edith wharton: fikirlerin yarattığı hava, nefes almaya değer tek havadır.
dave barry: din hakkında yazmakla ilgili en önemli sorun, dinine içtenlikle bağlı insanları gücendirme riski taşımasıdır. sonra palalarla peşinize düşebilirler.
g.b. shaw: allahın cezası bir yığın insan var ki, midelerinden başka bir şey düşünmüyorlar.
joyce carol oates: bizi birbirimize bağlayan en derindeki şeyleri hissedemeyiz; o şeyler bizden kopartılıp alınmadıkları sürece.
emily perkins: yalnız doğarız ve yalnız ölürüz. kaçamayacağımız şey budur.
ernst haeckel: üstün insanla sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür.
philipp vandenberg: hayat, beşikten ölüm yatağına kadar, istekler ve arzular yığınıdır.
fay weldon: umudumuz ne denli büyükse, mutluluğun ne denli yakınına tırmanmışsak, o denli derine düşer ve inciniriz.
ernest hemingway: savaş, devlet politikasının başka yollardan sürdürülmesidir.
simone de beauvoir: dünyayı aydınlatan salt sevgidir sanır insan. ama sevgiyi besleyen, olanca güzelliğiyle dünyadır aslında.
eugene varlin: bir insanın başka bir insanı çalıştırması gibi bir şey sürdükçe özgürlük olmayacaktır.
adam smith: bir fabrikada hayatı birkaç basit işlemi yerine getirmekle geçiren bir insan, genel olarak insan yaratılışının izin verebileceği ölçüde aptal ve cahil birine dönüşür.
29.09.2010
27.09.2010
çevirmen
melih cevdet anday
charles seignobos'tan dilimize çevrilen "avrupa milletlerinin tarihi" adlı kitabı okuyordum; daha başlarda, avrupa ülkesini anlatırken tarihçinin "en eskiden medenileşmiş olan güneydoğu yarımadası ise, türk hakimiyeti altında, avrupa'nın en geri memleketi haline geldi." diye bir tümcesi var. kitabı dilimize çeviren, o tümceden sonra not düşmüş: "yazarın kendi görüşünü belirten bu yargıları buraya olduğu gibi aldık. fakat türklerin her gittikleri yere medeniyet götürmüş oldukları da yine birçok batılı tarihçiler tarafından kabul edilmiş bir gerçektir." diyor.
önce şunu söyleyeyim, charles seignobos'un sözünden çok, çevirenin yaptığı o açıklama duraksattı beni; giderek o açıklamayı, tarihçinin türkler üstüne olan yargısından daha ağır buldum kendimiz için. neden diye sorarsanız, o açıklama, toplumumuzun batı karşısındaki aşağılık duygusunu yankılamakla kalmıyor, o duyguyu besliyor, sürdürüyordu. birlikte inceleyelim:
ilk önce şu: "yazarın kendi görüşünü belirten bu yargıları buraya olduğu gibi aldık." ne demektir "yazarın kendi görüşü?" bu sözle charles seignobos'un türkler üstüne olan yargısında nesnellikten uzaklaştığı, öznelliğe düştüğü, bu bakımdan da bilime aykırı davrandığı söylenmek isteniyorsa, bu durum karşısında böyle duygulu bir tutumla değil, o tarihçide eksikliği gösterilmek istenen şeye karşı nesnel bir yöntemle davranılır; kitabın başka uluslarla da ilgili yanlışlıkları üzerinde durulur. başka bir deyişle, önemli olan, bir yargının bizim hoşumuza gidip gitmemesi değil, doğru olup olmamasıdır.
çevirmen*, "bu yargıları olduğu gibi aldık" diyor. ya ne yapacaktı? çevrilen kitap, dünyaca tanınmış, bilimsel bir tarih yapıtıdır. onun işimize gelmeyen, beğenmediğimiz yerlerini atmak elimizde midir bizim? türkler, dünya yazarlarının, kendileri üstüne yazdıklarını bilmesinler mi? bilirlerse, "maneviyatları" mı sarsılır? bir düşünün, bütün avrupalı uluslar, beğenmedikleri tümcelerini çıkarıp atsalar, ortada bu kitaptan ne kalırdı? başka bir deyişle bir kitabın "herkesçe okunmak" diye anlatabileceğimiz özelliğinden bu kitap yoksun kalmaz mıydı?
gelelim ikinci tümceye: "fakat türklerin her gittikleri yere medeniyet götürmüş oldukları da yine birçok batılı tarihçiler tarafından kabul edilmiş bir gerçektir." anlaşılan, çevirmen, "inanmayın charles seignobos'a, inanıp da üzülmeyin; doğru değil onun yazdıkları" demek istiyor okurlarına. bizi öven, her gittiğimiz yere uygarlık götürdüğümüzü söyleyen başka tarihçiler de bulunduğunu söyleyerek yüreğimize su serpiyor, umutsuzluğa düşmemizi önlemek istiyor. ama ne hakkı var bunu yapmaya? bırakın bizi tarihçi ile karşı karşıya; bu kitabı da, başkalarını da okuyarak, kıyaslamalar yaparak biz kendimiz birtakım gerçeklere varalım. bizim, bu sözleri çevirdiği için ona çatmaya hakkımız olmadığı gibi, onun da bizi, ancak övülerek ve övünerek ilerleyebileceğimize inanmış saymaya hakkı yoktur.
son aylarda çıkan bir başka çeviride, andre siegfried'in "milletlerin karakterleri" adlı kitabında da buna benzer bir not gördüm. yazar, incelemesinin bir yerinde, "son olarak, mongol aslından olan türkleri anmak yerinde olur. aslında bunlar, kültürleri bakımından da, kökleri bakımından da akdenizli değillerdir. ama bu denizin kıyılarına kadar inerek, yabancı kalmakla beraber, orasını geniş ölçüde egemenlikleri altına almışlardır. kara adamları olan türkler, bu denizin bahri havasının dışında kalmışlar ve buraya tamamen askeri ve politik bakımdan getirdikleri şeyler, kısır olarak kalmıştır." diyor. çeviren gene bir not düşmüş: "bu son paragraftaki görüşler metinde aynendir ve yazarın kendi özel görüşüdür."
çevirmenlerimizin neden bu denli titiz davrandıklarını anlamıyor değilim; toplumdan korkuyorlar, bütün dünyanın bize hayran olduğuna yıllardan beri inandırılmış olan toplumumuzun, bu türlü yergilerle karşılaşınca, çevirmenlerin iyi niyetinden kuşkuya düşebileceğini gözönüne alıyorlar da bu yüzden "yemin ederim ben uydurmadım, aslında var bu sözler; ama sen üzülme, biz gene de büyük, erişilmez, herkesin hayran olduğu bir toplumuz, bu adam yanılmış, boşver ona!" diyerek okuru yatıştırmak yolunu tutuyorlar.
* samih tiryakioğlu
charles seignobos'tan dilimize çevrilen "avrupa milletlerinin tarihi" adlı kitabı okuyordum; daha başlarda, avrupa ülkesini anlatırken tarihçinin "en eskiden medenileşmiş olan güneydoğu yarımadası ise, türk hakimiyeti altında, avrupa'nın en geri memleketi haline geldi." diye bir tümcesi var. kitabı dilimize çeviren, o tümceden sonra not düşmüş: "yazarın kendi görüşünü belirten bu yargıları buraya olduğu gibi aldık. fakat türklerin her gittikleri yere medeniyet götürmüş oldukları da yine birçok batılı tarihçiler tarafından kabul edilmiş bir gerçektir." diyor.
önce şunu söyleyeyim, charles seignobos'un sözünden çok, çevirenin yaptığı o açıklama duraksattı beni; giderek o açıklamayı, tarihçinin türkler üstüne olan yargısından daha ağır buldum kendimiz için. neden diye sorarsanız, o açıklama, toplumumuzun batı karşısındaki aşağılık duygusunu yankılamakla kalmıyor, o duyguyu besliyor, sürdürüyordu. birlikte inceleyelim:
ilk önce şu: "yazarın kendi görüşünü belirten bu yargıları buraya olduğu gibi aldık." ne demektir "yazarın kendi görüşü?" bu sözle charles seignobos'un türkler üstüne olan yargısında nesnellikten uzaklaştığı, öznelliğe düştüğü, bu bakımdan da bilime aykırı davrandığı söylenmek isteniyorsa, bu durum karşısında böyle duygulu bir tutumla değil, o tarihçide eksikliği gösterilmek istenen şeye karşı nesnel bir yöntemle davranılır; kitabın başka uluslarla da ilgili yanlışlıkları üzerinde durulur. başka bir deyişle, önemli olan, bir yargının bizim hoşumuza gidip gitmemesi değil, doğru olup olmamasıdır.
çevirmen*, "bu yargıları olduğu gibi aldık" diyor. ya ne yapacaktı? çevrilen kitap, dünyaca tanınmış, bilimsel bir tarih yapıtıdır. onun işimize gelmeyen, beğenmediğimiz yerlerini atmak elimizde midir bizim? türkler, dünya yazarlarının, kendileri üstüne yazdıklarını bilmesinler mi? bilirlerse, "maneviyatları" mı sarsılır? bir düşünün, bütün avrupalı uluslar, beğenmedikleri tümcelerini çıkarıp atsalar, ortada bu kitaptan ne kalırdı? başka bir deyişle bir kitabın "herkesçe okunmak" diye anlatabileceğimiz özelliğinden bu kitap yoksun kalmaz mıydı?
gelelim ikinci tümceye: "fakat türklerin her gittikleri yere medeniyet götürmüş oldukları da yine birçok batılı tarihçiler tarafından kabul edilmiş bir gerçektir." anlaşılan, çevirmen, "inanmayın charles seignobos'a, inanıp da üzülmeyin; doğru değil onun yazdıkları" demek istiyor okurlarına. bizi öven, her gittiğimiz yere uygarlık götürdüğümüzü söyleyen başka tarihçiler de bulunduğunu söyleyerek yüreğimize su serpiyor, umutsuzluğa düşmemizi önlemek istiyor. ama ne hakkı var bunu yapmaya? bırakın bizi tarihçi ile karşı karşıya; bu kitabı da, başkalarını da okuyarak, kıyaslamalar yaparak biz kendimiz birtakım gerçeklere varalım. bizim, bu sözleri çevirdiği için ona çatmaya hakkımız olmadığı gibi, onun da bizi, ancak övülerek ve övünerek ilerleyebileceğimize inanmış saymaya hakkı yoktur.
son aylarda çıkan bir başka çeviride, andre siegfried'in "milletlerin karakterleri" adlı kitabında da buna benzer bir not gördüm. yazar, incelemesinin bir yerinde, "son olarak, mongol aslından olan türkleri anmak yerinde olur. aslında bunlar, kültürleri bakımından da, kökleri bakımından da akdenizli değillerdir. ama bu denizin kıyılarına kadar inerek, yabancı kalmakla beraber, orasını geniş ölçüde egemenlikleri altına almışlardır. kara adamları olan türkler, bu denizin bahri havasının dışında kalmışlar ve buraya tamamen askeri ve politik bakımdan getirdikleri şeyler, kısır olarak kalmıştır." diyor. çeviren gene bir not düşmüş: "bu son paragraftaki görüşler metinde aynendir ve yazarın kendi özel görüşüdür."
çevirmenlerimizin neden bu denli titiz davrandıklarını anlamıyor değilim; toplumdan korkuyorlar, bütün dünyanın bize hayran olduğuna yıllardan beri inandırılmış olan toplumumuzun, bu türlü yergilerle karşılaşınca, çevirmenlerin iyi niyetinden kuşkuya düşebileceğini gözönüne alıyorlar da bu yüzden "yemin ederim ben uydurmadım, aslında var bu sözler; ama sen üzülme, biz gene de büyük, erişilmez, herkesin hayran olduğu bir toplumuz, bu adam yanılmış, boşver ona!" diyerek okuru yatıştırmak yolunu tutuyorlar.
