25.02.2010

zenginlik

alain de botton

adam smith "milletlerin zenginliği" adlı kitabında, modern toplumların büyüleyici üretkenliğiyle ilkel toplayıcı ve avlayıcı toplumların kısır kaynaklarını karşılaştırır. smith'e göre ilkel toplumlar fakirlik içinde yaşamaktaydı. hasattan yeterince ürün alınmıyor, temel besin maddelerinde hep bir kıtlık yaşanıyor, kriz zamanlarında çocuklar, yaşlılar ve fakir insanlar "vahşi canavarların" ellerine terk ediliyordu.

oysa modern toplumlarda yenilikçi üretim modelleri ve smith'in deyişiyle "işgücünün eşit pay edilmesi" sayesinde ürünler bütün toplum üyeleri tarafından paylaşılabiliyordu. öyleyse tutup da başka yaşamlar peşinde koşanlar yalnızca romantikler ve cahillerdi: "modern toplumlarda bir işçinin, en fakir kesimden bile olsa tutumlu olduğu ve verimli çalıştığı takdirde yaşamın olanaklarından ve gereklerinden aldığı pay, ilkel toplumlarda yaşayan yabanıl bir işçiye göre çok daha büyük olacaktır."

ancak smith'ten yirmi iki yıl önce, topluma karşı atılan çığlığa benzer bir ses tam tersi yönde üretmişti savını. bu ses, yabanıl işçiden yanaydı. j.j. rousseau, "insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı" adlı eserinde, acaba, diye soruyordu, herkesin düşünmeye alıştığının tam tersi olmasın? ilkel ve yabani işçiyle modern işçiyi karşılaştıracak olursak yabanıl işçi daha zengin olmasın sakın?

rousseau'nun savı zenginlikle ilgili bir teze dayanıyordu: zenginlik, illaki çok şeye sahip olmak anlamına gelmiyordu aslında. zenginlik, sahip olmak istediğimiz şeylere sahip olmak demekti. varlıklı olmak mutlak bir kavram değildi, arzuya bağlıydı ve göreceliydi. paramızın yetmediği bir şeyi arzuladığımızda fakirleşiyorduk, kaynaklarımız her ne olursa olsun. ve elimizdekilerle yetinebiliyorsak eğer zengindik aslında, sahip olduklarımız ne kadar az olursa olsun.

rousseau'ya göre insanları zengin etmenin iki yolu vardı: onlara daha çok para vermek ya da arzularını sınırlandırmak. modern toplumlar ilk bakışta ilk seçeneği gerçekleştirmiş gibi görünüyordu; ancak bireylerin iştahını sürekli tetikleyerek başarılarını yetersiz kılmışlardı. kendini zengin ve varlıklı hissetmenin en etkili yolu daha çok para kazanmaya çalışmak değildi belki. bizimle eşit şartlarda yaşıyormuş gibi görünen ama zaman içinde bize göre daha zengin olan insanlarla aramıza -pratik ve duygusal olarak- mesafe koyabilmekti. enerjimizi, daha büyük balıklar haline gelmeye çalışmak yerine, etrafımıza daha küçük yoldaşlar toplamaya yoğunlaştırabilirdik. yan yana geldiğimizde kendi boyumuzun bize iç sıkıntısı yaratmayacağı arkadaşlar edinmeliydik.

modern dünyada, geçmişe göre gelirimiz daha fazlaymış gibi görünebilir; ancak modernitenin getirdiği zenginlik yalnızca görünüştedir. aslında artık daha fakiriz; çünkü beklentilerimiz fena halde tetiklenmiş, paramızın yettiğiyle elde edebildiklerimiz arasında derin bir uçurum oluşmuştur. olduğumuzla "aslında olabileceğimiz" kişi arasında dağlar kadar fark vardır artık.

modern toplumlar, yabanıl bir insana göre çok daha güçlü bir mahrumiyet hissiyle baş başa bırakır bizi. rousseau'nun savı da şöyle devam eder: "ilkel ve yabanıl işçi en azından başını sokacak bir yuvası varsa, yiyecek birkaç elma ya da fındık bulabiliyorsa, akşamlarını ilkel bir enstrümanla müzik yaparak ya da keskin taşlarla bir balıkçı kanosu yontarak geçirebiliyorsa bu dünyada hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünebilirdi pekala."

beklentilerimiz azla yetinmek yönündeyse eğer, azla yetinebiliriz. ve eğer beklentilerimizin yüksek olması gerektiği öğretiliyorsa bize, çok kazandığımızda bile kendimizi fakir ve sefil hissederiz.

atalarımızın sahip olduğundan çok daha fazlasına sahip olabileceğimiz beklentisinin ağır bir bedeli olmuştur: olabileceğimizle o anda olduğumuz arasındaki aşılamaz mesafenin doğurduğu sonu gelmez bir endişe yakamızı bırakmaz olmuştur artık.