31.05.2010
uzun lafın kısası
ken kesey: yönetimdeki piçler seni alt eder. karşı koyamazsın. tek yapılacak şey, her şeyi boktan dünyanın suratına kusmaktır, hepsini.
atatürk: ölülerden yardım istemek medeni bir sosyal topluluk için lekedir.
edwin fuller torrey: insanın ruhu ve amaçları ne kadar yükseklerde uçarsa uçsun, yine de vücudun tuzağına düşecektir ve statüsü her ne olursa olsun, duygusal hastalığı olacaktır.
g.b. shaw: insanlar birbirlerini gittikçe daha büyük sayılarda öldürmenin yollarından başka bir şey öğrenmiyorlar.
ihsan oktay anar: dünya, binde bir de olsa yanılma payı bırakanlara aittir.
nicholas mann: zaferlerin en soylusu kendi kendini yenmektir; kendi üzerinde hüküm sürmek kraliyetlerin en zenginidir.
nazım hikmet: kendini dünyanın mihveri sanan bir deli her şeyi yapabilir.
neval el-saadavi: eğer bütün insanları içine almaya yetecek kadar büyük bir kalbin varsa o zaman içinde kimseyi taşımazsın.
publius syrus: suçluyu affeden hakim, kendini mahkum etmiş olur.
jean-jacques rousseau: bir alçak, kötü biri ya da bir deli de kral olabilir; ama çok az insan gerçek anlamda insan olabilir.
soti triantafyllou: en tehlikelileri bunlar: oturup izleyenler. dehşet verici şeyler olduğu zaman da oturup izleyecekler.
29.05.2010
garez
doğa bizi yasalarındaki oranlara öyle bir bir alıştırmıştır ki, onun tecrübe edilmiş uyumundaki en küçük bir kayma bizi tiksindirir ve korkutur; dolayısıyla -değişmez bir haksızlık olarak- onu yaratanın her hatası, başarısız olmuş yaratıya karşı içimizde bir garez uyandırır. çünkü vahim bir biçimde bu nefreti ihmalkar ressamın yerine masum resme yöneltiriz. her sakat ve biçimsiz varlık kendi çilesinin üstüne bir de, acımasız bir şekilde eli yüzü düzgünlerin saklamayı beceremedikleri rahatsızlığına katlanmak zorundadır. böylece şaşı bir göz, tavşan dudak, yarık bir ağız, doğanın bir kerelik hatasından bir insanın gittikçe büyüyen acısına, bir ruhun kökü kazınamayacak felaketine dönüşür; daireler çizerek dönen yeryüzü adlı gezegenimizde anlam ve adalete inanmayı zorlaştıran iblisçe bir felakete.
toplu şiirler
artık uyuma vaktidir sevdiceğim, oyun bitti
birbirimize sarılmış, yatmaktayız
ve sessiz tekne üzerimizde
uyuyoruz ve farkında değiliz artık
sen değilsin yitirdiğim,
şiirler
edgar allan poe
yukarda, göklerin derinliğinde
söyleşen melekler arasa ne kadar
en ateşli aşk sözleri içinde
"anne"den kutsal bir söz bulamazlar
budalaca şeyler söylenmesin
odan karanlık, yatağın dar denmesin
senin ve benim dışımda
durdum baktım, birden her şey kayboldu
bu bahçe büyülüydü anılarımda
donuklaştı sedef parıltısı ay'ın
dolambaçlı yollar, yosunlu sıralar
çiçeklerin kıvancı, gözü yaşlı ağaçlar
artık görülmüyorlar
kutlu havanın kollarında
öldü kokusu güllerin
her şey -her şey soluk verdi, senin dışında
en az soluk yok senden
gözlerinin ilahi parıltısı dışında
kalkmış gözlerinin parıltısı dışında
gözlerini görüyordum yalnızca
her şeydiler benim için
gözlerini görüyordum yalnızca
yalnızca gözlerini saatler boyunca
gözlerini görüyordum ay batınca
nice vahşi sevda öykülerini kazıyormuş gibiler
kutsal uyduların kristaline
bırak son bir kez öpeyim alnından
seni terk etmek üzere olduğum şu an
bir gerçeği söyleyeyim giderken
haklıydın "günlerin bir rüya" derken
ama kanatlanıp çekip gittiyse
umut bir gecede ya da bir günde
bir hayal uğruna, bir hiç uğruna
büsbütün kayboldu denir mi buna
gördüğümüz, göründüğümüz veya
her şey rüya içindeki bir rüya
yürek küle döndü ve ağırlaştı
yapraklar üzgündü ve de donuktu
haykırdım: "kuşkusuz aylardan da ekimdi
geçen yılın bu aynı gecesinde
yolcuydum, gelmiştim buralara dek
uğursuz bir yük taşıdım buralara dek
yılın bütün gecelerinden bu gece
hangi iblis tuzak kurdu bana sinsice
acılı bir dünyadaydım
tek başımaydım
bir suydu ruhum durgun ve ürkek
bazı nitelikler var, bazı cisimsiz şeyler
özellikleri iki, yaşamları ikidir
kimi maddeden türer, kimi ışıktan türer
kimi somut, katıdır, kimi soyut, gölgedir
çift yüzlüdür sessizlik; deniz, kıyı; gövde, ruh
bir yüzü hafif yeşil tenhalarda oturur
saltanatlı insanlar, silik anımsamalar
gözyaşının bilimi onu dehşetten korur
en güçlü yüreklere buyuranlar bizleriz
tüm devce zihinlerde taht kuranlar bizleriz
solgun taşlarız ama asla güçsüz değiliz
27.05.2010
islam toplumu
spiro'ya göre beğensek de beğenmesek de, toplumumuzun değerlerini yerleştiren mekanizma şudur: çocuk, ana ve babası tarafından, en küçük yaşından itibaren "iyi" hareketleri için mükafatlandırılır, "kötü" hareketleri için cezalandırılır. çocuk ancak "iyi" hareketler yaparak dikkat çekebileceğini, sevgi ve şefkat göreceğini öğrenir. büyüdükçe, "iyi" hareketlerinin aynı zamanda ahlaka uygun, doğru, yapılması gereken hareketler olduğu kanısına varır. kısaca çocuk, ana ve babasıyla özdeşleştirme kanalıyla bir süperego kurmaya başlar, ailesinin "doğru" bulduğu değerleri yapar. toplumun "norm"u kişinin "değer"i haline gelir. o da çocuklarına aynı bilgileri aktaracaktır.