* samih tiryakioğlu
25.09.2010
erguvan
şükrü erbaş
eflatun esintiler içinde titredi incecik
aynı içten kokuyla iki ayrı erguvan
birisi bir küçük evin içedönük bahçesinde
süsledi sevgisini iki pembe avucun
öbürü bir mezar başında öksüz
döktü rengini sessizce
ilüzyon
scott adams
bir tutam gerçeklikte, bir galaksi dolusu insan beyninin anlayabileceğinden daha fazla bilgi vardır. dünyayı ve çevresini anlamak insan beynini aşar; bu yüzden beyin bunu, kavrayışın yerine geçen, basitleştirilmiş ilüzyonlar yaratarak telafi eder. ilüzyonlar işe yaradığında ve ilüzyonu kabul eden insan hayatta kaldığında, bu ilüzyonlar yeni nesillere geçer.
insan beyni bir ilüzyon jeneratörüdür. insanın dünyanın merkezinde olduğu, ruhların, ahlâkın, özgür iradenin ve sevginin sihirli özelliklerinin sadece bize bahşedildiği gibi inançları oluşturan kibir, ilüzyonların yakıtıdır. mutlak güce sahip olan tanrı'nın, geriye kalan tüm evreni bize oyun alanı yaparken, gelişimimize ve hareketlerimize karşı eşsiz bir ilgi beslediğini farz ederiz. tanrı'nın, bizim gibi düşündüğü için, kayaların, ağaçların, bitkilerin ve hayvanlarınkinden çok, bizim yaşamlarımızla ilgilendiğine inanırız."
"tanrı'yı mutlak güce sahip olarak tanımlayıp, sonra da ona insanoğlunun önemine dair miyop bakış açımızı yüklemek saçma. her şeyi bilen, her şeyi yaratabilen, her şeyi yok edebilen bir tanrıya ne, ilginç veya önemli gelebilirdi. 'önem' kavramı, hayatta kalabilmek için seçimler yapma ihtiyacımızdan doğan insani bir şeydir. mutlak güce sahip bir varlığın bir şeyleri derecelendirmeye ihtiyacı yoktur. tanrı'ya, evrendeki hiç bir şey bir diğerinden daha ilginç, daha değerli, daha gerekli, daha tehdit edici veya daha önemli gelmezdi."
bir tutam gerçeklikte, bir galaksi dolusu insan beyninin anlayabileceğinden daha fazla bilgi vardır. dünyayı ve çevresini anlamak insan beynini aşar; bu yüzden beyin bunu, kavrayışın yerine geçen, basitleştirilmiş ilüzyonlar yaratarak telafi eder. ilüzyonlar işe yaradığında ve ilüzyonu kabul eden insan hayatta kaldığında, bu ilüzyonlar yeni nesillere geçer.
insan beyni bir ilüzyon jeneratörüdür. insanın dünyanın merkezinde olduğu, ruhların, ahlâkın, özgür iradenin ve sevginin sihirli özelliklerinin sadece bize bahşedildiği gibi inançları oluşturan kibir, ilüzyonların yakıtıdır. mutlak güce sahip olan tanrı'nın, geriye kalan tüm evreni bize oyun alanı yaparken, gelişimimize ve hareketlerimize karşı eşsiz bir ilgi beslediğini farz ederiz. tanrı'nın, bizim gibi düşündüğü için, kayaların, ağaçların, bitkilerin ve hayvanlarınkinden çok, bizim yaşamlarımızla ilgilendiğine inanırız."
"tanrı'yı mutlak güce sahip olarak tanımlayıp, sonra da ona insanoğlunun önemine dair miyop bakış açımızı yüklemek saçma. her şeyi bilen, her şeyi yaratabilen, her şeyi yok edebilen bir tanrıya ne, ilginç veya önemli gelebilirdi. 'önem' kavramı, hayatta kalabilmek için seçimler yapma ihtiyacımızdan doğan insani bir şeydir. mutlak güce sahip bir varlığın bir şeyleri derecelendirmeye ihtiyacı yoktur. tanrı'ya, evrendeki hiç bir şey bir diğerinden daha ilginç, daha değerli, daha gerekli, daha tehdit edici veya daha önemli gelmezdi."
cinayet
demir özlü
ben önce gönüllü olarak gittim. türkiye'yi terk ettim. mesleğimi, avukatlık yazıhanemi, her şeyimi. hiçbir güvencem olmadan çıktım. karımın ülkesine önce onları yolladım. ben onları zorladım. onlar gitmiş de ben onlara katılmış değilim. isveç televizyonunun bir davasını kazanmıştım. üç beş ay yetecek kadar para vardı, başka bir güvencem yoktu. isveç dilinde bir tek kelime bilmiyordum. buradaki bütün imtiyazlarımı; dostları, arkadaşları, her zaman istediği yerde yazı yayımlayabilmeyi vb. bütün güvencelerimi bırakarak gittim.
cavit orhan tütengil'in öldürülmesinden sonra gittim. melek gibi bir insandı. öldürüyorlar ve katili yakalanmıyor. ondan önce ümit doğanay öldürülüyor. liberal biri. benim öğretmenim, arkadaşım, sonra dostum. ben ümit doğanay'ın cenaze törenine gitmiştim. ordu üst kademesi şişli camii'nin önünde duruyor, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. sıkıyönetim mahkemesinde avukatlık yapmışım, politik olaylar içinde yaşamışım; aldığım izlenim ordu üst kademesinin müdahaleye karar verdiğiydi. "olaylar büyüsün, nereye giderse gitsin, biz daha rahatça müdahale ederiz" izlenimini aldım orada.
bu cenazeye üzüntüyle katılan cavit orhan tütengil'i 3 hafta sonra öldürdüler. cavit orhan tütengil'in cenaze töreninde asker dipçiği yiyen, bu dipçiği yediği için direnen, gazetelere adı geçen ümit kaftancıoğlu'nu da 3 ay sonra öldürdüler. dışarıdan tespit eden bir göz var. cenaze töreninde öne çıkan adamı da öldürüyorlar. şimdi aradan 15 yıl geçti, katiller ortada yok. bir devletin ilk görevi can güvenliğini sağlamaktır. can güvenliğini sağlamıyorsa bir devlet, isterse insanlarına milyonlarca dolarlık gelir temin etsin, işe yaramaz.
ben önce gönüllü olarak gittim. türkiye'yi terk ettim. mesleğimi, avukatlık yazıhanemi, her şeyimi. hiçbir güvencem olmadan çıktım. karımın ülkesine önce onları yolladım. ben onları zorladım. onlar gitmiş de ben onlara katılmış değilim. isveç televizyonunun bir davasını kazanmıştım. üç beş ay yetecek kadar para vardı, başka bir güvencem yoktu. isveç dilinde bir tek kelime bilmiyordum. buradaki bütün imtiyazlarımı; dostları, arkadaşları, her zaman istediği yerde yazı yayımlayabilmeyi vb. bütün güvencelerimi bırakarak gittim.
cavit orhan tütengil'in öldürülmesinden sonra gittim. melek gibi bir insandı. öldürüyorlar ve katili yakalanmıyor. ondan önce ümit doğanay öldürülüyor. liberal biri. benim öğretmenim, arkadaşım, sonra dostum. ben ümit doğanay'ın cenaze törenine gitmiştim. ordu üst kademesi şişli camii'nin önünde duruyor, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. sıkıyönetim mahkemesinde avukatlık yapmışım, politik olaylar içinde yaşamışım; aldığım izlenim ordu üst kademesinin müdahaleye karar verdiğiydi. "olaylar büyüsün, nereye giderse gitsin, biz daha rahatça müdahale ederiz" izlenimini aldım orada.
bu cenazeye üzüntüyle katılan cavit orhan tütengil'i 3 hafta sonra öldürdüler. cavit orhan tütengil'in cenaze töreninde asker dipçiği yiyen, bu dipçiği yediği için direnen, gazetelere adı geçen ümit kaftancıoğlu'nu da 3 ay sonra öldürdüler. dışarıdan tespit eden bir göz var. cenaze töreninde öne çıkan adamı da öldürüyorlar. şimdi aradan 15 yıl geçti, katiller ortada yok. bir devletin ilk görevi can güvenliğini sağlamaktır. can güvenliğini sağlamıyorsa bir devlet, isterse insanlarına milyonlarca dolarlık gelir temin etsin, işe yaramaz.
Kategori:
.fragman,
#cinayet,
#devlet,
#faşizm,
#şiddet,
#tc,
#türkiye,
cavit orhan tütengil,
demir özlü,
ümit doğanay,
ümit kaftancıoğlu
24.09.2010
müziğin ruhundan tragedyanın doğuşu
nietzsche
sokratesçi estetiğin en yüksek yasası, aşağı yukarı şudur: "güzel olmak için usa uygun olmak gerekir." sokratesçi anlayışın bu önermeyle yan yana yürüyen başka bir görüşü de şudur: "yalnızca bilen kimse erdemlidir."
platon, sokrates'in öğrencisi olabilmek için bütün şiirlerini yakmıştır.
sokrates: erdem bilgidir, bilgisizlikten ancak suçluluk doğar, erdemlilik mutluluktadır.
schopenhauer gerçekliği istiyordu; oysa her umut onu yanılttı. onun bir benzeri yoktur.
hiçbir çağda sanat konusunda böylesine boş sözler söylenmemiş, sanat üstüne bu denli az konuşulmamıştır.
ozanın aşamasıdır yapıtı gönüldeşim
görmüş, sezmiş onun düşlerini bile
inanın bana, insanın en gerçek deliliği
düşte gösterir kendini
her şiir; her ozanca işleyiş
bir gerçek düş yorumundan başkası değil (hans sachs)
sokratesçi estetiğin en yüksek yasası, aşağı yukarı şudur: "güzel olmak için usa uygun olmak gerekir." sokratesçi anlayışın bu önermeyle yan yana yürüyen başka bir görüşü de şudur: "yalnızca bilen kimse erdemlidir."
platon, sokrates'in öğrencisi olabilmek için bütün şiirlerini yakmıştır.
sokrates: erdem bilgidir, bilgisizlikten ancak suçluluk doğar, erdemlilik mutluluktadır.
schopenhauer gerçekliği istiyordu; oysa her umut onu yanılttı. onun bir benzeri yoktur.
hiçbir çağda sanat konusunda böylesine boş sözler söylenmemiş, sanat üstüne bu denli az konuşulmamıştır.
ozanın aşamasıdır yapıtı gönüldeşim
görmüş, sezmiş onun düşlerini bile
inanın bana, insanın en gerçek deliliği
düşte gösterir kendini
her şiir; her ozanca işleyiş
bir gerçek düş yorumundan başkası değil (hans sachs)
23.09.2010
zamanın kısa tarihi #4
stephen hawking
1965'te penzias ve wilson son derece duyarlı bir mikrodalga dedektörünü denediler. mikrodalgalar ışık gibidir ama frekansı çok daha düşüktür. dedektörün algıladığı mikrodalga ışıması belirli bir yönden gelmiyordu; zamandan ve doğrultudan hiç etkilenmiyordu, her doğrultuda ve bütün bir yıl boyunca aynıydı. ışıma dünya'nın kendi ekseni etrafında ve güneş'in çevresinde dönmesinden etkilenmiyordu. bu da mikrodalga ışımasının güneş sisteminin ve hatta yıldız kümemizin dışından geldiğini göstermekteydi. bütün evreni kat ederek bize ulaşan bu ışıma her yönde aynı olduğu için, evren de her yönde ama büyük ölçekte, aynı olmalıydı. böylece friedmann'ın öngörüsü kanıtlanmış oldu.
aynı yıllarda dicke ve peebles, gamow'un ilk evrenin akkor parlaklığında, çok sıcak ve yoğun olduğu savı üzerinde çalışıyorlardı. dicke ve peebles'ın tezine göre ilk evrenin bu kızartısını hala görebilmemiz gerekirdi; çünkü bu ışık evrenin çok uzak köşelerinden bize ancak erişiyor olmalıydı. ancak bu ışık, evrenin genişlemesi nedeniyle kırmızıya o denli kaymış olmalıydı ki şimdi biz onu mikrodalga olarak algılamalıydık. dicke ve peebles tam bu ışımayı aramaya hazırlanırken penzias ve wilson onların bu çabasını duyup aranan şeyi zaten bulmuş olduklarını fark ettiler. 1978 nobel fizik ödülü de penzias ve wilson'a verildi.
