
üçü de, bir ucu yuvalarına, bir ucu mesleklerine dayanan koskoca yaşamlarında sevilip sayılmak da istiyorlardı tabi, sevilip sayılmak neyse; temiz temiz giysilerle bir sürüden ayrılıp ötekine katılmak, mesleki saygınlıklarını koltuk değneği gibi kullanıp dolaşmak ve edinecekleri mülkleri de yanlarına alıp yükselebildiklerince yükselmek istiyorlardı. (yükselmek: kendini aşağılarda saymanın ateşli hastalığı; insanın kendisi için doğurduğu son anne; bugünün tadını alıp götüren büyülü bir düş ya da; yukarıya doğru alçalış..) bu düşleri taşımıyor olsalar, ailelerinden kopup bunca uzağa gelmez ve bunca bulaşık dağına, duvar diplerinde yuvarlanan boş şarap şişelerine, gecikmiş akşam yemeklerine, uykusuzluklara, kirli çamaşırlara ve tozlu odalara boyun eğmezlerdi herhalde, her gün öldürülme korkusuyla üniversiteye gidip gelmezlerdi. demek ki, düzenli, uyumlu ve güçlü olma istekleri, ölümü bile göze aldırıyordu onlara. belki de ölümlerin birçoğu, bu denli eften püften şeyler için göze alınıyordu ve hiç kuşkusuz bu öğrenciler, uyumun bir denetleme ve kabullenme olduğunu bilseler de, onun ilk aşamada bazı tatlar vermesine karşın, uzun erimde yaratıcısını yok edeceğini düşünmüyorlardı. belki yıllar sonra, yaşamlarının herhangi bir noktasında, uyumun kemirip bitirdiği birer ölüye dönüştüklerinde de düşünmeyeceklerdi bunu ya da içlerinden biri, söz gelimi isvan, kendi kendini uyuma zorlayan biricik canlının insan olduğunu ve uyumun, insanın kendi kendine buyurabilmesini engellediğini fark edip aykırı davranışlar gösterecekti. kendine yön verme gücünü yeniden kazanmaya çalışacaktı yani; çiçek saksılarıyla aynı odada yaşamanın temelinde yatan gerçeğe doğru yaklaşacak, hayvanla insan birlikteliğinin gizini sezecek, insanların pencerelere yakın durma güdülerini ansızın anlayacaktı.