9.10.2010

a single man

tom ford

uyanmak "şu an neredeyim" sorusuyla başlıyor. sabahları uyanmayı seven biri olmadım hiç. jim gibi yataktan fırlayıp yeni günü tebessümle selamlayan biri de olmadım. sabahları o kadar mutlu olurdu ki, bazen yumruk atasım gelirdi yüzüne. sadece aptalların güne tebessümle başladığını, yalnızca aptalların o basit gerçeklikten kaçtıklarını söylerdim her zaman. bugünün sadece şu andan ibaret olmadığı gerçeğinden. kötü anıları hatırlattığından. dünden sonra gelen bir gün olduğundan. geçen seneden sonra gelen bir yıl olduğundan ve er ya da geç bitecek olmasından. bana güler ve yanağıma bir öpücük kondururdu. george olabilmek, sabahları epey vaktimi alıyor. george'tan beklenilenlere ve nasıl davranması gerektiğine uymak için zaman harcıyorum. üstümü giyinip biraz sert ama mükemmel george'un son cilasını da attığım zaman hangi rolü oynamam gerektiğinin tamamen farkındayım demektir. aynadan kendime baktığım zaman çıkmazda olan birinin yüz ifadesini göremiyorum pek. allahın belası günü geçir gitsin. biraz melodramatik galiba. öte yandan kalbim kırık. sanki tükeniyorum, boğuluyorum, nefes alamıyorum gibi geliyor.

etrafına bir baksana, grant. bu öğrencilerden çoğunun tek derdi; konuşmaya başladıkları anda reklam müzikleri söyleyip ortalığı yıkmaktan başka bir işe yaramayan kola ve televizyon bağımlısı çocuklar yetiştirip bir şirkette işe girebilmek. sanki dersi yabancı bir dilde anlatıyormuşum gibi, öküzün trene baktığı gibi bakıyorlar bana.

duygusallığa yer olmayacak bir dünya olacaksa, zaten öyle bir dünyada yaşamak istemem.

bazen kötü şeylerin bile kendine has bir güzelliği oluyor.

annem sevgililerin otobüs gibi olduğunu söyler. bir diğeri gelirken biraz beklemen gerekir.

en mutlusu hep en aptal olan yaratıklardır.

bir çocuğu büyütür, seversin; sonra yeterince olgunlaştıklarında seni terk ederler.

geri dönmek mağlubiyet sayılır.

naziler yahudilerden nefret etmekte haksızdı elbette; ama yahudilere olan nefretleri sebepsiz değildi. mesele bu sebebinin gerçek olmayışıydı. muhayyel bir sebepti bu. asıl sebep korkuydu. bir azınlık ancak çoğunluğa tehlike arz ederse dikkat çeker. gerçek ya da muhayyel bir tehdit. korku da o zaman başlar işte. azınlık bir şekilde kendini gizlemeyi başarırsa korku daha da büyür. azınlıklara zulmedilmesinin sebebi bu korkudur işte. yani her zaman bir sebep vardır. sebep korkudur. gerçek düşmanımız korkudur. korku yaşadığımız dünyayı ele geçiriyor. korku, toplumumuzda manipülasyon aracı olarak kullanılıyor. politikacılar bununla siyaset yapıyor. madison avenue ihtiyacımız olmayan şeyleri bu şekilde aldırıyor. bir düşünün. saldırıya uğrayacağımızdan korkmak. her köşe başında pusuya yatmış komünistlerin olmasından korkmak. yaşam tarzımızı benimsemeyen küçük bir karayip ülkesinin (küba) tehlike arz ettiğinden korkmak. siyahi toplumun, dünyayı ele geçireceğinden korkmak. elvis presley'nin kalçalarından korkmak. belki de bu gerçek bir korkudur. nefesimiz kokuyor diye arkadaşlarımızı kaybedeceğimizden korkmak. yaşlanıp yapayalnız kalacağımızdan korkmak. bir işe yaramamaktan ve dediklerimizi kimsenin önemsememesinden korkmak.

geçmiş önemli değil, şu an da geçmek bilmiyor.

bir insan şimdiki zamandan tat almıyorsa, geleceğin daha iyi olacağının kesin olduğunu düşünmemeli.

yalnız doğarız ve yalnız ölürüz. hayattayken de tamamen kendi bedenlerimize hapsolmuş şekildeyiz. dış dünyayı ancak kendi çarpık algılarımızla tecrübe edebiliyoruz.

aslında yaşamı katlanılır kılan tek şey, bir insanla gerçekten bağlantı kurabildiğin o birkaç ufak an oluyor.

herkes yaşlandığımız zaman, her şeyi tecrübe edeceğimizi söyleyip duruyor. sanki çok muhteşem bir şeymiş gibi. aksine, berbat bir şey. gün geçtikçe daha da saçmalamama sebep oldu bence.

aldous huxley: tecrübe, insanın başına gelen şey değildir. başına geldiği zaman onunla ne yaptığıdır.

ömrümde birkaç kez, her şeyin net olduğu anları yakalayabildim. sükunetin bir anlığına gürültüyü bastırdığı, benimse zihnimle değil de hislerimle algılayabildiğim anlar. her şeyin öylesine mükemmel, dünyanın yeni vücut bulmuşçasına körpe olduğu. bu anların uzun sürmesini sağlayamadım hiç. o anlara sarılırım; fakat her şey gibi onlar da yitip giderler. can bulduğum anlar işte bunlardı. beni şimdiki zamana sürükleyip her şeyin tam da olması gerektiği gibi olduğunu fark etmemi sağlarlar.