1969'da wheeler, ilk kez kara delik terimini ortaya attı. ardından michell, yeterince kütlesi olan yoğun bir yıldızın, ışığın ondan kaçamayacağı şiddette bir çekim alanı olacağına işaret etti. yıldızın yüzeyinden çıkacak herhangi bir ışık, daha pek uzaklaşamadan yıldızın kütlesel çekimiyle geri dönecekti. michell, bu türden çok sayıda yıldız olabileceğini öne sürdü. ışıkları bize ulaşamayacağından onları göremesek de kütlesel çekimlerini algılayabilecektik.
1970'te hawking ve penrose, genel göreliliğin doğruluğu ve büyük patlama -big bang- tekilliğinin gerçekleşmiş olması gerektiğini matematiksel bir teoremle ortaya koydu. bu tez birçok karşı çıkışa rağmen sonunda yaygın kabul gördü ve bugün hemen herkes evrenin büyük patlamayla başladığını varsayıyor. ancak hawking daha sonra düşüncelerini değiştirdi ve artık fizikçileri, evrenin başlangıcında bir tekillik olmadığına inandırmaya çalışıyor. ona göre tanecik etkileri hesaba katıldığında bu tekillik yok olmaktadır.
1965 ve 1970'te hawking ve penrose, genel görelilik kuramına göre kara deliğin içinde sonsuz yoğunlukta bir tekillik ve uzay-zaman eğriliği olması gerektiğini ortaya koydu. bu, zamanın başlangıcındaki büyük patlamaya benzer. bu tekillikte bilim yasaları ve geleceği kestirebilme olanağı ortadan kalkacaktır.
1967'de israel, dönmeden duran kara deliklerin genel görelilik kuramına göre çok basit yapıda olmaları gerektiğini gösterdi. kara delik, çapı kütlesine bağlı olan tam bir küre biçimindeydi ve kütlesi eşit olan herhangi iki kara delik birbirinin tıpatıp aynı olmalıydı.
1967'de bell, gökyüzünde düzenli radyo dalgası darbeleri yayınlayan nesneler olduğunu ortaya koyunca kara deliklerin varlığı ile ilgili yeni umutlar uyandı. pulsar adı verilen bu nesneler, manyetik alanları ve kendilerini çevreleyen maddeler arasındaki karmaşık etkileşimden dolayı radyo dalgası darbeleri yayınlayan döner nötron yıldızlarıydı.
bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp tanrısal olsun veya olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılmasıdır.
1965'te penzias ve wilson son derece duyarlı bir mikrodalga dedektörünü denediler. mikrodalgalar ışık gibidir ama frekansı çok daha düşüktür. dedektörün algıladığı mikrodalga ışıması belirli bir yönden gelmiyordu; zamandan ve doğrultudan hiç etkilenmiyordu, her doğrultuda ve bütün bir yıl boyunca aynıydı. ışıma dünya'nın kendi ekseni etrafında ve güneş'in çevresinde dönmesinden etkilenmiyordu. bu da mikrodalga ışımasının güneş sisteminin ve hatta yıldız kümemizin dışından geldiğini göstermekteydi. bütün evreni kat ederek bize ulaşan bu ışıma her yönde aynı olduğu için, evren de her yönde ama büyük ölçekte, aynı olmalıydı. böylece friedmann'ın öngörüsü kanıtlanmış oldu.
aynı yıllarda dicke ve peebles, gamow'un ilk evrenin akkor parlaklığında, çok sıcak ve yoğun olduğu savı üzerinde çalışıyorlardı. dicke ve peebles'ın tezine göre ilk evrenin bu kızartısını hala görebilmemiz gerekirdi; çünkü bu ışık evrenin çok uzak köşelerinden bize ancak erişiyor olmalıydı. ancak bu ışık, evrenin genişlemesi nedeniyle kırmızıya o denli kaymış olmalıydı ki şimdi biz onu mikrodalga olarak algılamalıydık. dicke ve peebles tam bu ışımayı aramaya hazırlanırken penzias ve wilson onların bu çabasını duyup aranan şeyi zaten bulmuş olduklarını fark ettiler. 1978 nobel fizik ödülü de penzias ve wilson'a verildi.
1969'da wheeler, ilk kez kara delik terimini ortaya attı. ardından michell, yeterince kütlesi olan yoğun bir yıldızın, ışığın ondan kaçamayacağı şiddette bir çekim alanı olacağına işaret etti. yıldızın yüzeyinden çıkacak herhangi bir ışık, daha pek uzaklaşamadan yıldızın kütlesel çekimiyle geri dönecekti. michell, bu türden çok sayıda yıldız olabileceğini öne sürdü. ışıkları bize ulaşamayacağından onları göremesek de kütlesel çekimlerini algılayabilecektik.
1970'te hawking ve penrose, genel göreliliğin doğruluğu ve büyük patlama -big bang- tekilliğinin gerçekleşmiş olması gerektiğini matematiksel bir teoremle ortaya koydu. bu tez birçok karşı çıkışa rağmen sonunda yaygın kabul gördü ve bugün hemen herkes evrenin büyük patlamayla başladığını varsayıyor. ancak hawking daha sonra düşüncelerini değiştirdi ve artık fizikçileri, evrenin başlangıcında bir tekillik olmadığına inandırmaya çalışıyor. ona göre tanecik etkileri hesaba katıldığında bu tekillik yok olmaktadır.
1965 ve 1970'te hawking ve penrose, genel görelilik kuramına göre kara deliğin içinde sonsuz yoğunlukta bir tekillik ve uzay-zaman eğriliği olması gerektiğini ortaya koydu. bu, zamanın başlangıcındaki büyük patlamaya benzer. bu tekillikte bilim yasaları ve geleceği kestirebilme olanağı ortadan kalkacaktır.
1967'de israel, dönmeden duran kara deliklerin genel görelilik kuramına göre çok basit yapıda olmaları gerektiğini gösterdi. kara delik, çapı kütlesine bağlı olan tam bir küre biçimindeydi ve kütlesi eşit olan herhangi iki kara delik birbirinin tıpatıp aynı olmalıydı.
1967'de bell, gökyüzünde düzenli radyo dalgası darbeleri yayınlayan nesneler olduğunu ortaya koyunca kara deliklerin varlığı ile ilgili yeni umutlar uyandı. pulsar adı verilen bu nesneler, manyetik alanları ve kendilerini çevreleyen maddeler arasındaki karmaşık etkileşimden dolayı radyo dalgası darbeleri yayınlayan döner nötron yıldızlarıydı.
bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp tanrısal olsun veya olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılmasıdır.
din
voltaire: batıl inançlar tüm dünyanın alev almasına yol açar; felsefe bu yangını söndürür.
lemuel k. washburn: "inanın ve kurtulun, inanmayın ve lanetlenin" diyen bir adam bizim hayranlığımızı kazanamaz.
pearl s. buck: küçük embriyo roman yazarı, nerde doğarsan doğ, fakat asla büyük bir inancın gölgesinde, ilk günahın yükü altında, kurtuluş lanetiyle dünyaya gelme.
diderot: baldıran otunu maydanozla karıştırmamak çok önemlidir; fakat tanrı'ya inanıp inanmamanın hiçbir önemi yoktur.
percy bysshe shelley: eğer sonsuz iyiliğe sahipse neden ondan korkmamız gereksin? eğer sonsuz bilgeliğe sahipse neden geleceğimizle ilgili şüphelerimiz var? eğer her şeyi biliyorsa neden ihtiyaçlarımız konusunda onu uyarıyor ve dualarımızla onu yoruyoruz? eğer her yerdeyse neden onun için tapınaklar inşa ediyoruz? eğer adilse neden onun zaaflarla doldurduğu varlıkları cezalandıracağından korkuyoruz? eğer mantıklıysa mantıksız olma özgürlüğünü verdiği körlere nasıl kızabilir? eğer kavranamazsa kendimizi neden onunla meşgul ediyoruz?
schiller: sağlıklı bir doğa tanrı'ya ya da ölümsüzlüğe ihtiyaç duymaz.
archibald macleish: sevdiklerinin değil, nefret ettiklerinin doğrultusunda yaşayan bir adam hastadır.
lemuel k. washburn: "inanın ve kurtulun, inanmayın ve lanetlenin" diyen bir adam bizim hayranlığımızı kazanamaz.
pearl s. buck: küçük embriyo roman yazarı, nerde doğarsan doğ, fakat asla büyük bir inancın gölgesinde, ilk günahın yükü altında, kurtuluş lanetiyle dünyaya gelme.
diderot: baldıran otunu maydanozla karıştırmamak çok önemlidir; fakat tanrı'ya inanıp inanmamanın hiçbir önemi yoktur.
percy bysshe shelley: eğer sonsuz iyiliğe sahipse neden ondan korkmamız gereksin? eğer sonsuz bilgeliğe sahipse neden geleceğimizle ilgili şüphelerimiz var? eğer her şeyi biliyorsa neden ihtiyaçlarımız konusunda onu uyarıyor ve dualarımızla onu yoruyoruz? eğer her yerdeyse neden onun için tapınaklar inşa ediyoruz? eğer adilse neden onun zaaflarla doldurduğu varlıkları cezalandıracağından korkuyoruz? eğer mantıklıysa mantıksız olma özgürlüğünü verdiği körlere nasıl kızabilir? eğer kavranamazsa kendimizi neden onunla meşgul ediyoruz?
schiller: sağlıklı bir doğa tanrı'ya ya da ölümsüzlüğe ihtiyaç duymaz.
archibald macleish: sevdiklerinin değil, nefret ettiklerinin doğrultusunda yaşayan bir adam hastadır.
Kategori:
.kolaj,
#din,
archibald macleish,
diderot,
lemuel k. washburn,
pearl s. buck,
percy bysshe shelley,
schiller,
voltaire
22.09.2010
onuncu köy
fakir baykurt
karşı mahalleye "üç damlar" derlerdi. şimdi orda, yirmiden fazla ev var. demek ilk icat olduğunda üçtü. bir ad ki, nasıl konur kardaşım, öyle kalır.
kimine yağ mumu, kimine balmumu.
köylük yerde, bir kapıda korunabilmek için dilini tutacaksın. bir kısım davanı öbür dünyaya saklayacaksın.
iki su bir ekmek yerine geçer.
- ne zararı var sana dinin?
- ne zararı olsun? ama çevremde öylelerini görüyorum ki, din ezmiş, bastırmış! kendilerine güvenlerini öldürmüş. bir büyük destekleri olmadıkça, bir değere sahip olmadıkları inancını yerleştirmiş.
her insanın ömründe bir lekesi, bir utancı olur derdi eskiler.
bahar gelende, ağkurtları, keseleri delip dallara yayılır. meyve çiçeklerinin içine yumurta yaparlar. çiçekler meyve olunca, yumurtalar içerde kalır, sonra büyüyüp kurt olurlar.
tüfeğin vurmazı olmaz, gözlemeye göz gerek. karının da vermezi olmaz, istemeye yüz gerek.
kepeneğin altında er yatar.