belirli bir kimsenin kültür veraseti, elde edebileceği kültürü sınırlandırmaz. bir kimse, karşılıklı etkileşimde yalnız kendi ailesiyle değil, başka ailelerle ve başka öğrenme kaynaklarıyla karşılaşır. kişi bunları kullanarak kendine genel kültürü bazen aşan bir kültür de yaratabilir.
islami toplumlarda, batı toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyonu olan "değer"lerin yerine normlar geçmektedir. kişisel planda tercihler daha azdır. insanlar, "dışa doğru" dönüktür. ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok, toplum normlarında ararlar.
kimlik sorunlarının çözülmesi zor olduğu için, gençler genellikle kendilerine bir kimlik sağlayan kolektif toplum hareketlerinde erimeyi denerler. başka bir çözümde, fazla düşünmeyi icap ettirmeyen doktrin ve ideolojilere sarılırlar.
islam toplumunda yaratıcı olmanın bir diğer yolu da gazadır. işte bu sahada genişliğine yaratıcı olmak mümkündür. islam aleminin sınırlarını genişletmek, talanla zenginliklerini artırmak: bu tip faaliyet, insana, hem allah'ın yolunda yürümenin vicdani ferahlığını bağışlayacak ve hem de yeryüzünde kendisine maddi bir karşılık sağlayacaktır. böylece, gazi olmak islam toplumlarında baştan itibaren heves edilen bir aşamadır. gerek kişiyi toplumun dar iktisadi çerçevelerinden çıkarması, gerek üstün bir islami başarı temsil etmesi bakımından islami toplumda yaratıcı olmanın en başarılı şekli gazi olmaktır. osmanlı imparatorluğu, bilhassa bu gibi, harpten başka bir geçiş vasıtası olmayan asker kümelerinin akıllıca kullanılmasından doğan bir yapıdır.
islam toplumundan sıyrılabilmenin bir tek yolu vardır: o da alternatif bir islami toplum kurmaktır. sufilik, bunun yollarından biri olmuştur.
halkın islami, ideolojik gözlükleri, kendilerinin gerilememizi çok özel bir şekilde yorumlamalarına yol açmıştır. yukarıdaki görüş açısı bugün bile halk arasında ve özellikle 6-7 eylül olaylarında rastlanan "gerici" tutum ve buna benzer olayları anlamamız bakımından bir ipucu temin etmektedir. çok muhtemeldir ki, halk inançlarının sufiliğe ve tarikatlara en yakın olan bölümlerinde en çok bu tip olaylara rastlanacaktır. bu itibarla kubilay olayının nakşibendiler tarafından yapılmış olması bir rastlantı değildir.
islamın en önemli şartının birlikte namaz kılmak olduğuna inananlar aynı zamanda şunlara inanmaktadırlar:
- mahalle kişinin ahlakını kontrol etmelidir.
- çocuklara din öğretilmelidir.
- insanın arkadaşlarının dindar olması önemlidir.
- şehirlerdeki devlet memurları çoğunlukla dinsizdir.
halk tabakalarındaki kişi yöntem yolu olarak halk kültürünün ve dininin verdiği imkanları kullanıyorsa bunun pratik bir nedeni vardır. halk kültürü, bütün "hurafe"leri bir yana, çıkarlarına daha kısa yoldan yanıt vermektedir. okula gitmenin sağlayacağı imkanların kapalı olduğu yerde kişi kuran kursu yolunu seçecektir. seçkinlerinin çok uzak oldukları bir kültürde kişi "halk seçkini" -mesela nurcu- olmayı deneyecektir. doktorun halka yaklaşamadığı hastanenin etrafında üfürükçüler zengin olacaktır.
aşk
hayatta ve hayatın çelişen durumlarındaki bütün aşka ilişkin olaylarda, en iyisi anlamaya çalışmamaktır; çünkü nasılsa acımasız ve beklenmedik olduklarından, mantık kurallarından çok sihirli kurallara göre belirlenir gibidirler.
multimilyoner, buna rağmen çok da çekici olan bir erkek, birlikte yaşadığı yoksul ve sevimsiz kadın tarafından kapıya konulduğunda, o umutsuz acıyla, paranın bütün gücünü imdada çağırıp dünyanın nüfuzunu harekete geçirir; yine de kabul edilmezse, metresinin yenilmez inadı karşısında mantıklı bir açıklama arayacağına, kaderin kendisini gönlünden vurup öldürmek istediğine inansa daha iyi eder.
aşıkların mücadele etmek zorunda oldukları, ıstırabın kışkırttığı muhayyileleriyle boş yere tahmin etmeye çalıştıkları engellerin kaynağı, bazen kendilerini kabul etmeyen kadının kişiliğindeki bir tuhaflık olabilir; kadının budalalığı olabilir; aşığın tanımadığı kimselerin kadını etkilemesi, ona bazı korkular aşılaması olabilir; kadının o sırada hayattan, ne aşığının ne de servetinin kendisine verebileceği türden bazı zevkler beklemesi de olabilir.
