1.04.2010

sonsuz haziran

john fowles

pencere, üzerinde kuş gibi uçtuğumuz büyük bir kente açılıyordu.

son derece güzel bir şehirdi, daha önce hiç görmediğim ve adını da işitmediğim bir şehir. her şey beyaz ve altın renginde inşa edilmişti ve her yerde parklar, sokaklar ve gezinti yerleri, bahçeler ve yeşil meyve bahçeleri, ırmak ve içi balık dolu havuzlar vardı. şehirden çok nüfusu kalabalık bir taşra kentine benziyordu. ve her yanda huzur vardı.

meyve bahçelerinde olduğu gibi, yan yana dizilmiş küçük ağaçlar seçiyorduk. ve onların arasında, altınla kaplanmış gibi gözüken, büyük büyük yollar vardı ve bu yolların üzerinde insanlar ve pırıl pırıl parlayan arabalar gidip geliyordu. arabaları atlar çekmiyordu ama yine de hareket ediyordu arabalar.

altın renkli caddelerde de hiç kimse yürümüyordu, ayakları ve bacakları da kımıldamıyordu; ama kaldırımın kendisi kayıyor ve insanları da götürüyordu. ancak bizim gibi hareket edebilecek güce sahiptiler; çünkü üzerinden uçtuğumuz bir tarlada, dans eden kızlardan oluşan iki halka vardı ve bir başkasında da erkekler dans ediyordu; ama onlar çizgi halindeydiler; ötekiler ise bizim gibi yürüyorlardı.

dans ederken şarkı söyler gözüküyorlardı, genç kızların hareketleri son derece zarifti, sanki yeri süpürüyormuş gibi yapıyorlar ve sonra da yüzlerini neşe içinde gökyüzüne doğru çeviriyorlardı; erkekler ise önce tohum eker ve sonra da hasat biçer gibi jestlerle dans ediyorlardı, ancak ritimleri çok daha canlıydı. bu ülkede belli ki ruh temizliğine tapılıyordu; çünkü gördüğüm çoğu kişi ellerinde süpürgelerle altın döşeli bütün bu yolları süpürüyorlar ve bu hareketleriyle adeta pisliğe tahammül edemediklerini söylemek istiyorlardı. bu arada başkaları da dere kenarlarında çamaşır yıkıyordu. her yerde tatlı bir düzen hüküm sürüyordu; bahçelerde ve meyve bahçelerinde ve hiç kuşku yok ki aynı zamanda evlerde.

birçok milletten insan vardı. bazıları beyaz, bazıları sarı ya da zeytuni renkte, bazıları kahverengi, bazıları ise gece gibi kapkaraydı. hepsini göremedim, çok aşağıdaydılar. sanki büyük bir kulenin üstünde duruyormuşuz gibiydi; ancak hareket eden bir kuleydi bu, adeta bacakları vardı.

ne kilise, ne papaz, ne de böyle şeyler vardı. saray, büyük binalar, hastaneler, adalet sarayları.. insanların aralarında hiçbir ayrım, hiçbir sınıf farkı gözetilmeksizin ortaklaşa yaşar göründükleri büyük ve güzel binalar dışında bunların hiçbirisi yoktu. bu binaların çoğu çitler ve duvarlarla çevrilmemişti, insanlar birbirlerine yakın, kalabalık ve pis dumanlar içinde değil, yeşillikler arasına dağılmış olarak yaşıyorlardı. hepsi de güzeldi bu binaların, her biri kendi tarlası içindeki bir çiftlik evi gibiydi. her şey, yazın en güzel günlerindeki gibi yemyeşildi. ve güneş, sonsuza dek sürecek gibi gözüken bir haziran ayında hep, hep parlıyordu. bize gösterilen bu ışıltılı toprağa ben, sonsuz haziran diyorum.

bu evler bizim dünyamızın evlerine benzemiyorlardı. bir deniz kabuğunun içi kadar düz, beyaz duvarları ve altından çatıları ve kapıları vardı. sonra bu evler çeşit çeşitti; bazıları büyük çadırları andırıyordu, bazılarının düz olan çatılarında garip şekilli bahçeler vardı, bazıları büyük peynir somunları gibi yusyuvarlaktı ve çeşitli biçimler taşıyan başka evler de göze çarpıyordu.

bu dünyanın sakinleri bazı özellikleriyle bize benziyorlar, bazı özellikleriyle ise bizden farklılık gösteriyorlardı, özellikle barış ve refah içinde gözükmeleri bakımından bizden ayrılıyorlardı. çünkü aynı zamanda orada ne yoksul, ne dilenci, ne sakat, ne hasta ve ne de tek bir açlık çeken kişi gördüm. bizim dünyamızda olduğu gibi zenginlik ve debdebe içinde gösterişli bir yaşam süren kişiler de görmedim; herkesin eşit yaşam koşulları içinde bulunmakla ve hiç kimsenin yoksunluk içinde olmadığını bilmekle yetindiği apaçık ortadaydı. bizde olduğu gibi, erkek ve kadınların kalpleri kalın bir açgözlülük ve kendini beğenmişlik kabuğu içinde gizlenmiş de değildi; bu yüzden onlar yalnızca kendileri için hareket etmek ve yaşamak zorunda değillerdi.

ben bu dünyanın yalnızca gelip geçen dış yüzünü gördüm. ancak bu dünyada, bazılarının orada sürülen yaşamla uyum içinde olmadığını, bazılarının kötülük yaptığını ve bu yüzden onları bunu yapmaktan engellemek ya da cezalandırmak gerektiğini gösteren ne asker, ne muhafız, ne de zindan ve zincire vurulmuş insanlar gibi başka herhangi bir işaret gördüm.

o zamanlar dünyamızın gerçeklerine öylesine kapılıp gitmiştim ki, farklı milletlerden insanların barış ve uyum içinde yaşamaları şöyle dursun, tek bir milletin insanlarının bile bunu yapabileceklerine kuşkuyla bakıyor ve kendi kendime "acaba bu mümkün mü?" diye sorup duruyordum. ama orada ne savaş, ne yıkım, ne acımasızlık, ne kıskançlık vardı; var olan, yalnızca sonsuz yaşamdı. gerçi ilkin fark edemedim ama, bu cennetin ta kendisiydi.