çirkin ile bal yenmez, güzel ile taş taşı. güzelin kahrı çekilir.
zaten ne namaz biliyor, ne aptes! doğru dürüst cumalara bile gelmiyor! namaz düşünmeyen adam ne düşünür? fitnelik, fesatlık! dahi komonistlik düşünür! öyle değil mi ihtiyar, cevap ver bana; başka ne düşünür?
malum ya, ayart, büyüden kuvvetlidir.
her tedariği tamam. ille bir şirin kancık! çalışmalı, sonra sevişmeli. sevişen insanın kimseye ziyanı olmaz.
nasıl evin kapısı varsa, lafın da kapısı var. kapı dururken bacadan girilmez.
insan yediğiyle değil, hazmettiğiyle yaşar.
hovarda dediğin gece kuşudur. ortalık ışımadan yuvasına döner.
sığırın alası dışındadır, insanın alası içinde. sığırı tanırsın da, insanı tanıyamazsın! ne gayede gezdiğini bilemezsin!
bir ağaçtan okluk da çıkar, bokluk da.
kız kısmının bir gecelik işi var. ikinci gün kervan geçer yol olur. üç gün gelinlik sürer, sonra haydi ahıra! haydi yazıya! ahırda yarı beline kadar mayısa batar. yazıda ellerine diken dolar. yüzünü güneş kavurur.
köylüyle birlikte bizi de isterlerse, nazlanmaz, gideriz. gider, görmedik deriz. görmedik, bilmiyoruz, tamam! dünyada en doğru cevap budur. görsen bile görmedim. yanan yansın, sönen sönsün.
bizden ırak olsun, cehenneme direk olsun.
cahil milletlerin karıları doğurgan olur. bunu biz de bilirdik ama böyle değil. biz, yoksulun çocuğu çok olur derdik. oysa, cahilin çocuğu çok olurmuş. sen diyeceksin ki, ikisinin arasında fark yok! ha ali hoca, ha hoca ali! valla doğru! çocuk bolluğundan kurtulmak için varsıl olmalı, okuma yazma bellemeli insan! bir de var ki, herkes okur yazar olursa, o zaman da asker durumu tehlikeye düşer. madem yoksulluk azaldıkça, okuma irelledikçe çocuk az oluyor, asker de az olur. bir de bakmışsın, türk'ün ordusu tükenivermiş! bu da iyi değil. heral bunun için, yeni parti yoksulluğu artırıyor, okul işini de gevşetti. okuma, okuma ama o kadar değil! bakarsın bir harp olur, cepheye sürecek asker yok. çok kötü olur, hocaa!
cami hocaları ne diyor hutbede: "karı senin tapulu malındır; ister döver, ister seversin!"
gönlün sığdığı yere köy sığar.
demokrasinin sakıncaları da var. her şeyden önce, adını getirmekle, kendisini getirmiş olmuyoruz. iş bunda da gelip eğitime dayanıyor. cahillik, toplumsal yaşayışımızda gedikler açıyor. yunus bey'ler bu gediklerden işliyor. arapça okulları da böyle.
varını veren utanmaz.
hey benim tanrım, dünyayı yarattın, iyi güzel, çok teşekkür ederiz, binlerce şükür sana, ya bu akılsız kulları neye yarattın?
orası karanlık bilmece! iki köpek için, iki çocuk için, birbirleriyle kanlı bıçaklı olurlar da, kardaşın kardaşa vermeye kıyamayacağı topraklar için seslerini çıkarmazlar! anlaşılmaz bilmecedir burası!
yalandan mal mülk olur, her şey olur, türkü olamaz.
gelmek iradeyle, gitmek müsaadeyle.
iyi adam eşeğinden, iyi karı döşeğinden belli olur.
görmek yeter! şöyle yakına gelse, yan gözle baksan.. tamam! ama dikkatli olacaksın. boyuna bosuna, eline yüzüne, kalçasına buduna.. avrat pazarında bunlar önemli. asıl önemlisi, ağzına bakacaksın. kadın kısmının ağzı dar gerek. onların her yeri ağzına kıyastır.
olacaksan bir yiğide yar ol dünyada!
sana kulak verecek insanlar var; eğer gerekli tavrı almazsan, bir şeyler yapmazsan, haksızlıklar inatçı kan çıbanı gibi sürüp gidecektir! gerektiğinde sadece bir göz etmek, insanları uyarmaya yeter!
eşeğin canı yanınca, atı kor geçer. bıçak kemiğe dayanınca, elbet köylü takımı da bir şeyler yapar.
karşı mahalleye "üç damlar" derlerdi. şimdi orda, yirmiden fazla ev var. demek ilk icat olduğunda üçtü. bir ad ki, nasıl konur kardaşım, öyle kalır.
kimine yağ mumu, kimine balmumu.
köylük yerde, bir kapıda korunabilmek için dilini tutacaksın. bir kısım davanı öbür dünyaya saklayacaksın.
iki su bir ekmek yerine geçer.
- ne zararı var sana dinin?
- ne zararı olsun? ama çevremde öylelerini görüyorum ki, din ezmiş, bastırmış! kendilerine güvenlerini öldürmüş. bir büyük destekleri olmadıkça, bir değere sahip olmadıkları inancını yerleştirmiş.
her insanın ömründe bir lekesi, bir utancı olur derdi eskiler.
bahar gelende, ağkurtları, keseleri delip dallara yayılır. meyve çiçeklerinin içine yumurta yaparlar. çiçekler meyve olunca, yumurtalar içerde kalır, sonra büyüyüp kurt olurlar.
tüfeğin vurmazı olmaz, gözlemeye göz gerek. karının da vermezi olmaz, istemeye yüz gerek.
kepeneğin altında er yatar.
çirkin ile bal yenmez, güzel ile taş taşı. güzelin kahrı çekilir.
zaten ne namaz biliyor, ne aptes! doğru dürüst cumalara bile gelmiyor! namaz düşünmeyen adam ne düşünür? fitnelik, fesatlık! dahi komonistlik düşünür! öyle değil mi ihtiyar, cevap ver bana; başka ne düşünür?
malum ya, ayart, büyüden kuvvetlidir.
her tedariği tamam. ille bir şirin kancık! çalışmalı, sonra sevişmeli. sevişen insanın kimseye ziyanı olmaz.
nasıl evin kapısı varsa, lafın da kapısı var. kapı dururken bacadan girilmez.
insan yediğiyle değil, hazmettiğiyle yaşar.
hovarda dediğin gece kuşudur. ortalık ışımadan yuvasına döner.
sığırın alası dışındadır, insanın alası içinde. sığırı tanırsın da, insanı tanıyamazsın! ne gayede gezdiğini bilemezsin!
bir ağaçtan okluk da çıkar, bokluk da.
kız kısmının bir gecelik işi var. ikinci gün kervan geçer yol olur. üç gün gelinlik sürer, sonra haydi ahıra! haydi yazıya! ahırda yarı beline kadar mayısa batar. yazıda ellerine diken dolar. yüzünü güneş kavurur.
köylüyle birlikte bizi de isterlerse, nazlanmaz, gideriz. gider, görmedik deriz. görmedik, bilmiyoruz, tamam! dünyada en doğru cevap budur. görsen bile görmedim. yanan yansın, sönen sönsün.
bizden ırak olsun, cehenneme direk olsun.
cahil milletlerin karıları doğurgan olur. bunu biz de bilirdik ama böyle değil. biz, yoksulun çocuğu çok olur derdik. oysa, cahilin çocuğu çok olurmuş. sen diyeceksin ki, ikisinin arasında fark yok! ha ali hoca, ha hoca ali! valla doğru! çocuk bolluğundan kurtulmak için varsıl olmalı, okuma yazma bellemeli insan! bir de var ki, herkes okur yazar olursa, o zaman da asker durumu tehlikeye düşer. madem yoksulluk azaldıkça, okuma irelledikçe çocuk az oluyor, asker de az olur. bir de bakmışsın, türk'ün ordusu tükenivermiş! bu da iyi değil. heral bunun için, yeni parti yoksulluğu artırıyor, okul işini de gevşetti. okuma, okuma ama o kadar değil! bakarsın bir harp olur, cepheye sürecek asker yok. çok kötü olur, hocaa!
cami hocaları ne diyor hutbede: "karı senin tapulu malındır; ister döver, ister seversin!"
gönlün sığdığı yere köy sığar.
demokrasinin sakıncaları da var. her şeyden önce, adını getirmekle, kendisini getirmiş olmuyoruz. iş bunda da gelip eğitime dayanıyor. cahillik, toplumsal yaşayışımızda gedikler açıyor. yunus bey'ler bu gediklerden işliyor. arapça okulları da böyle.
varını veren utanmaz.
hey benim tanrım, dünyayı yarattın, iyi güzel, çok teşekkür ederiz, binlerce şükür sana, ya bu akılsız kulları neye yarattın?
orası karanlık bilmece! iki köpek için, iki çocuk için, birbirleriyle kanlı bıçaklı olurlar da, kardaşın kardaşa vermeye kıyamayacağı topraklar için seslerini çıkarmazlar! anlaşılmaz bilmecedir burası!
yalandan mal mülk olur, her şey olur, türkü olamaz.
gelmek iradeyle, gitmek müsaadeyle.
iyi adam eşeğinden, iyi karı döşeğinden belli olur.
görmek yeter! şöyle yakına gelse, yan gözle baksan.. tamam! ama dikkatli olacaksın. boyuna bosuna, eline yüzüne, kalçasına buduna.. avrat pazarında bunlar önemli. asıl önemlisi, ağzına bakacaksın. kadın kısmının ağzı dar gerek. onların her yeri ağzına kıyastır.
olacaksan bir yiğide yar ol dünyada!
sana kulak verecek insanlar var; eğer gerekli tavrı almazsan, bir şeyler yapmazsan, haksızlıklar inatçı kan çıbanı gibi sürüp gidecektir! gerektiğinde sadece bir göz etmek, insanları uyarmaya yeter!
eşeğin canı yanınca, atı kor geçer. bıçak kemiğe dayanınca, elbet köylü takımı da bir şeyler yapar.
21.09.2010
oz
temiz, sinekkaydı bir tıraş gibisi yoktur.
oz'dan kurnaz yöntemlerle kaçabilirsiniz: eroin, alkol. beynini kimyasallarla sikersin ve neredeyse özgür kalmak kadar güzeldir. sorun şu ki, çok fazla uyuşturucu kullanırsın ve başka bir şekilde mahkum olursun. ve bunu takip eden boşluktan kurtulmak daha da zordur.
büyük, berbat bir olaydan sonra kim olduğunuzu keşfedersiniz, içinizdekini.
arada bir küçükken yaptığım bir şeyi hatırlıyorum ya da babam tarafından bana yapılmış bir şeyi. veya abim veya kuzenim; bir incinme, aşağılanma. ve şimdi sanki, bir iki yüzyıl önce başka birisine yapılmış gibi geliyor. hatırladığım şeyin gerçekten olup olmadığını bile bilmiyorum. bütün hayatınızı küçük bir çocuğun kavrayışına bağlayamazsınız, bazı hatıraların yansımalarına. hayır, bütün bu boklukları bir kenara bırakmalısınız. yeni bir başlangıç yapmalısınız. her yeni günde yeni baştan başlamalısınız.
bazen kalmak da gitmek kadar cesaret ister.
insanlar kim olduklarını düşünerek hayatlarını yaşıyorlar. koca, anne, evlat; avukat, doktor, pizzacı; baptist, yahudi, müslüman; italyan, irlandalı, ırkçı; siyah, beyaz, sarı; erkek, kadın. sonra bir şeyler oluyor, bütün bu hayaller boka bulanıyor ve gerçekle baş başa kalıyorsunuz. ürkütücü, yalın gerçekle.
seksle ilgili sorun şu ki asla ilkindeki kadar güzel olmaz ve seks bir kez sıktı mı, onunla ortak hiçbir noktan kalmadığını anlarsın.
kimileri der ki, incil şimdiye kadar anlatılmış en muhteşem hikayedir. hayır. en iyi hikaye: oğlan kızla tanışır, oğlan kızı kaybeder, oğlan kızı alır. evet. oğlan kızla tanışır. sikinizin kanla dolduğu o ilk an.
oz'dan kurnaz yöntemlerle kaçabilirsiniz: eroin, alkol. beynini kimyasallarla sikersin ve neredeyse özgür kalmak kadar güzeldir. sorun şu ki, çok fazla uyuşturucu kullanırsın ve başka bir şekilde mahkum olursun. ve bunu takip eden boşluktan kurtulmak daha da zordur.
büyük, berbat bir olaydan sonra kim olduğunuzu keşfedersiniz, içinizdekini.
arada bir küçükken yaptığım bir şeyi hatırlıyorum ya da babam tarafından bana yapılmış bir şeyi. veya abim veya kuzenim; bir incinme, aşağılanma. ve şimdi sanki, bir iki yüzyıl önce başka birisine yapılmış gibi geliyor. hatırladığım şeyin gerçekten olup olmadığını bile bilmiyorum. bütün hayatınızı küçük bir çocuğun kavrayışına bağlayamazsınız, bazı hatıraların yansımalarına. hayır, bütün bu boklukları bir kenara bırakmalısınız. yeni bir başlangıç yapmalısınız. her yeni günde yeni baştan başlamalısınız.
bazen kalmak da gitmek kadar cesaret ister.
insanlar kim olduklarını düşünerek hayatlarını yaşıyorlar. koca, anne, evlat; avukat, doktor, pizzacı; baptist, yahudi, müslüman; italyan, irlandalı, ırkçı; siyah, beyaz, sarı; erkek, kadın. sonra bir şeyler oluyor, bütün bu hayaller boka bulanıyor ve gerçekle baş başa kalıyorsunuz. ürkütücü, yalın gerçekle.
seksle ilgili sorun şu ki asla ilkindeki kadar güzel olmaz ve seks bir kez sıktı mı, onunla ortak hiçbir noktan kalmadığını anlarsın.
kimileri der ki, incil şimdiye kadar anlatılmış en muhteşem hikayedir. hayır. en iyi hikaye: oğlan kızla tanışır, oğlan kızı kaybeder, oğlan kızı alır. evet. oğlan kızla tanışır. sikinizin kanla dolduğu o ilk an.