sebep ne olursa olsun, aşık, kadının kurnazlığıyla gizlediği, aşkın çarpıttığı kendi sağduyusunun ise doğru olarak tahmin etmesine imkan vermediği engellerin niteliğini anlayabilecek konumda değildir. bu engeller, doktorun sonuçta etkisiz hale getirdiği; ama kaynağını bulamadığı tümörler gibidir, tümörler gibi sırları çözülmez ama geçicidirler. yalnız genellikle aşktan daha uzun sürerler. aşk çıkar gütmeyen bir tutku olmadığı için de, artık sevmeyen aşık, eskiden sevdiği yoksul ve hafifmeşrep kadının metresi olmayı sürdürmeye niçin yıllar boyunca, inatla karşı koyduğunu öğrenmeye çalışmaz.
cengiz han'a küsen bulut
cengiz aytmatov
gecenin sırlarına ve derin uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara.
benim için "tanrı" kelimesi boş bir sözcüktür, anlamsızdır yani. herkes biliyor, sovyet okullarındaki bütün öğrenciler biliyor ki allah yoktur. bizim tanrımız iktidarı elinde tutandır.
devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. yakılacak insan olmazsa soba söner. sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. ama öte yandan bu insanlar da devlet olmadan yaşayamazlar. sobayı tutuşturan, yakan onlardır. sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmelidirler. her şey buna bağlı.
bükebildiğin, ezip yok edebildiğin şeyin hiçbir önemi yoktur. baş eğip diz çökenler, galibin insafına kalmışlardır. ancak budur hak ettikleri.
dünyanın temel düzeni, asıl kuralı buna dayanır: mutluluğun da, mutsuzluğun da kökü birdir. birine sahip olduk, şimdi ötekini göğüslemeye hazır olalım.
yeryüzündeki bütün yaratıklar arasında şeytanla hemen uyuşan, anlaşan tek yaratık insan idi. bu uyuşma sonunda, yüzyıllar, bin yıllar boyunca kötülük ekti, kötülük biçti ve kötüye zafer kazandırdı. evet, kötülük yapma ve yayma konusunda insanla yarışabilecek yaratık yoktur.
25.05.2010
yerçekimli karanfil
getto
az sonra, gecenin erken saatlerindeki mor ışığın altında avare avare dolaşmaya başladığımızda, gettoyu bir başka görmeye başladım. bazı yaz geceleri new york'ta gök masmavidir; binalar gerek özü, gerekse görünüşleri itibariyle hemen önünüzdedir, dokunacakmış gibi olursunuz. güneş battığında, fabrikaların çirkinliğinden ve binaların iğrençliğinden başka bir şeyin ürünü olmayan o çizgi çizgi ışık yok olur gider, toz çöker, binaların dış çizgileri, bir kalsiyum spotundaki ucubenin çizgileri gibi yavaş yavaş belirmeye başlar. gökte güvercinler belirir; damların üstünde takla atar dururlar. bir baca tüter, bazen bir türk hamamının bacasıdır bu. st. mark's bouwerie, cazibeli bir basitliğe sahiptir; a caddesi'ne bitişik kocaman yabancı meydan; üzerlerinde al al petrol tanklarının hayalet gibi yükseldiği yan sokaklar, eski sınırtaşı damgasını taşıyan üçgenler, kentin brooklyn kıyısının bulunduğu kısmı, öyle yakındır ki, öte kıyıda yürüyen insanları fark edebilirsiniz.
new york'un bütün görkemi, formaldehit, ter ve gözyaşından oluşan bu üretken meydanda toplanmıştır. new yorklu için hiçbir yer, tekmeleyip reddettiği bu yer kadar aşina, canayakın ve sıla özlemiyle dolu değildir. new york'un tamamı kocaman bir getto olmalıymış; zehir kurutulmalı, yoksulluk taksim edilmeliymiş; her atardamar, her toplardamar neşe saçmalıymış. new york'un gerisi bir soyutlamadır; soğuktur, geometrik, ölü beden gibi kaskatı ve eklemek mümkün: kaçıktır -eğer insan ayrı durup cesurca bakabilirse. sadece arı kovanında o insancıl temas vardır; gettonun dışında umutsuzca aranan o görüntü, duyu, korku kenti sadece buradadır. parmaklığın dışında bırakılmak, solup gitmek demektir. parmaklığın dışında, giydirilmiş kadavradan başka bir şey bulunmaz. çalar saatler gibi her gün kurarlar onları. damga gibi çalışırlar; posta kutusu alındıkları gibi ölürler. ama kaynayan petekte bitkiler büyür: bu petekte boğucu bir hayvani sıcaklık, birbirine sürtüşmeden ve yapışmadan doğan bir canlılık, maddi ve manevi bir umut, tehlikeli ama sıhhatli bir pislik vardır. belki de, mum gibi ama düzenli bir şekilde yanan küçük ruhlar; kendilerini çepeçevre kuşatan duvarlara hayret verici gölgeler düşürebilecek yetenekte..
bu tatlı mor ışık altında, herhangi bir sokakta ilerleyin. kafanızdakileri boşaltın. binlerce duyu dört bir yandan üzerinize saldırır. burada insanoğlu hala kürklü ve tüylüdür; burada kist ve kuvartz hala konuşur. madeni levhalardan siperlikleri ve pencereleri terleyen, işitilen ve yuvarlanan binalar vardır; saçaklarında çocukların akrobatlar gibi cambazlık yaptıkları tapınaklar da vardır; kıvrıla kıvrıla uzayan, seyyar sokaklar: buralarda hiçbir şey sessiz durmaz, hiçbir şey sabit değildir, hayalperestin gözleri ve aklı olmaksızın hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. insanı hayallere daldıran sokaklar da vardır: buralarda aniden ses seda kesilir, her yer bomboştur, sanki veba gelip geçmiş gibi. öksüren sokaklar, ateşi yükselmiş insanın şakakları gibi zonklayan sokaklar, ölen ve hiç kimsenin dikkatini çekmeyen sokaklar. gülyağının, pırasa ve arpacık soğanının keskin tadıyla kaynaştığı, garip, yaseminvari sokaklar. tembel ayakların sadme ve vuruşlarını yansıtan terlikli sokaklar. sadece mantık ve teoremle açıklanabilen öklid'den kaynaklanan sokaklar.
