı sevinç gerekse derin öfke anlatımı da onda en kuvvetli şeklini alır. bu derece az söz ile ve bu derece açık açık derdini başka bir tarzda anlatmak olanaksızdır.

benim için cephe, korkunç bir kargaşalık, merkezinden daha epeyce uzakta ve sessiz bir yerde bulunulduğu zaman bile insanı ağır ağır fakat fazla karşı koymaya ve kaçmaya olanak bırakmadan kendisine çeken kuvveti duyulan bir yerdir.

fakat topraktan ve havadan -özellikle topraktan- direnci kamçılayan kuvvetler fışkırır. toprak, herkesten daha çok asker için önemlidir. bir asker bedenini toprağa şöyle bastırdığı, ateş korkusu ile yüzü ve her yanı ile kendisini toprağa gömdüğü zaman toprağı tek dostu, kardeşi ve anası bilir; korkusunu ve çığlığını onun sükun ve güven dolu kucağına boşaltır. toprak da bütün bunları bağrına basar ve sonra bir on saniyelik ömrü, bir hayat için yine koyverip yeniden kavrar; hem de bir daha bırakmamak üzere kimi zaman.

bizler gençlik falan değiliz artık. dünyayı fethetmek istediğimiz de yok. kaçan kimseleriz. kendi kendimizden kaçıyoruz. kendi hayatımızdan kaçıyoruz. on sekiz yaşımızda dünyayı ve hayatı sevmeye başlamıştık. sonra da aynı şeylere ateş etmek zorunda kaldık. patlayan ilk öbüsler, kalbimize rastladı. eylemlerle, çabalarla ve ilerleyişlerle ilgimizi kestiler. böyle şeylere inanmıyoruz, savaştan başkasına inandığımız yok.

kafatasları olmadan da yaşayan insanlar ve her iki ayağı koptuğu halde koşan askerler görüyoruz. ayak kısmı kopmuş, bacakları üstünde sendeleye sendeleye ilk çukura kadar koşuyorlar. elleri üstünde iki kilometre yol alan bir onbaşı, parça parça olmuş dizini arkası sıra sürüklüyor. bir başkası bacaklarını elleriyle bastıra bastıra ilk sargı yerine kadar gidiyor. ağzı olmayan, çenesinin alt kısmı olmayan, suratı olmayan insanlar görüyoruz. kanı durdurmak için damarını dişleriyle tam iki saat sımsıkı ısıran birine rastlıyoruz. güneş doğuyor. gece oluyor. mermiler ıslık çalıyor. hayat sona eriyor.

askerin hayatta kalması bin bir rastlantıya bağlıdır; asker rastlantıya inanır ve ona güvenir.

sessizlik yayılıyor. konuşuyorum ve konuşmam gerekiyor. böylece konuşuyorum. hem de onunla: "arkadaş, seni öldürmek istememiştim. bu çukura bir daha atlarsan böyle bir şey yapmam; sen de doğru durursan elbette. ama sen bundan önce benim için bir fikir, bir bileşimdin sadece. beynimin içinde yaşayan ve beni bu karara yönelten bir fikirdin. ben bu fikri hançerledim. şimdi ise, senin de tıpkı benim gibi bir insan olduğunu görüyorum. el bombalarını, süngünü ve silahlarını düşünmüştüm. şimdi ise karını, yüzünü ve ortak yanımızı görüyorum; bağışla beni, arkadaş! bizler hep geç fark ederiz. sizlerin de tıpkı bizler gibi zavallı yaratıklar olduğunuzu, sizin analarınızın da tıpkı bizim analarımız gibi korku içinde titreştikleri, hepimizin ölüm karşısında aynı korkuyu duyduğumuz, aynı biçimde öldüğümüz ve aynı acıyı çektiğimiz, bizlere her zaman ve yine ve yine niçin söylenmez? bağışla beni arkadaş! sen benim düşmanım olabilir misin hiç? şu silahlarla üniformaları fırlatıp attık mı, sen benim için bir kardeşten farksız olabilirdin. arkadaşım, al benim yirmi yıllık ömrümü de kalk haydi! istersen daha fazlasını da al. bu ömrü bundan böyle ne yapacağım, ben de bilmiyorum."

geçmişin hiçbir şeyine değer verildiği yok. kültür ve yetişme düzeyini meydana getiren ayrımlar hemen hemen silindi ve sanki tanınmaz oldular. herhangi bir durumdan yararlanmak için bazı bazı işe yaramıyor değiller ama, tutukluklara neden olmak gibi sakıncalar da var. eskiden çeşitli memleketlerin madeni paralarıymış gibiyiz. sonra da bunlar eritilip hepsi aynı biçimde basılmışlar sanki. aralarındaki ayrımları seçmek için malzemeyi iyiden iyiye incelemek gerekiyor. çünkü bizler her şeyden önce askeriz ve ancak bundan sonradır ki, garip ve sıkılgan kişileriz. ortada büyük bir kardeşlik ve halk türkülerinin arkadaşlık havası esiyor. cezaya çarpılmışların karşılıklı bağlılık duygusu ile ölüme mahkumların umutsuzca dayanışması, garip bir surette, birleşik hayatın bir parçası oluyor.

geceleri bir rüyadan uyanıp da kabaran dalgalar halinde yaklaşan yüzlerin büyüsüne alet olarak kendimizi bırakınca bizleri karanlıktan ayıran sınırın ne kadar da ipince olduğunu dehşetle hissediyoruz. bizler küçük küçük alevleriz. titreye titreye yanan ve bazı bazı suya batıp hemen sönecekmiş gibi olan biz alevcikleri, içinde bulunduğumuz bu çözülüş ve anlamsızlık tufanına karşı şöylesine koruyan duvarlar ne de ince! sonra da, boğuşmanın boğuk uğultusu bizleri çembere alan bir halka oluyor ve içimize kapanıp gözlerimizi aça aça, durmadan geceye bakıyoruz.

1918 yılının ekim ayında vurulup öldü. o gün bütün cephe öylesine sakin ve sessizdi ki, ordu tebliği: "batı cephesinde kayda değer bir şey yok" demekle yetindi. yüzüstü kapaklanmıştı ve yerde uyuyor gibi uzanmıştı. çevirdikleri zaman, fazla acı çekmemiş olduğunu gördüler. yüzünün öyle sakin bir anlatımı vardı ki, bu sonuçtan neredeyse memnun kaldığı sanılırdı.