19.09.2010
morsalkım yazı
william faulkner
bir keresinde bir morsalkım yazı yaşanmıştı. sanki gelmiş geçmiş bütün baharlar tek bir baharda, tek bir yazda toplanmış gibi her yerde bir morsalkım çılgınlığı vardı. dünya üzerinde soluk almış bütün kadınlara ait bahar ve yaz günleri, geçip gitmiş bütün zamanlarda ertelenmiş bütün kayıp baharlardan ödünç alınmış, geri tepmiş, tekrar çiçeğe durmuştu. morsalkımın hasat yılıydı: köklerin uyanışının, filizlerin sürüşünün, zamanın ve iklimin o tatlı çakışmasıdır hasat yılı; ve ben (on dördümdeydim) çiçeğe durduğumu iddia etmeyeceğim, tek bir erkek bile dönüp ikinci defa bakmamıştı -bakmayacaktı- ne de olsa, değil bir çocuk, çocuktan da aşağı görüldüm hep; kadından ziyade çocuk gibi değil, kadınlıktan hiç nasibini almamış gibi. yapraklandım da diyemeyeceğim -belki de çocukluk aşklarının narin su sineği oyunlarını bana bahşedebilecek ya da müstakbel şehvetin yırtıcı erkek arılarını duraklatabilecek yeşillikten, tazelikten ürken, büzüşmüş acı bir solgunluk ve dumura uğramış yarı palazlanmışlık vardı üzerimde. ama köklenme ve filizlenmede ısrar ediyor, onları sahipleniyorum, neticede yılandan beri kız kardeşsiz kalmış bütün havva'ların mirasçısı değil miyim ben de? evet, filizlenmede ısrarlıyım: kim bilir hangi kör mükemmel tohumun büzüşmüş özünden: zira unutulmuş boğum boğum bir kökün istilacı bir yoğunlukla, daha istilacı ve daha yoğun ve ölçüsüzce mükemmel sürgün vermeyeceğini kim söyleyebilir, belki o ihmal edilmiş kök kupkuru ekilmiştir; ama ölü eğildir; sadece uyumuş, unutmuştur.
bir keresinde bir morsalkım yazı yaşanmıştı. sanki gelmiş geçmiş bütün baharlar tek bir baharda, tek bir yazda toplanmış gibi her yerde bir morsalkım çılgınlığı vardı. dünya üzerinde soluk almış bütün kadınlara ait bahar ve yaz günleri, geçip gitmiş bütün zamanlarda ertelenmiş bütün kayıp baharlardan ödünç alınmış, geri tepmiş, tekrar çiçeğe durmuştu. morsalkımın hasat yılıydı: köklerin uyanışının, filizlerin sürüşünün, zamanın ve iklimin o tatlı çakışmasıdır hasat yılı; ve ben (on dördümdeydim) çiçeğe durduğumu iddia etmeyeceğim, tek bir erkek bile dönüp ikinci defa bakmamıştı -bakmayacaktı- ne de olsa, değil bir çocuk, çocuktan da aşağı görüldüm hep; kadından ziyade çocuk gibi değil, kadınlıktan hiç nasibini almamış gibi. yapraklandım da diyemeyeceğim -belki de çocukluk aşklarının narin su sineği oyunlarını bana bahşedebilecek ya da müstakbel şehvetin yırtıcı erkek arılarını duraklatabilecek yeşillikten, tazelikten ürken, büzüşmüş acı bir solgunluk ve dumura uğramış yarı palazlanmışlık vardı üzerimde. ama köklenme ve filizlenmede ısrar ediyor, onları sahipleniyorum, neticede yılandan beri kız kardeşsiz kalmış bütün havva'ların mirasçısı değil miyim ben de? evet, filizlenmede ısrarlıyım: kim bilir hangi kör mükemmel tohumun büzüşmüş özünden: zira unutulmuş boğum boğum bir kökün istilacı bir yoğunlukla, daha istilacı ve daha yoğun ve ölçüsüzce mükemmel sürgün vermeyeceğini kim söyleyebilir, belki o ihmal edilmiş kök kupkuru ekilmiştir; ama ölü eğildir; sadece uyumuş, unutmuştur.
house m.d.
sevdiğini korumak insanın doğasında var.
erkekler domuzdur. şişman, zayıf, evli, bekar, yabancı, akraba demeden herkesle seks yaparlar.
insanlar, tanrı’ya onları böcek gibi ezmemesi için dua ederler.
insanlar kendilerini küçük şeylerle ele verir.
sadece inanılmaz derecede sığ, kendine güvensiz bir kadın, yüksek topuklularla bütün gün acı çekmeyi, güzel görünen ve rahat bir ayakkabı giymeye tercih eder.
ıstırap yokluktan daha iyidir.
sevgiyle nefret arasında ince bir çizgi yoktur. sevgiyle nefret arasında 5 metre arayla gözcüler yerleştirilmiş çin seddi vardır.
duygular mantıklı kararlar almanızı sağlasaydı duygu olmazlardı.
güzellik bizi gerçeğe giden yoldan çıkarır. bildiklerimiz de hayalarımıza geçirir bir tane.
bu konuda yapabileceğin bir şey yok. o senin baban. ne yaparsa yapsın onu seveceksin.
sizde parazit var. paraziti sevmeyi öğrenir, ona isim verir, küçük kıyafetler giydirir, parazitlerine oyun arkadaşları bulursun.
koku ve dini simgeler görmek temporal lobda şişme olduğunun belirtisidir.
biri hakkında gerçeği öğrenmek istiyorsanız, en son kendisiyle konuşmalısınız.
erkekler domuzdur. şişman, zayıf, evli, bekar, yabancı, akraba demeden herkesle seks yaparlar.
insanlar, tanrı’ya onları böcek gibi ezmemesi için dua ederler.
insanlar kendilerini küçük şeylerle ele verir.
sadece inanılmaz derecede sığ, kendine güvensiz bir kadın, yüksek topuklularla bütün gün acı çekmeyi, güzel görünen ve rahat bir ayakkabı giymeye tercih eder.
ıstırap yokluktan daha iyidir.
sevgiyle nefret arasında ince bir çizgi yoktur. sevgiyle nefret arasında 5 metre arayla gözcüler yerleştirilmiş çin seddi vardır.
duygular mantıklı kararlar almanızı sağlasaydı duygu olmazlardı.
güzellik bizi gerçeğe giden yoldan çıkarır. bildiklerimiz de hayalarımıza geçirir bir tane.
bu konuda yapabileceğin bir şey yok. o senin baban. ne yaparsa yapsın onu seveceksin.
sizde parazit var. paraziti sevmeyi öğrenir, ona isim verir, küçük kıyafetler giydirir, parazitlerine oyun arkadaşları bulursun.
koku ve dini simgeler görmek temporal lobda şişme olduğunun belirtisidir.
biri hakkında gerçeği öğrenmek istiyorsanız, en son kendisiyle konuşmalısınız.
18.09.2010
altın meyveler
nathalie sarraute
bazı kitapların hak ettiği tek şey unutulmaktır.
insanların en az tahammül ettikleri şeyin, şarkıyı detone söylemekle suçlanmak olduğu söylenir. inanıyorum ki, insanın zevkinden kuşkuya düşülmesi çok daha berbattır.
romancı, gerçek bir romancıysa, her hareketi, ona tüm anlamını veren son derece karmaşık bir bütüne yerleştirir. bu bütünden ayrılan bir hareket, kendi başına hiçbir şey ifade etmez, bu açık. hiçbir sanat yapıtında, hiçbir şey bütünden ayrılamaz. tutarlı bir bütündür: her parça diğerleri tarafından gerekli kılınır ve onları gerekli kılar. romanları, sözünü ettiğiniz bu zavallı kız gibi okuyanların ellerinde yalnızca hak ettikleri kalır. onların sanat yapıtının ne olduğuyla ilgili en küçük bir mevhumları yoktur. en küçük kanıları bile..
bir romanda bir sayfa neyi kanıtlar ki? en dikkatli uzman bile yanılabilir. bir yapıtta önemli olan, bütündür. bütün parçalarının birbirlerine bağımlılığıdır, eserin yapısıdır. o sayfanın yapıtın bütünlüğü içine yerleştirilişidir, başka yerden gelen aydınlatılmasıdır, ona dayanarak gerçekleşen kaymadır, eserin açılmasıdır. taklit bir sayfa, ne kadar ustalıklı olursa olsun, hiçbir şey kanıtlamaz.
size nasıl söylemeli? ah, tabii ki, orada derinlik bulunamaz. larvaların kaynaşması, boğucu miyasmalar çıkaran bilmem hangi balçık zeminde, insanı dibe çeken bilmem hangi kokuşmuş bataklarda bocalamalar yok. hayır. buna altın meyveler'de rastlanmıyor. ama, orada rastlanan, büyük romanları oluşturan şey. bir romancı için, sanıyorum, bütün sanat, şunda, bu iğrenç kaynaşmaların, bu kokuşmuşlukların, adlandırıldıkları biçimleriyle varolduklarını farz edelim, ki ben bundan emin değilim. bu "karanlık süreçlerin" üzerinde yükselmektir. dürüst olmak gerekirse, ben buna inanmıyorum. ama haydi yine de kabul edelim. iyi ya, sanat, tam da bütün bunları kurutmaktan, onlardan, üzerlerinde bir yapıt inşa edilebilecek, yaratılabilecek, sağlam, sert bir toprak oluşturmaktan ibarettir. büyük bir roman, bana göre, bataklıklar üzerinde inşa edilen saint-petersbourg gibidir; ne zahmetler pahasına, lagünün bulanık suları üzerinde kazanılan venedik gibidir.
bazı kitapların hak ettiği tek şey unutulmaktır.
insanların en az tahammül ettikleri şeyin, şarkıyı detone söylemekle suçlanmak olduğu söylenir. inanıyorum ki, insanın zevkinden kuşkuya düşülmesi çok daha berbattır.
romancı, gerçek bir romancıysa, her hareketi, ona tüm anlamını veren son derece karmaşık bir bütüne yerleştirir. bu bütünden ayrılan bir hareket, kendi başına hiçbir şey ifade etmez, bu açık. hiçbir sanat yapıtında, hiçbir şey bütünden ayrılamaz. tutarlı bir bütündür: her parça diğerleri tarafından gerekli kılınır ve onları gerekli kılar. romanları, sözünü ettiğiniz bu zavallı kız gibi okuyanların ellerinde yalnızca hak ettikleri kalır. onların sanat yapıtının ne olduğuyla ilgili en küçük bir mevhumları yoktur. en küçük kanıları bile..
bir romanda bir sayfa neyi kanıtlar ki? en dikkatli uzman bile yanılabilir. bir yapıtta önemli olan, bütündür. bütün parçalarının birbirlerine bağımlılığıdır, eserin yapısıdır. o sayfanın yapıtın bütünlüğü içine yerleştirilişidir, başka yerden gelen aydınlatılmasıdır, ona dayanarak gerçekleşen kaymadır, eserin açılmasıdır. taklit bir sayfa, ne kadar ustalıklı olursa olsun, hiçbir şey kanıtlamaz.
size nasıl söylemeli? ah, tabii ki, orada derinlik bulunamaz. larvaların kaynaşması, boğucu miyasmalar çıkaran bilmem hangi balçık zeminde, insanı dibe çeken bilmem hangi kokuşmuş bataklarda bocalamalar yok. hayır. buna altın meyveler'de rastlanmıyor. ama, orada rastlanan, büyük romanları oluşturan şey. bir romancı için, sanıyorum, bütün sanat, şunda, bu iğrenç kaynaşmaların, bu kokuşmuşlukların, adlandırıldıkları biçimleriyle varolduklarını farz edelim, ki ben bundan emin değilim. bu "karanlık süreçlerin" üzerinde yükselmektir. dürüst olmak gerekirse, ben buna inanmıyorum. ama haydi yine de kabul edelim. iyi ya, sanat, tam da bütün bunları kurutmaktan, onlardan, üzerlerinde bir yapıt inşa edilebilecek, yaratılabilecek, sağlam, sert bir toprak oluşturmaktan ibarettir. büyük bir roman, bana göre, bataklıklar üzerinde inşa edilen saint-petersbourg gibidir; ne zahmetler pahasına, lagünün bulanık suları üzerinde kazanılan venedik gibidir.
17.09.2010
düş
paul eluard
hiçbir düşünce, hiçbir dize yok ki, senden bağımsız olsun. sen tüm imgelerim, tüm sevinçlerim, tüm hüzünlerimsin.
geçen gece odaya vuran geniş bir ay huzmesi vardı ve seni gördüm, evet gerçekten seni gördüm, çırılçıplaktın ve bacakların açık duruyordu. ve iki adam, birisi ağzından, öteki cinsel organından giriyordu sana. esmer ve çok güzeldin. ve hâlâ bu düşü düşünüyorum, sen benim için aşkın somutlaşmış biçimi, isteğin ve erotik zevkin en derin varlığısın. sen benim tüm düş gücümsün. ve yalnız olduğum bu öğleden sonra, kendinden verebileceğin her şeyi, düşüncenin taşkınlığına kendisini bırakmış bedeninin gözüpekliğini düşlüyorum. ve yavaş yavaş arzuyla doluyorum. memelerini, gözlerini, ağzını, ellerini, oranı öpüyorum. seni seviyorum, her zaman senin istediklerini yapacağım. senin önünde eğilmiş tapınıyorum. cinsel organının, memelerinin, gözlerinin, ellerinin yapmak istediklerini yapacağım. tüm güzelliklerin parıldadığı, dünyanın, herkesin büyülendiği, dünyanın tüm büyülerinin gelip geçtiği duyarlı, çekici evrensin sen. sana tapıyorum, güneşim. sen sonsuza kadar benimsin.
hiçbir düşünce, hiçbir dize yok ki, senden bağımsız olsun. sen tüm imgelerim, tüm sevinçlerim, tüm hüzünlerimsin.
geçen gece odaya vuran geniş bir ay huzmesi vardı ve seni gördüm, evet gerçekten seni gördüm, çırılçıplaktın ve bacakların açık duruyordu. ve iki adam, birisi ağzından, öteki cinsel organından giriyordu sana. esmer ve çok güzeldin. ve hâlâ bu düşü düşünüyorum, sen benim için aşkın somutlaşmış biçimi, isteğin ve erotik zevkin en derin varlığısın. sen benim tüm düş gücümsün. ve yalnız olduğum bu öğleden sonra, kendinden verebileceğin her şeyi, düşüncenin taşkınlığına kendisini bırakmış bedeninin gözüpekliğini düşlüyorum. ve yavaş yavaş arzuyla doluyorum. memelerini, gözlerini, ağzını, ellerini, oranı öpüyorum. seni seviyorum, her zaman senin istediklerini yapacağım. senin önünde eğilmiş tapınıyorum. cinsel organının, memelerinin, gözlerinin, ellerinin yapmak istediklerini yapacağım. tüm güzelliklerin parıldadığı, dünyanın, herkesin büyülendiği, dünyanın tüm büyülerinin gelip geçtiği duyarlı, çekici evrensin sen. sana tapıyorum, güneşim. sen sonsuza kadar benimsin.
özne
alain touraine
özne, özgürleştirici bir sözden çok, genellikle özneye somut bir varoluş kazandırmakla birlikte onu, bir tanrı'nın, halkın ya da özgürlüğün ve eşitliğin adına erki ele geçirmiş ve lenin'in 1917 sonundan itibaren yaptığı gibi kişisel özgürlükleri sessizliğe indirgemiş dinsel, siyasal ve toplumsal hareketlerin iyi bilinen örneği doğrultusunda devirmekle tehdit eden düzenli güçlere karşı kendini savaşımlarıyla ortaya koyan bir eylem ve bir bilinçtir.
bütün toplumsal egemenlik biçimleri karşısında en iyi savunmayı, özne fikrine bağlı insan hakları fikri sunar.
toplum fikrinin yıkılması bizi bir felaketten ancak özne fikrinin kurulmasına, ne kazancı, ne erki ne de utkuyu arayan, yalnızca her insanın onurlu yaşama hakkını ve layık olduğu saygıyı ortaya koyan bir eylem arayışına götürüyorsa kurtarır.
özne, dünyada yaşar; ama dünyaya ait değildir. işte bu yüzden özne fikri ırkçılığa karşı alabildiğine güçlü bir silahtır. toplumsal ya da ulusal bir grup kendini mutlak iyiyle, bir tanrıyla, gelecekle ya da ilerlemeyle özdeşleştirdiğinde kendi kendisinin tersini de yaratmaktadır. bir tanrıya inanmak, bir şeytana ya da başka herhangi bir kötülük ilkesine inanmayı da içerir.
insan, mutluluğunun ya da kendisine erdemli olduğu öğretilen şeyin peşinde koştuğunda değil; göreve, evrensel olanın nüfuzundan başka bir şey olmayan bir bilgi görevine boyun eğdiğinde ahlaksal bir öznedir. "bilme cesaretini göster. kendi öz anlığını kullanma cesaretini göster." der kant.
özne, özgürleştirici bir sözden çok, genellikle özneye somut bir varoluş kazandırmakla birlikte onu, bir tanrı'nın, halkın ya da özgürlüğün ve eşitliğin adına erki ele geçirmiş ve lenin'in 1917 sonundan itibaren yaptığı gibi kişisel özgürlükleri sessizliğe indirgemiş dinsel, siyasal ve toplumsal hareketlerin iyi bilinen örneği doğrultusunda devirmekle tehdit eden düzenli güçlere karşı kendini savaşımlarıyla ortaya koyan bir eylem ve bir bilinçtir.
bütün toplumsal egemenlik biçimleri karşısında en iyi savunmayı, özne fikrine bağlı insan hakları fikri sunar.
toplum fikrinin yıkılması bizi bir felaketten ancak özne fikrinin kurulmasına, ne kazancı, ne erki ne de utkuyu arayan, yalnızca her insanın onurlu yaşama hakkını ve layık olduğu saygıyı ortaya koyan bir eylem arayışına götürüyorsa kurtarır.
özne, dünyada yaşar; ama dünyaya ait değildir. işte bu yüzden özne fikri ırkçılığa karşı alabildiğine güçlü bir silahtır. toplumsal ya da ulusal bir grup kendini mutlak iyiyle, bir tanrıyla, gelecekle ya da ilerlemeyle özdeşleştirdiğinde kendi kendisinin tersini de yaratmaktadır. bir tanrıya inanmak, bir şeytana ya da başka herhangi bir kötülük ilkesine inanmayı da içerir.
insan, mutluluğunun ya da kendisine erdemli olduğu öğretilen şeyin peşinde koştuğunda değil; göreve, evrensel olanın nüfuzundan başka bir şey olmayan bir bilgi görevine boyun eğdiğinde ahlaksal bir öznedir. "bilme cesaretini göster. kendi öz anlığını kullanma cesaretini göster." der kant.
16.09.2010
şimdi sevişme vakti
sait faik abasıyanık
çıplak heykeller yapmalıyım
çırılçıplak heykeller
nefis rüyalarınız için
ey önümden geçen ak sakallı kasketli
yırtık mintanından adaleleri gözüken
dilenci
sana önce
şiirlerin tadını
aşkların tadını
kitaplardan tattırmalıyım
resimlerden duyurmalıyım, resimlerden
şu oğlan çocuğuna bak
fırça sallıyor
kokmuş manifaturacının ayağına
dört yüz bin tekliğinden
on kuruş verecek
seni satmam çocuğum
dört yüz bin tekliğe
ne güzel kaşların var
ne güzel bileklerin
hele ne ellerin var, ne ellerin
söylemeliyim
yok
yok.. meydanlarda bağırmalıyım
güllerin buram buram tüttüğü
anadolu şehri kahvesinde
kiraz mevsiminin
sevişme vakti olduğunu
resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
baygınlık getiren şiirler
kiraz mevsimi, kiraz
küfelerle dolu pazar
zambaklar geçiriyor bir kadın
bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
belediye kahvesinde hala o eski, o yalancı
o biçimsiz bizans şarkısı
sana nasıl bulsam nasıl bilsem
nasıl etsem nasıl yapsam da
meydanlarda bağırsam
sokak başlarında sazımı çalsam
anlatsam şu kiraz mevsiminin
para kazanmak mevsimi değil
sevişme vakti olduğunu
bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını
sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
boş geçirdiğim, bağırmadığım, sustuğum günlere
mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
oğlu bir şiir okusa
karacaoğlan'dan
orhan veli'den
yunus'tan, yunus'tan
karartma geceleri
rıfat ılgaz
iyi haberlerin yaşamla sıkı sıkıya ilişkisi vardır.
kısıtlamaların çevrelediği bir yaşamda özgürlükten iz mi kalırdı?
profesörden önce sanatçı söylüyor gerçekleri. bir iktisatçının, bir hukukçunun çaktığı çiviyi, ertesi gün öbürleri, elinde kerpeten söküp çıkarır.
en güçlü silah ilkel yaratıklar için işte: kıskançlık!
ırkçılar, turancılar, türkçü olduğunu söyleyenler neler düşünüyorlardı? sınıfsız bir türkiye istediklerini söylüyorlardı. sınıflar arasında çıkacak kavgadan mı korkuyorlardı? bu adamlar gerçekten kavga istemiyorlar mıydı? bu ırkçı bozuntuları bütün okullarda askerce bir eğitim uygulayıp dişten tırnağa silahlı bir gençlik ortaya çıkarmayı düşünmüyorlar mıydı? türk olanı, olmayanı kendilerini katarak kanlı kavgalarla bir imparatorluk kurmak, yüzyıllardır sürüklendiği savaşlarla yoksul düşmüş anadolu halkını serüvenlere sürüklemek. türk olmayan azınlıkların kökünü kazıyıp arı, duru bir ulus ortaya çıkarmayı amaçlamak suç değil miydi?
turancıların uzun yıllardan beri varmak istedikleri amaca tam eriştiklerini sandıkları sırada, attan düşer gibi sırtüstü gitmeleri, çılgına döndürmüş olacaktı onları. düş kırıklığı içindeydiler. toplumculara saldırıları da hep bu umutsuzluktan geliyordu işte. dergilerinde arşın arşın, ilerici aydınların listelerini yayımlayarak jurnalciliklerine hız veriyorlardı. oysa bu kara listeler çok önceleri düzenlenip mutlu yarınlar için saklanmıştı. faşist sürüleri bir gedik bulup da sınırdan içeri girdikleri zaman karşılarına işte bu listelerle çıkacaklardı. demek almanların gelişinden umutlarını kesmiş olacaklardı ki, kendi dergilerinde, "ilk türkçü başbakan" diye kendilerinden saydıkları saraçoğlu'na bu listeleri sunuyorlardı giderayak. vatan hainlerinin cezalandırılmasını istiyorlardı.
silme bir cahilin doğru yola girmesi çok daha kolay.
turan dergisinin sayfalarını şöyle hızla öfkeyle çevirdi. başta nazım olmak üzere birçok toplumcu ad karalanıyordu. türk milletini batıran bu değerli sanatçılardı haaaa! gözlerini kırpmadan almanların safına katılıp ulusun kaderini hitler'in deliliğine teslim etmek isteyenler, ulusu soyup isviçre bankalarına yatıranlar değil de, milleti batıranlar bunlar, öyle mi? halkı için kafalarının ürünlerini ortaya döken aydınlar, sanatçılar, gazeteciler.. çıkardıkları dergilerde "kelle kesem, kan içem!" diye şiirler yazıp, sen çerkezsin, o arnavuttur, şunlar lazdır diyerek kendi halkını aşağılayanlar, sen bizdensin, bizim gibi türkçüsün diye zamanın başbakanına açık mektuplar yayımlayıp milli eğitim bakanı'nı solcu diye rapor edenler en değerli profesörleri, en seçme öğretmenleri isim isim jurnal edenler..
bütün saldırılarla coşup taşmalar bir ezilmişlikten, bir umutsuzluktan, düş kırıklığının tepkilerinden başka ne olabilirdi? beklenen "yeni nizam" çıtırtılarla yıkılıyordu işte! almanlar yurda girip kendilerini göz kamaştırıcı geçit resimlerinde yanlarına alamayacaklardı, geniş meydanlarda. düşledikleri koltuklar tepe taklak olmak üzereydi. ama gene de alman faşizminin ölmeyeceğine inançlarını yitirmemeye çalışır görünüyorlardı bu kafatasçılar..
milyonlarca insan, bir ırkın, öbüründen daha üstün olmayacağını ispatlamak için silinmedi mi yeryüzünden! böylece ırkçılığın dünya çapında bir suç olacağı gerçeği çıkmadı mı ortaya? ama solculuğu suçlamak için küçük bir kanıt mı var ellerinde? ne de dünya çapında bir olay? bununla birlikte sömürülen ulusları solculuktan yana tanıklığa çağırmaya bile hazır değiller henüz! hele davacı olarak görmeye..
iyi haberlerin yaşamla sıkı sıkıya ilişkisi vardır.
kısıtlamaların çevrelediği bir yaşamda özgürlükten iz mi kalırdı?
profesörden önce sanatçı söylüyor gerçekleri. bir iktisatçının, bir hukukçunun çaktığı çiviyi, ertesi gün öbürleri, elinde kerpeten söküp çıkarır.
en güçlü silah ilkel yaratıklar için işte: kıskançlık!
ırkçılar, turancılar, türkçü olduğunu söyleyenler neler düşünüyorlardı? sınıfsız bir türkiye istediklerini söylüyorlardı. sınıflar arasında çıkacak kavgadan mı korkuyorlardı? bu adamlar gerçekten kavga istemiyorlar mıydı? bu ırkçı bozuntuları bütün okullarda askerce bir eğitim uygulayıp dişten tırnağa silahlı bir gençlik ortaya çıkarmayı düşünmüyorlar mıydı? türk olanı, olmayanı kendilerini katarak kanlı kavgalarla bir imparatorluk kurmak, yüzyıllardır sürüklendiği savaşlarla yoksul düşmüş anadolu halkını serüvenlere sürüklemek. türk olmayan azınlıkların kökünü kazıyıp arı, duru bir ulus ortaya çıkarmayı amaçlamak suç değil miydi?
turancıların uzun yıllardan beri varmak istedikleri amaca tam eriştiklerini sandıkları sırada, attan düşer gibi sırtüstü gitmeleri, çılgına döndürmüş olacaktı onları. düş kırıklığı içindeydiler. toplumculara saldırıları da hep bu umutsuzluktan geliyordu işte. dergilerinde arşın arşın, ilerici aydınların listelerini yayımlayarak jurnalciliklerine hız veriyorlardı. oysa bu kara listeler çok önceleri düzenlenip mutlu yarınlar için saklanmıştı. faşist sürüleri bir gedik bulup da sınırdan içeri girdikleri zaman karşılarına işte bu listelerle çıkacaklardı. demek almanların gelişinden umutlarını kesmiş olacaklardı ki, kendi dergilerinde, "ilk türkçü başbakan" diye kendilerinden saydıkları saraçoğlu'na bu listeleri sunuyorlardı giderayak. vatan hainlerinin cezalandırılmasını istiyorlardı.
silme bir cahilin doğru yola girmesi çok daha kolay.
turan dergisinin sayfalarını şöyle hızla öfkeyle çevirdi. başta nazım olmak üzere birçok toplumcu ad karalanıyordu. türk milletini batıran bu değerli sanatçılardı haaaa! gözlerini kırpmadan almanların safına katılıp ulusun kaderini hitler'in deliliğine teslim etmek isteyenler, ulusu soyup isviçre bankalarına yatıranlar değil de, milleti batıranlar bunlar, öyle mi? halkı için kafalarının ürünlerini ortaya döken aydınlar, sanatçılar, gazeteciler.. çıkardıkları dergilerde "kelle kesem, kan içem!" diye şiirler yazıp, sen çerkezsin, o arnavuttur, şunlar lazdır diyerek kendi halkını aşağılayanlar, sen bizdensin, bizim gibi türkçüsün diye zamanın başbakanına açık mektuplar yayımlayıp milli eğitim bakanı'nı solcu diye rapor edenler en değerli profesörleri, en seçme öğretmenleri isim isim jurnal edenler..
bütün saldırılarla coşup taşmalar bir ezilmişlikten, bir umutsuzluktan, düş kırıklığının tepkilerinden başka ne olabilirdi? beklenen "yeni nizam" çıtırtılarla yıkılıyordu işte! almanlar yurda girip kendilerini göz kamaştırıcı geçit resimlerinde yanlarına alamayacaklardı, geniş meydanlarda. düşledikleri koltuklar tepe taklak olmak üzereydi. ama gene de alman faşizminin ölmeyeceğine inançlarını yitirmemeye çalışır görünüyorlardı bu kafatasçılar..
milyonlarca insan, bir ırkın, öbüründen daha üstün olmayacağını ispatlamak için silinmedi mi yeryüzünden! böylece ırkçılığın dünya çapında bir suç olacağı gerçeği çıkmadı mı ortaya? ama solculuğu suçlamak için küçük bir kanıt mı var ellerinde? ne de dünya çapında bir olay? bununla birlikte sömürülen ulusları solculuktan yana tanıklığa çağırmaya bile hazır değiller henüz! hele davacı olarak görmeye..
15.09.2010
hata sözleri
talat sait halman
dilimizin zengin bir atasözü, deyim ve özdeyiş dağarcığı var. atasözü, gerçeğin özüdür. az söyleyip öz söyleyenlerin dostu. gerçeklere yoğunluk, revnak ve kıvraklık verir. hele tam yerinde kullanılırsa, çoğunun tadına doyum olmaz. gelgelelim, o sözlerin eksik, yanlış, avutucu, aldatmaca, tutucu, savsaklayıcı olanlarını inkar edemeyiz.
ne yazık ki atalar sözü, klişeyi ve soğuk damgayı tercih ettiği için, zihni tembelliği pek çok dilde, duyguda, düşüncede kökleştirmek sonucunu verir.
ta eskilerden kalma söyleyişleri eskidir diye kabullenmek olur iş değil. onların çoğu, abartma ya da aşırı basitleştirme yüzünden kolayca çürütülebilir. "dost acı söyler" bunlardan biri. en acı gerçekleri bile tatlı dille anlatan nice dostlar biliriz hepimiz. "gavurun tembeli keşiş, müslümanın tembeli derviş" lakırdısı berbat bir davranış, bağışlanması zor bir haksızlıktır. sizi bilmem ama, benim tanıdığım en çalışkan ve verimli insanlar arasında, keşişler ve dervişler vardır.
kimi sözler, kullanıla kullanıla soysuz olmuştur. adam, saçma sapan bir benzetme yapar da, "teşbihte hata olmaz" hikmetine sığınarak kurtarır kendini. oysa bu sözü söyleyen, "teşbihte hatadan kaçınmalı" demek istemiştir. "borç yiğidin kamçısıdır" eminim, son yıllarda, politikacıların halkı aldatmak için bozduğu bir atasözü. bana öyle geliyor ki, vaktiyle "borç, yiğide teşvik olur" diye kullanılmıyordu da, "borç alan yiğit, kamçı altında yaşayan kullar köleler gibi olur" anlamına geliyordu.
"kırk hırsız bir çıplağı soyamaz" lafı da artık doğru değil. çünkü açlarımızı, çıplaklarımızı soyan nice "kırk haramiler" gelip geçti. "lafla peynir gemisi yürümez" nüktesine inanmayın; yıllarca "lafla peynir gemisi yüzdüren" az mı politikacı gördük? barınacak yeri olmayan vatandaşa "garip kuşun yuvasını allah yapar" diyorlar.
atasözleri, çoğu zaman dolgun kafiyelere yaslanıyorlar. kafiye hatırı için olacak, hatırı sayılır bir yayılma ve yaşama gücüne erenlerden birisi, belki de en münasebetsizi şu: "çok güvenme dostuna" e? ne olacakmış? çünkü "saman tepermiş postuna." buyurun cenaze namazına. peki. dostumuza güvenmeyelim de düşmanımıza mı güvenelim? korkunç bir atasözü daha: "her koyun kendi bacağından asılır." (bedri rahmi eyüboğlu)
atalar sözü, gün olur, oyalamak, aldatmak, yalan yere teselli etmek için kullanılır. din konusunda dosdoğru sözler var: "insaf dinin yarısıdır.", "islamın şartı beş, altıncısı insaf." ama çok kötüleri de var: "allah sevdiğine dert verir" sözüne inanmak bence imana aykırıdır. sabrın sonu bazen felakettir. "allah allah demeyince düzelmez" ta dede korkut masalları'ndan beri başımıza dert. allah'a imanı güçlü olan, işlerin düzelmesi için "allah allah demekte hiç kusur etmeyen nice insanın ve toplumun işleri hiç düzelmiyor ve düzelmeyecek.
shakespeare, "kuru gürültü" adlı komedisinde, "acıları atasözleriyle sar sarmala" diyor. doğru söylüyor. yüzyıllar boyu, halkın imanını sömürenler, yalan yanlış atasözleriyle avutmuş ve aldatmışlardır iyi insanları. "kanaat gibi devlet olmaz" bu sakat sözlerden biridir.
dede korkut masalları'nda "eski dost düşman olmaz" sözü var. gaflettir bu düşünce. bazı eski dostlar, kalleş düşmanlara dönüşür. bazen kızını döven, dizini döver; çünkü dayak atmak bir erdem değildir ve çoğu zaman ters sonuç verir. yalancının mumu da, her zaman yatsıda sönmüyor. ne hınzır yalancılar var ki mumları yıllarca sönmedi.
en çirkin atasözleri, bana sorarsanız, değişik ulusları, ırkları, insanlığın kesimlerini kötüleyenler.
eşitlik isteyen insanlarımıza öteden beri "beş parmak bir değil" diye karşılık verenlerimiz var. "acele işe şeytan karışır" lafını uyuşuk memurlar, dillerine persenk etmiştir. "iş olacağına varır" acıklı bir aczin, berbat bir fatalizmin ifadesi değildir de nedir? irade ve azimle çalışanlar yeni bir dünya yaratamaz mı?
bencilliğin, insan değeri bilmezliğin en çirkin ifadelerinden biri şu sözdür: "bana dokunmayan yılan bin yaşasın."
"dayak cennetten çıkmadır" gibi iğrenç bir deyime bağlanmak, kafası işleyen, yüreği çarpan herkes için bir yüzkarasıdır.
ulusların kültüründe ve tümüyle dünya uygarlığında, atalar sözünün belki de en sakıncalı yönü, tıpkı dogmatik düşünce gibi, kalıplaşmayı, cenderede kalmayı, gelişmemeyi, ilerlememeyi, köhneleşip çürümeyi desteklemesidir. her çağ, her yeni uygarlık dönemi, atılım yapmak isteyen, yapması zorunlu olan her toplum, geleneksel ve çağdaş bütün düşünceleri zorlamayı bilmeli ve becermelidir. "niyet hayır, akıbet hayır" bir aczin dile gelmesidir belki de. "başa gelen çekilir" diyen bir ulus, başında hep haksız bir yönetim bulacaktır.
dilimizin zengin bir atasözü, deyim ve özdeyiş dağarcığı var. atasözü, gerçeğin özüdür. az söyleyip öz söyleyenlerin dostu. gerçeklere yoğunluk, revnak ve kıvraklık verir. hele tam yerinde kullanılırsa, çoğunun tadına doyum olmaz. gelgelelim, o sözlerin eksik, yanlış, avutucu, aldatmaca, tutucu, savsaklayıcı olanlarını inkar edemeyiz.
ne yazık ki atalar sözü, klişeyi ve soğuk damgayı tercih ettiği için, zihni tembelliği pek çok dilde, duyguda, düşüncede kökleştirmek sonucunu verir.
ta eskilerden kalma söyleyişleri eskidir diye kabullenmek olur iş değil. onların çoğu, abartma ya da aşırı basitleştirme yüzünden kolayca çürütülebilir. "dost acı söyler" bunlardan biri. en acı gerçekleri bile tatlı dille anlatan nice dostlar biliriz hepimiz. "gavurun tembeli keşiş, müslümanın tembeli derviş" lakırdısı berbat bir davranış, bağışlanması zor bir haksızlıktır. sizi bilmem ama, benim tanıdığım en çalışkan ve verimli insanlar arasında, keşişler ve dervişler vardır.
kimi sözler, kullanıla kullanıla soysuz olmuştur. adam, saçma sapan bir benzetme yapar da, "teşbihte hata olmaz" hikmetine sığınarak kurtarır kendini. oysa bu sözü söyleyen, "teşbihte hatadan kaçınmalı" demek istemiştir. "borç yiğidin kamçısıdır" eminim, son yıllarda, politikacıların halkı aldatmak için bozduğu bir atasözü. bana öyle geliyor ki, vaktiyle "borç, yiğide teşvik olur" diye kullanılmıyordu da, "borç alan yiğit, kamçı altında yaşayan kullar köleler gibi olur" anlamına geliyordu.