her yandan fışkıran, derinin tabakaları arasında damıtılmış, al al duman gibi sarkan, ikincil cinsel ter vardır, kasık kemiği gibi, orpheusvari, memelilere ait, kadife amber çiçeği üzerine gecenin serpiştirdiği ağır bir tütsü. hiç kimse, moğol ahmağı bile bağışık değildir. deli gömleği giydirilmiş göğüslerinin sürtünmesi ve geçişi gibi, seni yıkar. hafif yağmur altında, görünmeyen, eterimsi bir çamur bırakır. her saate aittir; hatta tavşanların pişirildiği zamana bile. tüplerde, foliküllerde, kabarcıklarda parıldar. dünya yavaş yavaş dönerken, tırabzanlar ve kapı taraçaları da döner, çocuklar da onlarla beraber. sıcak gecelerin bulutlu sisinde, dünyevi, şehevi ve kehanetvari ne varsa sitar gibi mırıldanır durur. saman ve tüy yataklarla kaplı ağır bir tekerlek, küçük gaz lambaları ve saf hayvani ter. her şey dönüyor da dönüyor, gıcırdayarak, iki yana sallanarak, hantal hantal ilerleyerek, arada sırada da hıçkırarak; ama dönüyor, dönüyor, dönüyor. sonra, sözgelimi kapının önündeki taraçada sessizce dursanız ve hiçbir şey düşünmeseniz, miyop, hayvani bir berraklık görüşünüzü engeller. tekerlek oradadır, tekerlek parmakları oradadır; tekerlek göbeği de vardır. ve bu tekerlek göbeğinin ortasında -hiçbir şey yoktur. aks ve yağ buraya girer. ve siz aradasınız, bu hiçin ortasında, duygulu, tamamen genişlemiş, gezegensel tekerleklerin vız vız vızıldaması gibi vızıldar durursunuz. her şey canlanır ve bir anlam kazanır. her şey bel verir, sarkar, yoğunluk ve itina ile yosunlaşmıştır; kafanın arkasındaki gözle her şeye bin defa bakılmıştır, ovulmuş, sevilmiştir.
taş gibi kaskatı, eski bir ırkın insanı. binlerce yıllık geçmişte atalarının pişirdikleri yemeği kokluyor: tavuk, ciğer yahnisi, doldurulmuş balık, ringa balığı, iri deniz ördeği. o onlarla beraber yaşamıştır; onlar da onun içinde. ur'da, babil'de, mısır ve filistin'de olduğu gibi, havada tüyler uçuşuyor, kocaman kafeslere hapsedilmiş kanatlı yaratıkların tüyleri. zamanla solan aynı parlak ipekler, siyahlar; başka yahudi katliamlarının ipekleri. arada sırada bir kahve öğütücüsü ya da bir semaver, baharat ve doğu'nun sarı sakızını, sarı sabrını koymaya yarar küçük bir tahta kutu. ufak tefek halılar; akdeniz'in doğusundaki çarşı ve pazarlardan, mağazalardan, astraganlar, kolyeler, şallar, atkılar ve parlak, farbaladan flaman eteklikler. bazıları kuşlarını, ev hayvanlarını da getirirler; titrek kalp atışları bulunan, sıcak, canayakın yaratıklar; ne yeni bir dil, ne de yeni bir şarkı öğrenirler; yangın merdivenlerine asılı kızgın kafeslerinde bitkin, baygın, yorgun, solup giderler. demirden balkonlar et, yatak eşyası, bitki ve ev hayvanlarıyla fisto gibi süslenmiştir; pasın bile kendini kaybetmiş bir halde didiklendiği, sessiz sürünerek geçen bir yaşantıdır bu. gecenin serinliğinde gençler patlıcana benzerler; amerikan sokağının iğrenç gürültüsünden hayale kapılırlar. aşağıda, turşular tahta kovalarda salamurada yüzer. turşu, simit, lokum olmadan gettonun tadı çıkmaz. her çeşit ekmek susamlı, susamsız. beyaz, siyah, kahverengi; hatta kurşuni ekmek; her ağırlıkta, her kıvamda..
getto! üstünde ekmek kabı, mermerden bir masa üstü. tercihen mavi, bir şişe maden suyu. terbiyeli çorba. ve iki erkek konuşuyor. ürkek dudaklarından yanık sigaralar sarkık, konuşuyor da konuşuyorlar. yakında içinden müzik sesleri gelen bir mahzen; acayip sazlar, acayip giysiler, acayip melodiler. kuşlar cıvıldamaya başlıyor, hava boğucu bir hal alıyor, ekmek yığın yığın, maden suyu şişeleri tütüyor ve terliyor. kelimeler, as gibi, tükürüklü talaşın arasından ağır ağır ilerliyor; havlayan, hırıldayan itler havayı eşleyip duruyor. kafalarındaki sarıklardan bunalan allı pullu kadınlar o güzel giysilerle kuşanmış etten tabutları içinde uyukluyorlar. kara, kahverengi gözlerde çekici şehvet perisi odaklaşıyor.
