miguel de cervantes
eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış! içinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar 'senin' ve 'benim' kelimelerini bilmedikleri için.
o kutsal çağda her şey ortaktı; günlük besinini elde etmek için kimsenin tatlı, olgun meyveleriyle kendisini davet eden sağlam meşelere elini uzatıp koparmaktan başka bir iş yapması gerekmezdi. olağanüstü bolluktaki duru pınarlar, ırmaklar insanlara lezzetli, berrak sular sunardı. kayaların yarıklarında, ağaçların oyuklarında, çalışkan ve becerikli arılar cumhuriyetlerini kurarlar, hiçbir çıkar gütmeden, uzanan her ele, tatlı emeklerinin verimli mahsulünü bağışlarlardı. ulu mantar meşeleri, hiçbir araç gerece ihtiyaç olmadan, geniş, hafif kabuklarını kendiliğinden, kibarca bırakıverirlerdi; bunlarla, sırf gökyüzünün gazabından korunmak için, kaba kazıklarla destek yapılarak evlerin üstü örtülmeye başlandı.
o zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret edememişti. o kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı.
o zamanlar, saf, güzel bakireler vadiden vadiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan gezerlerdi. süsleri de, şimdikiler gibi, sur firfiriyle, çeşitli şekillerde çarpıtılmış ipekle allanıp pullanmış süsler değildi; sarmaşıklarla örülmüş birkaç yeşil pıtrak yaprağından oluşurdu; belki de bu süslerle, günümüzde saraylı hanımların, aylaklık meraklarıyla öğrendikleri tuhaf, aşırı icatlarla dolaştıkları kadar gösterişli ve gururlu dolaşırlardı.
o zamanlar, ruhun aşkla ilgili kavramları, tıpkı algılandıkları şekilde, basitçe, safça ifade edilir, daha şatafatlı olsun diye yapmacıklı, dolambaçlı laflar aranmazdı. gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti; çünkü o zamanlar yargılamaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu. bakireler ve namus, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmaksızın dolaşırlardı; bakireliklerini kendi istek ve iradeleriyle yitirirlerdi.
oysa şimdi, iğrenç çağımızda, hiçbir bakire emniyette değil; girit labirenti gibi bir labirentin içine kapanıp gizlense bile; çünkü orada, çatlaklardan ya da havadan, lanet olası ısrarın zoruyla aşk hastalığı içine sızar ve inzivada olmasına rağmen mahvına sebep olur.
onların emniyeti için, zaman geçtikçe ve kötülük arttıkça gezgin şövalye tarikatları kuruldu; bakireleri kollamak, dulları korumak, yetim ve muhtaçlara yardım etmek için. işte ben de bu tarikata bağlıyım.