zülfü livaneli
20. yüzyıl amerikan edebiyatının en büyük yazarı william faulkner, üniversitenin ikinci sınıfından atılmıştı. hem de hangi ders yüzünden biliyor musunuz? ingilizce. üniversitede ingilizce hocası olan zatı muhterem, faulkner gibi bir dahinin, dil kurallarını altüst ederek onu yeniden yaratan dehasını fark etmek yerine, yaptığı kural yanlışlarını takmış ve william'a kapının yolunu göstermiş.
stockholm'de, ilhan koman'ın gemisinde yemek yediğimiz olof lagerkrantz, faulkner'i anlatmıştı.
nobel edebiyat ödülü'nü almak için stockholm'e gelen william faulkner, yazardan çok banka memuruna benziyormuş. "kravatlı, ufak tefek, sıradan biri" diye tanımladı lagerkrantz.
oysa faulkner'in romanlarını bilenler, onun iç fırtınalarının ve sıradanlıkla hiç ilgisi olmayan olağanüstü yaratısının tanığıdır. marquez, "bir yazar için faulkner okumak, hızla gelen bir trenin önüne yatmak gibi tehlikelidir" der. "etkisinden kurtulamazsınız."
insanlardan uzak yaşayan, günlerce süren içki krizlerinde evinin üst katına kapanıp hiç çıkmayan ve aydınlarla, sanatçılarla görüşmeyen, gazetecileri kabul etmeyen faulkner, çiftçi arkadaşlarıyla at sürerken, biri çiğnediği tütünü tükürmüş ve demiş ki: "gazetede okudum. sana uzak bir ülkede ödül mü ne vermişler." faulkner nobel kazandığını böyle öğrenmiş ama hiç ilgilenmemiş. törene de gitmeyeceğini bildirmiş. büyük ısrarlar sonunda stockholm'e gitmeyi kabul ettiğinde ise gerekçesi basit: "kızım isveç'i görmek istedi. yoksa nobel'den bana ne?"
faulkner atından düşüp ölene kadar kır evinde, köylü dostlarıyla birlikte yaşadı. yüzyılın en büyük romanlarını yazdı ve "banka memuru" sıradanlığında görülen adam, günümüzün shakespeare'i olarak çağdaş trajedimizi yarattı.
ortalama insan kalıbına hapsedilmiş bir dahinin hikayesiydi bu.