başka bir mahzende ihtiyarın teki, paltosu sırtında bir odun yığını üstünde oturmuş, kömürünü sayıyor. cracow'da yaptığı gibi, karanlıkta oturmuş sakalını sıvazlıyor. bütün yaşantısı kömür ve odundan, karanlıktan gün ışığına doğru geçen kısa seyahatlerden ibaret. kulaklarında hala, parke yollar üzerinde nalların çıkardığı sesler; haykırışlar, çığlıklar; kılıç şakırtıları, mermilerin boş duvara saplanması. sinemada, sinagogda, kahvede, nerede oturursan otur, iki tür müzik çalıyor: biri acı, biri tatlı. sıla özlemi adlı nehrin ortasında oturuyorsun. dünyanın viranelerinden elde edilmiş küçük hatıralarla dolu bir nehir. vatansızların hatıraları, tekrar tekrar dallarla, odun parçalarıyla yuva inşa eden kazazede kuşların hatıraları. her yerde darmadağın olmuş yuvalar, yumurta kabukları, boyunları koparılmış, ölü gözlerle evreni süzen yavru kuşlar. tenekeden duvarlar, paslı sundurmalar, alabora edilmiş kayıklar altında sıla özlemi ırmağının hayalleri. yok olup gitmiş umutlar, boğazlanmış arzular, kurşun geçmez açlık dünyası. öyle bir dünya ki, ılık hayat nefesini bile içeri gizlice sokmak gerekiyor; öyle bir dünya ki, güvercin kalp büyüklüğünde değerli taşlar, bir yarda boş yer ya da bir ons özgürlük pahasına satılıyor. her şey aşina bir ciğer yahnisine doluşturulmuş, tatsız tuzsuz mayasız ekmek üstüne konup yenmekte. beş bin yıllık acı, beş bin yıllık kül, beş bin yıllık kırık dallar, paramparça olmuş yumurta kabukları, boğulmuş yavru kuşlar bir çırpıda yutuluyor..
insanoğlunun yüreğinin derin iç mahzeninde demirden harp hüzünlü şarkısını sürdürüyor.
kentlerinizi yüksek yüksek, görkemli inşa edin. lağımlarınızı kazın. ırmaklarınızı akıtın. çılgınca çalışın. rüyasız uykular uyuyun. bülbül gibi çılgınca ötün. altta, en derindeki temelin altında, bir başka insan ırkı yaşıyor. kara, loş, ihtiraslı onlar. dünyanın bağırsaklarını deşiyorlar. dehşet verici bir sabırla bekliyorlar. leş kargaları, devler, öç alanlar bunlardır. her şey toz toprak içinde yuvarlandığı zaman ortaya çıkarlar.
23.05.2010
hayat
hileli bir kim kimdir oyunu gibi hayat.
hayat tuhaflıklarla doludur ve katlanılabilir olmasını bu tuhaflıklara borçludur.
yalan, hayatı katlanılır kılar.
hayatı, baştan sona "ölüme yolculuk" olduğunu bildiğimiz halde, hevesle sürdürmemizin sırrı şeytani cazibesinde gizlidir.
hayat tanrının hayalidir aslında. ve tanrı da insanın ta kendisi.
hiçbir hayat sıradan değildir. en sıradanında bile görkemli bir hikaye, tedirgin bir giz.
yaşam denilen şey gerçeğin peşinde alınan yoldur. kimi zaman bir arpa boyu da olsa, insan gerçeğe baktığında hep ilerler.
hayatın bizden bu kadar bağımsız ama bizim adımıza ilerleme gücü her zaman korkutur.
iyi ya da kötü.. olaylar olur. önemli olan ne olduğu, hatta senin başına ne geldiği değildir. önemli olan senin ne yaptığındır.
aşk
kimi yürütüyorduk?
ben öbür uyluğun özlemini çeken bir dizdim.
en sevecen sözcüklerimin tınısı senin kalçalarındaydı.
topukların benim başparmaklarımdı.
kabalarım senin avuçlarındı.
senin ağzının bir köşesine gizlenmiştim. sen orada dilinle kurcalıyordun beni. bulunacak bir şey yoktu ki.
sen şişmiş gırtlağın, ben mideme gömülmüş ayaklarımla; sen bükülmüş bacakların, ben gövdene yaslanmış başımla öylece yatarken, senin kamışındım ben.
sen, dölyatağının kara taçyapraklarına düşüp gül kesilen ışıktın.
çiçeklerinin toprağındaki damar kabarmıştı.
21.05.2010
dexter
ne zaman bir kadınla bunu yaşasam, onun yanında kendimi rahat hissetsem, her şey ters gidiyor. bu yüzden bence en iyisi adım adım ilerlemek.
"duygusal olarak körsün. doğru kelimeleri kullanıyor ve doğru tavırları takınıyorsun. ama hisler hiçbir zaman dahil olmuyor. duyguların sözlük anlamlarını biliyorsun. özlem, sevinç, keder. ama bunların hiçbirinin tam olarak nasıl hissettirdiğinden haberin bile yok. tüm sözleri biliyor ama müziği duyamıyorsun."
hor görülmüş bir uyuşturucu bağımlısından daha tehlikeli bir şey yoktur.
bir insanın canını aldığında onu öldürmekle kalmıyor, ileride olacağı şeyleri de onun elinden alıyorsun.
hayat kusursuz olmak zorunda değil. yaşanılabilir olması kafi.
öldürmek, benim için doğanın düzenine boyun eğmek demek. doğa verir ve alır. en güçlünün hayatta kalması ilkesi. bazen hayat bir şeyler alır. bazen de bir şeyler verir.
hepimizin sırları var. bazılarının hasır altında kalması gerekir.
insanoğlu her daim denizle iç içedir. ama bu, doğamıza aykırıdır. deniz sonsuz tehlikelerle doludur. medcezirler, akıntılar, dalgalar, rüzgar.. her biri kendi hava değişimlerini temsil eder. hiçbiri yabana atılamaz. karar anındaki ufacık bir yanılma telafi edemeyeceğiniz hatalara neden olur. ancak iyi bir denizci bu unsurlara karşı koymaz. diğerlerinin şansı başıboş bir şekilde fırtınaya kapılıp parçalara ayrılmışken iyi bir denizci şartlarla omuz omuza çalışır, onları kendi yararına kullanır. her daim evinin yolunu bulur.
20.05.2010
dönemeç
sonunda, düşlediğimiz şeylere dönüşürüz.
her dönemeçte insanın ayağı aynı şeye takılıyor. her kanepenin altında aynı ceset, her dolapta aynı iskelet. insan gülmesin de ne yapsın?
bir kadının en güzel aşk mektupları, aldattığı erkeğe yazılmış olanlardır.
yanılsamaların en güzeli, en acıklısı davranışlarımızın dünyadaki iyilik ve kötülüğün niceliğini artıracağı ya da eksilteceği inancımızdır.
uyurgezerlerin arasında yarı uyanık olmak bile başlangıçta ürkütücüdür.
hayat her şeyin efendisidir. aklın doğasına aykırı biçimde yaşamaktayız. gerçek öğretmen dayanma gücüdür.
ağır ağır dönen çarkının üzerinde bizi biçimleyen, bozup yeniden yapan gerçekliktir.
dünyayı kabul etmek için iyilik ve kötülüğün sınırlarının ölçüsüz derecede geniş olduğunu anlamak gerekir; dünyanın gerçekten içinde yaşamak, şu sonlu insan anlayışının yasaklanmamış en son sınırlarına kadar onu araştırıp öğrenmek gerekir.
sanat, bir biçimin bir ruhla içtenlikle onurlandırıldığı yerde başlar.
püriten kültür, sanatı kendi ahlak anlayışını onaylayan, yurtseverliğini pohpohlayan bir şey olarak görür.
varoluşçuluk
sartre'ın "varoluşçuluk bir insancılıktır" adlı eserinin asım bezirci çevirisi.
weil'e göre varoluşçuluk bir bunalım, mounier'ye göre umutsuzluk, hamelin'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, marcel'e göre özgürlük, lukacs'a göre idealizm (düşüncülük), benda'ya göre usdışıcılık (irrasyonalizm), foulquié'ye göre saçmalık felsefesidir.
her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (aktif) olarak bulunuş demektir. çoğu kimse özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır. örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşır. bu düşünüş köklerini dinden alır. tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. bütün insanlara özgü bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğasıdır.
varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: insanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. çünkü o, özünü kendi yaratır. nasıl mı? dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır.
bireyciliğe aşırı yer vermek, kişinin varoluş sorununa büyük ilgi göstermek ve herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikle sistemleri yetersiz görmek; sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi açıkça küçümsemek, bütün bunlar, kierkegaard'ın, jaspers'ın, heidegger'in olduğu gibi, nietzsche'nin de belli başlı özellikleri ve varoluşçuluğun çıkış noktalarıdır.
ritter'a göre, varoluşçuluk "köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, toplumda yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren" bir felsefedir. bu felsefe daha çok, "toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde" ortaya çıkar. özellikle, savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği, göze battığı dönemlerdir.
tillich'e göre, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor.
öte yandan -marxçıların da söylediği gibi- makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda -hiçlikle karşı karşıya- yaşamak zorunda bırakıyor.
giderek insanoğlu, sartre'ın deyişiyle, "nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık" haline giriyor. geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.
varoluşçu yazarlar çağımız insanının bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. insanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. söz gelimi, kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. ona göre, bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.
mademki kişi dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. gerçekleştirmelidir..
henri arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarşist), bireyci max stirner'i görüyor. j. beaufret ise kierkegaard'ı varoluşçuluğun öncüsü sayıyor.
varoluşçuluk 19. yüzyılın sonlarında -daha çok almanya'da- filizleniyor.
varoluşçuluğun eleştirisi
sartre'ın varoluşçuluğu çelişik ve tutarsız bir felsefedir. çünkü, bu felsefede birbirine aykırı ne ararsanız bulabilirsiniz. hani, her şeyi hem aşan, hem de koruyan bir felsefe dense yeridir. öyle ki, bir yandan idealizmle maddeciliği içine alır, öbür yandan her ikisini de iter. hem diyalektiği içine alır, hem de ona karşı çıkar. (..) doğrusu, bu felsefe hegelcilikle olgubilim ve varoluşçuluğun bir karışımıdır. bir çeşit seçmeciliktir (eklektizm), yamalı bohçadır, sistem değildir.
sartre'ın varoluşçuluğu eski ve yanlış bir felsefesidir. çünkü bilime, gerçeğe, evrime, gerekirciliğe (determinizm) sırt çevirir. tarihle, yaşamla, toplumla, kitlelerle bağlarını koparır. toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden kaçar. daha doğrusu, insanı ussal bir eyleme değil, içgüdüsel bir yaşayışa çağırır. varoluş, insan, özgürlük, gerçeklik kavramlarını somut içeriğinden sıyırır, soyutlaştırır. bir çeşit usdışıcılığa (irrasyonalizm), metafiziğe ve skolastiğe bağlanır.
sartre'ın varoluşçuluğu dinin ve ahlakın dışındadır. önsel değerleri, geleneksel verileri tanımadığından kişiyi boşluk içinde, dayanaksız bırakır. öte dünyaya inanmadığı için, insanı tükenmez bir umutsuzluğa tutsak eder. zaten onun özgürlük dediği şey, aslında bireyin kendi içine kapanışıdır, kişinin henüz biçimlenmemiş, soyut bir özgürlük sarayı içinde çıkmaza sürüklenişidir.
varoluşçuluk, umutsuzluğun doğurduğu bir durgunluk, miskinlik içinde kalmaya çağırır insanları. ayrıca, insanın hep kötü yanlarına ayna tutar; kirli, bulanık, karanlık olanı gösterir hep.
jean kanapa'ya göre, varoluşçuluk bir burjuva felsefesidir. varoluşçuluğu gerici, kötümser, aldatıcı bir felsefe saymak gerekir.
bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin toplamından daha yüksektir.
bulantı, evreni olduğu gibi göstermekten öteye geçmez.
eğer insanın bir nedeni, bir temeli yoksa bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır. eğer dıştan hiçbir şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. eğer bırakılmışsa bu, tümüyle özgür olmasındandır.
hayat umutsuzluğun öbür yanında başlar. (sinekler)
sinekler'de, oreste'le jupiter arasındaki uzun konuşmada, kişinin özgürlüğünün dünya düzenine aykırı olduğu temi ele alınır.
özgürlük, kişiyi her an bir seçme yapmaya iten bir dış yöneltinin, bir dış gereksinmenin yokluğundan gelir. bundan ötürü bağlanma kadar kararsızlık da bir özgürlüktür.
insan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır, özü olmayan bir varlık.
bulantı; öğretici açıklamalar, yorumlar ve karışmalarla ağırlaşmış bir yapıttır.
sartre'ın dünyası, saçma ve iğrenç bir evrenle ve serseri, biçimlenmemiş, çarpılmış bir bilinçle yüz yüze gelen dünyadır. insanın "susamadığı halde içtiği" bir dünya; her şeyin fazlalık halini aldığı, gereksizleştiği bir dünya; bütün çıkış yolları kapalı bir dünya.
tutsaklığın böyle sürüp gitmesi, insanla dünya arasındaki o önlenemez ayrılığı canlandırır. sahne hep kapalı bir yerdir, havası hiç değişmeyen bir kovuk: bir kahve, bir otel ya da mahalle.
sartre'ın kişilerinin göze çarpan yanı, tiksintileridir daha çok, varoluşun biyolojik koşullarını benimsemekteki beceriksizlikleridir.
sartre'ın yarattığı kişilerin özgürlüğü nedir? bu kişilerin gücü dünyadan kaçmakta, kendinden kopmakta, baskı yapan şeylerden sıyrılmakta, onları yok etmekte görülür.
sartre'ın dünyasında ne renk vardır, ne gerçek kurtuluşa özgü bir özgürlük sesi, ne de bir özgürlük çağrısı.
bir yaşayış bildirisi olmaktan çok, bir dünya görüşü olduğunu bilmek zorundadır.
marxçılar, varoluşçuluğu eylemsizlik ve öznelcilikle, katolikler ise kötümserlik ve bireycilikle suçluyorlardı.
karl jaspers ile gabriel marcel öğretisinin hristiyan kanadını, heidegger ile sartre tanrıtanımaz kanadını temsil ederler.
klasik felsefeye göre, tanrı insanı yaratmadan önce özünü ortaya koymuştur.
varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı ise, varoluşun özden önce geldiğini kabul ettiğinden, tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. ona bakılırsa, "insan doğası" diye bir şey yoktur. insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar.
varoluşçuluğa göre insan, özgür olmaya mahkumdur.
varoluşçulukta bir kötümserlik varsa, gerçekte, bunu bir çeşit "iyimserlikte katılık" diye düşünmek gerekir. bu katı iyimserlik, gerekircilik uğruna, insanların eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. onun gözünde varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır.
varoluşçuluğun öznelciliğine gelince, o da, -komünistlerin ileri sürdükleri gibi- burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir.
varoluş özden önce gelir. öyleyse öznellikten hareket etmek gerekir.
ilkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.
gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur. işte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir.
ne var ki, "insan sorumludur" derken, yalnızca "kendinden sorumludur" değil, "bütün insanlardan sorumludur" anlaşılmalıdır.
insan kendi kendini seçer. ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur.
kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum.
varoluşçuluğa göre, insanlık bunaltıdır.
birçokları, bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını) yaşamaz. onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar.
heidegger'in pek hoşlandığı bir deyim vardır: bırakılmışlık. tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır.
tanrı pahalı ve yararsız bir varsayımdır.
tanrı ortadan kaldırılınca, kavradığımız evrendeki değerleri bulmak olanağı da ortadan kalkar. bizim adımıza iyiyi düşünecek sonsuz ve yeterli bir bilinç (yani tanrı) var olmadığından, "iyi" diye önsel bir şey de var olamaz artık.
dostoyevski, "tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu." diye yazmıştı. işte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.
varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez artık. önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. başka bir deyişle, gerekircilik (determinizm) kadercilik yoktur burada. kişi özgürdür, insan özgürlüktür.
insan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur. zorunludur; çünkü yaratılmamıştır. özgürdür; çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.
varoluşçu, tutkunun (ihtirasın) gücüne inanmaz. ancak şunu düşünür: insan kendi tutkusundan sorumludur.
insan desteksizdir, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır.
francis ponge: insan insanın geleceğidir.
kant ahlakı, "başkalarını sakın araç saymayın, araç gibi kullanmayın, amaç sayın onları" der.
eğer değerler tasarladığımız somut ve belirli durumu iyice aşıyorsa, kesin bir yol göstermiyorsa, geniş ve belirsizse, yapacak tek iş kalıyor bize: içgüdülerimize uymak, onlara göre davranmak.
andré gide: yaşanan bir duygu ile yaşanmış gibi gösterilen bir duyguyu birbirinden ayırmak çok zordur.
duygu, yapılan hareketlerle oluşur. duygunun değeri edimlerden sonra ortaya çıkar.
öğüt verecek kişiyi seçmekle insan, kendini seçer.
genel bir ahlak yoktur; çünkü size yol gösterecek bir işaret yoktur dünyada.
umutsuzluk, "irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara güvenmekle yetineceğiz." demektir.
hiçbir tanrı, hiçbir yazgı dünyayı ve olanaklarını benim istemime uyduramaz.
descartes: dünyadan çok kendinizi yenin!
gerçekte işler, insan onların nasıl olmasını kararlaştırırsa öyle olacaktır.
bir işe atılmak için umutlanmak gerekmez. elbette, "hiçbir partiye girmemeliyim." demek değildir bu. "hayal kurmayacağım, elimden geleni yapacağım." demektir.
varoluşçuluğa göre, ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. insan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır. yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir.
insan, bir girişimler zinciridir. insan bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür.
varoluşçuluk iyimser bir öğretidir.
varoluşçuluk bir miskinlik, eylemsizlik felsefesi değil. çünkü işle açıklıyor insanı, eylemle tanımlıyor, davranışla yargılıyor.
varoluşçuluğa göre, insanın yazgısı kendindedir. gerçi varoluşçuluk umudun ancak eylemde bulunduğunu, kişiyi yaşatacak tek şeyin edimleri olduğunu öne sürer.
bu kuram, insana değer veren, saygı gösteren tek kuramdır. ona nesne gözüyle bakmayan biricik kuram..
bir "başkası", hem varoluşum, hem de kendimi bilişim için gerekli.
insanda "insan doğası" diyeceğimiz bir evrensel öz yoktur.
her tasarının bir evrenselliği vardır.
varoluşçuluk, andré gide'in "gerekçesiz edim" kuramından farklıdır. çünkü gide bilmez bu durumun ne olduğunu. onun yaptığı kaprisine uymaktır yalnızca. varoluşçuluğa göre ise, tam tersine, insan, kurulu bir durum içinde bulunur. bu durum içinde hem kendisi bağlanır, hem de seçimiyle bütün insanlığı bağlar.
bir tablo yapan ressam, önceden konulmuş kurallara kulak asmıyor diye yerilir mi hiç?
önsel (deney öncesi) estetik değerler yoktur.
sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturur; eserin bütünü hayatıyla birleşir, hayatına karışır.
sanatla ahlak arasında bir ortak yan varsa, o da şu: her ikisinde de yaratış ve buluş bulunuyor.
insan, varolan ahlak kurallarına başvurmak yerine, kendi yasasını gene kendi bulmak zorundadır.
insan kendi kendini kurar. önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur.
ilerlemeye inanmıyoruz biz. ilerleme bir düzeltmedir. insan ise, değişen bir durum önünde hep aynı insandır. seçme ise bir durum içinde seçmedir hep.
insanın durumu özür ve yardıma yer vermeyen özgür bir seçiştir.
kötü niyet, düzenbazlık bir yalandır; çünkü tümel bağlanma özgürlüğünü gözden saklar.
bize gelince, her özel durumda biz de "özgürlük için özgürlük" isteriz.
özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğünün ise bizimkine bağlı olduğunu anlarız.
insan, varoluşu özünden önce gelen bir varlıktır. çeşitli koşullar içinde özgürlüğünü istemeden yaşayamayan özgür bir yaratıktır.
ahlakın içeriği ne denli değişken olursa olsun, biçimi her zaman evrenseldir. kant'ın da açıkladığı gibi özgürlük hem kendinin, hem de başkalarının özgürlüğünü gerektirir.
çok soyut ilkeler eylemi belirleyemez.
özgür bir bağlanma alanında insan her şeyi seçebilir.
"değerleri biz yaratıyoruz" demek, "hayatın önsel bir anlamı yoktur." demektir.
insancılık, insanı amaç ve üstün bir değer olarak ele alan bir kuramdır.
varoluşçuluk insanı bir son, bir amaç olarak ele almaz, bilir ki her zaman yapacak bir işi olacaktır onun, asla son bulmayacaktır.
insan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın amaçları kovalayarak var olabilir. bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir.
insanı kurmasından ötürü (tanrının aşkın oluşu anlamında değil; kendini aşma anlamında) bu aşkınlık ilişkisine "varoluşçu insancılık" adını veriyoruz. "insancılık" diyoruz; çünkü kişiye bununla, kendinden başka yasa koyucu bulunmadığını hatırlatmış oluyoruz. bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil; ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş oluyoruz.
varoluşçuluk, insanı asla umutsuzluğa düşürmeye çalışmaz. hıristiyanların yaptığı gibi, bir umutsuzluk, inançsızlık yaftası yapıştırılıyorsa ona, umutsuzluğun kaynağında doğduğundandır bu. varoluşçuluk, tanrının yokluğunu ispata uğraşmaz. böylesi bir çabayla kendini yormaz. o şuna bakar daha çok: tanrı var olsaydı, yine de bir şey değişmeyecekti.
insan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: hiçbir şey -tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt dahi- kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramaz.
bunaltı, edimlerin tümüyle doğrulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan bir sorumluluktur.
öğrencilerine ders verirken bir felsefe öğretmeni, bir düşünceyi iyi anlatmak için zayıflatır onu, hafifletir. üstelik pek kötü bir şey de yapmış sayılmaz. insan bir kez bağlanma kuramını ele almışsa, sonuna dek götürmelidir. varoluşçu felsefe gerçekten "varoluş özden önce gelir." diyen bir felsefe ise, içtenlikli olması için, yaşanmalıdır.
eskiden filozoflara, yalnızca filozoflar saldırırdı.
varoluşçuluğun, ilerde köktenci (radikal) sosyalizmin bir dirilişi haline gelip gelmeyeceği sorulabilir.
tek ilerici davranış marxçılıktır. çağın gerçek sorunlarını ortaya koyabilen yalnızca odur.
varlıkların süreksiz varoluşuna bakarak, süreksiz bir nesneler dünyası tablosu çiziliyor. öyle bir tablo ki, içinde nedensellikten eser yok; o tuhaf nedenler ilişkisinin bir türü var ancak: edilgin, aşağılık, anlaşılmaz, nesnellik türü. varoluşçu kişi ıvır zıvır eşyayla dolu bir dünyada sendeliyor.
nesnel evren, varoluşçular için, hayalkırıklıklarına yol açan, elde edilemeyen, ilgisiz, sürekli olasılık içinde bir dünyadır. yani marxçı maddeciliğin benimsediği dünyanın tam tersi.
insanın insana nesne muamelesi yapmaya yanaşmaması insanlık onurunun bir gereğidir.
eğer salt bir nesneler evreni tasarlarsanız gerçeklik gözden silinir. nesne dünyası olasılık dünyasıdır. siz de kabul edersiniz ki, ister bilimsel, ister felsefi olsun, her kuram olasıdır.