23.01.2015

kuyucaklı yusuf

sabahattin ali

bir felakete sükun ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı, yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür.

evde kapalı kalan ve ehli bir hayvan halinde; fakat çok daha maksatsız büyüyen kızların hepsinde olduğu gibi, onda da, vücudunu ve kafasını hiçbir şeyle meşgul etmeden, günlerce, belki aylarca, senelerce beklemek kabiliyeti vardı ve içini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince, bu mutlak hiçliğin kucağına atılıyordu.

mahkeme uzun sürmedi. zaten şakir, tevkifinin haftasında müstantik tarafından serbest bırakılmıştı. bu bir haftasını da ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında oturup cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki küçük bahçede aşağı yukarı dolaşmak suretiyle, hapishanede geçirdi. geceleri evine bırakılıyordu. güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddeiumumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. çünkü başka türlü olmasına imkan yoktu. bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, hilmi bey'in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. hapishane, ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir hilmi bey'in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı. değil böyle mahkum olacağı şüpheli kimseler, on beş seneye mahkum edilmiş eşrafzedeler bile, cürümlerinin cezasını çok kere yarı yarıya evlerinde çekiyorlardı. hapishanede kaldıkları zamanlar, valinin veya bir adliye müfettişinin nadir ziyaretine münhasırdı. bazen aksi bir karakol kumandanı veya hapishane müdürü geliyor, birkaç gün, o da kendini göstermek ve göz yıldırmak için, sertlik yapıyor; fakat bazı mahpusların dışarıdaki akrabaları gelip kendisiyle konuştuktan sonra, her şey eski şekline avdet ediyordu. zaten ilk yapılan sertlik de, bir "pahalıya satılmak" manevrasından başka bir şey değildi.

bu alevi köylerinin daha geniş mezhepli, daha samimi ve daha temiz olduğunu uzun memuriyet seneleri ona öğretmişti. nahiye ve köyleri dolaşmaya çıktığı zamanlar buralarda kalmayı tercih ederdi.

bu iş sana göre değil; ama ne yapalım? biliyorum, canın sıkılacak; fakat insan yavaş yavaş alışır. gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. mesele o odanın içinde beş on saat oturuvermekte.. lüzumsuz gibi görünür ama, bunsuz da dünya dönmüyor. öyle ya, herhalde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. bir bakarsın, hükümetteki işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. lakin o kalabalık olmasa alem birbirine girer. mesele memurların yaptığı işte değil, onların mevcut olmasında. şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine: "benim burada ne lüzumum var?" diyeceksin! yanlış! mademki sen bir kere hükümet kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. sen olmasan muhakkak bir yerde bir aksaklık çıkar. sana söylediğim şeyleri otuz seneye yaklaşan bir hayat bana öğretti. sen de yavaş yavaş yola gelirsin. hayattan fazla şeyler bekleme. dünyada her felaketin içinden en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak, hiç sivrilmemektir.

amak-ı hayal: bir gün allah peygamberleri çağırıp sormuş, "saadet nedir?" demiş. her biri kendilerine göre cevap vermişler. musa: "arzı mev'uda gitmektir. isa: "bir yanağına vurana ötekini uzatmaktır." buda: "hayatta hiçbir arzusu olmamaktır." yollu şeyler söylemiş. sıra bizim muhammed'e gelince: "saadet hayatı olduğu gibi kabul etmektir." demiş.

akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. insana dünyayı unutturur. eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten.