13.03.2010

tupi kabilesi

alain de botton

montaigne'in jean de lery'den öğrendiğine göre, tupi kabilesinde brezilyalı kadınlar anadan üryan dolaşır, bundan hiç utanmazlarmış. hatta avrupalılar tupi kadınlarına örtünmeleri için giysi verdikleri zaman kadınlar gülüp giysileri reddetmişler; insan böylesine rahatsız şeyleri üzerine giyip kendisine niye eziyet eder ki diye düşünüp şaşırmışlar.

"erkekler de kadınlar da ana karnından çıktıkları günkü kadar çıplaklar." (jean de lery)

de lery'nin bu kabilelerle 8 yılını geçiren gravürcüsü, avrupa'da yaygın bir inancı, tupilerin hayvanlar kadar kıllı olduklarına ilişkin yanlış inancı düzeltmek istemişti. "doğal olarak bizden daha kıllı değiller." (de lery) erkekler saçlarını kazıtıyor, kadınlarsa uzatıp kurdelelerle örüyorlardı. tupi yerlileri yıkanmayı çok seviyorlardı; ne zaman bir ırmak görseler ırmağa atlayıp birbirlerini yıkamaya başlıyorlardı. günde 12 kez yıkandıkları bile oluyordu.

200 kişinin birlikte yattığı ambara benzer yapılar içinde yaşıyorlardı. pamuk yataklarını hamak gibi, sütunlar arasına asıyorlardı. avlanmaya gittikleri zaman tupiler yataklarını da yanlarında götürüyor, öğle vakti ağaçların arasında şekerleme yapıyorlardı. her 6 ayda bir köy yeni bir yere taşınırdı; çünkü köy sakinleri manzara değişikliğinin onlara iyi geleceğini düşünürlerdi. "başka açıklamaları yoktu; yalnızca hava değişikliğinin onlara iyi geldiğini söylerlerdi." (de lery) bu insanlar öylesine düzenli bir yaşam sürüyorlardı ki çoğu 100 yaşına kadar yaşadığı halde kimsenin saçı ağarmıyordu. çok da konukseverdiler. köye yeni biri geldiğinde kadınlar elleriyle yüzlerini kapayıp ağlamaya başlar, "nasılsın? demek bizi görmeye gelmek için bunca sıkıntıyı göze aldın!" diye bağırırlardı. ziyaretçilere hemen en sevilen tupi içkisi ikram edilirdi. bir bitkinin köklerinden yapılan şarap rengi bu içki biraz sertti ama mideye çok iyi geliyordu.

tupi erkeklerinin birden çok kadınla evlenmelerine izin veriliyordu; erkekler eşlerinin hepsine de aynı oranda bağlıydılar. "bütün ahlak sistemleri iki temel üzerinde yükseliyor: savaşta sağlamlık ve eşlere karşı sevgi" diye anlatıyor montaigne. kadınlar da bu düzenlemeden memnunlardı; hiç kıskançlık duymuyorlardı. cinsel ilişkileri konusunda rahattılar; tek yasakları şuydu: kimse yakın akrabalarıyla sevişemezdi.

"bizim eşlerimiz başka kadınlara karşı aşk, sevgi duymamızı ne kadar engellemeye çalışıyorlarsa, onların eşleri de erkeklerinin başka kadınlara aşk duymasını sağlamak için o kadar çaba gösteriyorlar. kocalarının saygınlığına her şeyden çok önem veren bu kadınlar, üstlerine olabildiğince fazla kuma gelsin diye her türlü sıkıntıyı, üzüntüyü göze alıyorlar; çünkü erkeğin eşlerinin sayısı onun saygınlığının bir ölçüsü." (montaigne)

kolomb'un keşfinden sonra yeni topraklara ayak basmak üzere avrupa'dan gelen ispanyol ve portekizli koloniciler yerlilerin hayvanlardan yalnızca bir parça daha gelişmiş olduklarına kanaat getirmişlerdi. katolik şövalye villegagnon onları "insan yüzlü hayvanlar" diye niteliyordu: calvinci bakan richer'e göre bu insanların bir ahlak anlayışı yoktu: "bu sersemler iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktan acizler." 5 brezilyalı kadını inceleyen doktor laurent onların adet görmediklerini ve bu yüzden kategorik olarak insan ırkına dahil edilemeyeceklerini iddia etmişti.

ispanyollar onları hayvanlar gibi boğazlamaya başladılar; çünkü nasılsa onlar insan değildiler. kolomb'un keşfinden 42 yıl sonra, yani 1534'te aztek ve inka imparatorlukları yok edilmiş, yerli halkları köleleştirilmiş ya da katledilmişti. yerlileri yıkan kendi misafirperverlikleri ve silahlarının güçsüzlüğü olmuştu. kentlerinin, köylerinin kapılarını ispanyollara açmışlar, konuklarının kendilerine karşı kötü niyetli olduklarını en hazırlıksız anlarında anlamışlardı. ilkel silahları ispanyolların top ve kılıçları karşısında etkisizdi. işgalciler kurbanlarına hiç acımadılar. çocukları öldürdüler, hamile kadınların karınlarını yardılar, gözlerini oydular, bütün bir aileyi bir arada yaktılar, geceleri köyleri ateşe verdiler.

ispanyollar köpeklerini özel olarak eğitiyor, onları kaçan yerlilerin peşinden ormana salıyorlardı.

yerli erkekler birbirlerine demir zincirlerle bağlanarak gümüş ve altın madenlerinde çalışmaya gönderildiler. birisi öldüğü zaman bedeni kesilerek zincirden çıkartılıyor, zincire bağlı öteki yerliler hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam ediyorlardı. yerlilerin çoğu madenlerde 3 haftadan fazla dayanamadı. kadınlara kocalarının gözleri önünde tecavüz ediliyor, kadınların bedenleri parça parça kesiliyordu.

en sık rastlanan işkence yöntemi çene ve burnu kesmekti. bartolomeo las casas, köpekleriyle yaklaşan ispanyol askerlerini gören bir yerli kadının kendini çocuğuyla birlikte astığını anlatıyordu. bir asker gelip çocuğu kılıcıyla ikiye bölmüş, bir parçasını köpeğine verdikten sonra, çocuğun isa'nın cennetine gitmesi için papazdan son görevini yerine getirmesini istemişti.

kadınlarla erkekler birbirlerinden ayrılmıştı; çaresiz, korku içindeki yerliler arasında intihar edenlerin sayıları giderek artıyordu. 1533 yılından 1588 yılına kadar, yeni dünya'nın yerli nüfusu 80 milyondan 10 milyona düşmüştü.

yerlileri doğrarken ispanyolların vicdanları rahattı; çünkü normal bir insanın ne demek olduğundan emindiler. mantıkları onlara normal insanın pantolon giydiğini, tek bir eşi olduğunu, örümcek yemediğini ve yatakta yattığını söylüyordu:

"dillerini hiç anlayamıyorduk; davranışları, dış görünüşleri, hatta kılık kıyafetleri bile bizimkilerden çok farklıydı. hangimiz onların vahşi birer hayvan olduğunu düşünmedi ki? hangimiz sükunetlerini aptallıklarına, cehaletlerine yormadı? üstelik, bizim el öpme, eğilerek selam verme gibi alışkanlıklarımızdan bile habersizdiler."

görüntüleri insana benzeyebilirdi ama pantolon giymemeleri olacak iş değildi.