"kırk hırsız bir çıplağı soyamaz" lafı da artık doğru değil. çünkü açlarımızı, çıplaklarımızı soyan nice "kırk haramiler" gelip geçti. "lafla peynir gemisi yürümez" nüktesine inanmayın; yıllarca "lafla peynir gemisi yüzdüren" az mı politikacı gördük? barınacak yeri olmayan vatandaşa "garip kuşun yuvasını allah yapar" diyorlar.
atasözleri, çoğu zaman dolgun kafiyelere yaslanıyorlar. kafiye hatırı için olacak, hatırı sayılır bir yayılma ve yaşama gücüne erenlerden birisi, belki de en münasebetsizi şu: "çok güvenme dostuna" e? ne olacakmış? çünkü "saman tepermiş postuna." buyurun cenaze namazına. peki. dostumuza güvenmeyelim de düşmanımıza mı güvenelim? korkunç bir atasözü daha: "her koyun kendi bacağından asılır." (bedri rahmi eyüboğlu)
atalar sözü, gün olur, oyalamak, aldatmak, yalan yere teselli etmek için kullanılır. din konusunda dosdoğru sözler var: "insaf dinin yarısıdır.", "islamın şartı beş, altıncısı insaf." ama çok kötüleri de var: "allah sevdiğine dert verir" sözüne inanmak bence imana aykırıdır. sabrın sonu bazen felakettir. "allah allah demeyince düzelmez" ta dede korkut masalları'ndan beri başımıza dert. allah'a imanı güçlü olan, işlerin düzelmesi için "allah allah demekte hiç kusur etmeyen nice insanın ve toplumun işleri hiç düzelmiyor ve düzelmeyecek.
shakespeare, "kuru gürültü" adlı komedisinde, "acıları atasözleriyle sar sarmala" diyor. doğru söylüyor. yüzyıllar boyu, halkın imanını sömürenler, yalan yanlış atasözleriyle avutmuş ve aldatmışlardır iyi insanları. "kanaat gibi devlet olmaz" bu sakat sözlerden biridir.
dede korkut masalları'nda "eski dost düşman olmaz" sözü var. gaflettir bu düşünce. bazı eski dostlar, kalleş düşmanlara dönüşür. bazen kızını döven, dizini döver; çünkü dayak atmak bir erdem değildir ve çoğu zaman ters sonuç verir. yalancının mumu da, her zaman yatsıda sönmüyor. ne hınzır yalancılar var ki mumları yıllarca sönmedi.
en çirkin atasözleri, bana sorarsanız, değişik ulusları, ırkları, insanlığın kesimlerini kötüleyenler.
eşitlik isteyen insanlarımıza öteden beri "beş parmak bir değil" diye karşılık verenlerimiz var. "acele işe şeytan karışır" lafını uyuşuk memurlar, dillerine persenk etmiştir. "iş olacağına varır" acıklı bir aczin, berbat bir fatalizmin ifadesi değildir de nedir? irade ve azimle çalışanlar yeni bir dünya yaratamaz mı?
bencilliğin, insan değeri bilmezliğin en çirkin ifadelerinden biri şu sözdür: "bana dokunmayan yılan bin yaşasın."
"dayak cennetten çıkmadır" gibi iğrenç bir deyime bağlanmak, kafası işleyen, yüreği çarpan herkes için bir yüzkarasıdır.
ulusların kültüründe ve tümüyle dünya uygarlığında, atalar sözünün belki de en sakıncalı yönü, tıpkı dogmatik düşünce gibi, kalıplaşmayı, cenderede kalmayı, gelişmemeyi, ilerlememeyi, köhneleşip çürümeyi desteklemesidir. her çağ, her yeni uygarlık dönemi, atılım yapmak isteyen, yapması zorunlu olan her toplum, geleneksel ve çağdaş bütün düşünceleri zorlamayı bilmeli ve becermelidir. "niyet hayır, akıbet hayır" bir aczin dile gelmesidir belki de. "başa gelen çekilir" diyen bir ulus, başında hep haksız bir yönetim bulacaktır.
ilerleme
bertrand russell
ilerleme, aydın gençler için, çevresinde fazla gürültü koparılan, 19. yüzyıldan kalma bir ülküdür. üretilen otomobil sayısı gibi, tüketilen yer fıstığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir ilerleme zaten zorunludur. gerçekten önemli olan şeyler ise ölçülemez; dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uygun değildir. ayrıca, birçok modern icat insanları şaşkına çevirmektedir. shakespeare bir çağın mükemmelliğini o çağın şiir üslubuyla ölçerdi; ama bu ölçü tarzının modasının geçtiği anlaşılıyor.
kar sağlama güdüsü ile bir şeyler başarılabilir; bazı şeyler ise başarılamaz; başarılamayanlar içinde, işçi sınıfından ev kadınlarıyla çocukların iyi bir hayat yaşamaları ve -belki daha da ütopik görünecek olan- banliyölere güzellik katma sayılabilir. ama bizler her ne kadar banliyölerin iğrenç çirkinliğini mart rüzgarları ya da kasım sisi kadar olağan sayıyorsak da, aslında bu çirkinlikler, mart rüzgarları ya da kasım sisi kadar kaçınılmaz değildir. bu banliyöler özel girişim eliyle yapılacağına belediye eliyle yapılsa, planlı yapılmış sokakları, kolej yapıları gibi evleri olsa, herhalde insanın gözünü okşardı; bunun aksini düşünmek için gerçekten de hiçbir neden yoktur. en aşağı tasalarımız ve yoksulluğumuz kadar, çirkinlik de, bizim özel girişim karına köle olmak için ödediğimiz fiyatın bir bölümüdür.
ulusal saygınlığın bir bölümünün hala gerçek altına dayandırılması, hiç şüphesiz, barbarlık çağı kalıntılarından biridir. bir ülkede özel iş ilişkilerinde altın kullanma usulü çoktan tarihe karışmıştır. 1. dünya savaşı'ndan sonra doğmuş olanlar arasında altın sikkenin yüzünü bile görmüş kimse hemen hemen hiç kalmamıştır. buna rağmen, sihirli gücünü nerden aldığı bilinmeyen bir hokus pokus yüzünden, her bireyin mali durumunun sağlamlığının, o kimsenin ülkesindeki merkez bankasında bulunan altın istifine bağlı bulunduğu varsayılır.
ilerleme, aydın gençler için, çevresinde fazla gürültü koparılan, 19. yüzyıldan kalma bir ülküdür. üretilen otomobil sayısı gibi, tüketilen yer fıstığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir ilerleme zaten zorunludur. gerçekten önemli olan şeyler ise ölçülemez; dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uygun değildir. ayrıca, birçok modern icat insanları şaşkına çevirmektedir. shakespeare bir çağın mükemmelliğini o çağın şiir üslubuyla ölçerdi; ama bu ölçü tarzının modasının geçtiği anlaşılıyor.
kar sağlama güdüsü ile bir şeyler başarılabilir; bazı şeyler ise başarılamaz; başarılamayanlar içinde, işçi sınıfından ev kadınlarıyla çocukların iyi bir hayat yaşamaları ve -belki daha da ütopik görünecek olan- banliyölere güzellik katma sayılabilir. ama bizler her ne kadar banliyölerin iğrenç çirkinliğini mart rüzgarları ya da kasım sisi kadar olağan sayıyorsak da, aslında bu çirkinlikler, mart rüzgarları ya da kasım sisi kadar kaçınılmaz değildir. bu banliyöler özel girişim eliyle yapılacağına belediye eliyle yapılsa, planlı yapılmış sokakları, kolej yapıları gibi evleri olsa, herhalde insanın gözünü okşardı; bunun aksini düşünmek için gerçekten de hiçbir neden yoktur. en aşağı tasalarımız ve yoksulluğumuz kadar, çirkinlik de, bizim özel girişim karına köle olmak için ödediğimiz fiyatın bir bölümüdür.
ulusal saygınlığın bir bölümünün hala gerçek altına dayandırılması, hiç şüphesiz, barbarlık çağı kalıntılarından biridir. bir ülkede özel iş ilişkilerinde altın kullanma usulü çoktan tarihe karışmıştır. 1. dünya savaşı'ndan sonra doğmuş olanlar arasında altın sikkenin yüzünü bile görmüş kimse hemen hemen hiç kalmamıştır. buna rağmen, sihirli gücünü nerden aldığı bilinmeyen bir hokus pokus yüzünden, her bireyin mali durumunun sağlamlığının, o kimsenin ülkesindeki merkez bankasında bulunan altın istifine bağlı bulunduğu varsayılır.
14.09.2010
doğmamış kristof
carlos fuentes
eğitim olmadan ne ilerleme ne de mutluluk olur; onun olmadığı yerde çürüme, barbarlık ve utanç vardır.
yas insanın dışına kuşandığı bir şeydir.
ben kendimin heykeltıraşıyım; canlı, ıslak, kolay şekillenen malzemelerle kendimi içeriden şekillendiriyorum, çekiçlerimin ve keskilerimin sahip olduğu desenin mükemmelliği daha önce hangi sanatçıya nasip olmuş? asla tekrarlanmayacağım.
iyilikler oturduğu yerde oturur, kötülük dünyayı dolaşır.
bu ülkedeki tek deha hayatta kalmaktır.
herkes tamı tamına senin benim istediğim şeyleri ister: güç, seks, para. ama aynı ölçüde değil.
karl marx: bütün geçmiş nesillerin gelenekleri bir karabasan gibi şimdi yaşamakta olanların beyinlerine çöker.
simgenin mantığı deneyi açıklamaz; deneyin ta kendisidir. dil olgudur ve olgunun incelenmesi doğasını değiştirir.
kapitalizm varsa çürüme de vardır.
kadercilik bile özgür olmanın bir yoludur. bazen irademiz yeterli olmaz, bazı işlerin yok yere sarpa sarabileceğini bilmek lazım. yoksa özgür olamayız. aldanmış oluruz.
şevk acının tohumudur; çünkü acı şevkin tohumudur.
meksika'da her şeyi yapabilirsiniz; yeter ki suçu başkasına atın.
seyahat ufuk açıcıdır ama insanı kabız eder.
denis diderot: her şey daimi bir akıntıdır. evrenin görüntüsü sadece geçici bir geometri sunar, anlık bir düzen.
şehir tutkunun ve hareketin şiiridir; sükunet bu şiirin bir parçasıdır; nadiren görülür, kesindir, ondan korkmakla kılık değiştirmiş ölümden korkarız.
kollarım bacaklarımdan daha uzun; aslında dokunmak, okşamak, sarılmak istiyorum; koşmak istemiyorum: nereye giderim? buradan daha iyi bir yer olabilir mi? dışarısı hakkında öğrendiklerimin hangisi buradan iyi? ne de olsa insanın evi kendisini astığı yerdir.
babam ölmek ne kadar zor diyor.
annem özgür olmak ne kadar zor diyor.
belleğimiz olmasa hepimiz katil olabiliriz. bellek bize hatırlatıyor: kabil. yuatepec kaplanı. caryl chessman. dr. crippen. goyito cardenas. ama sırf bellek yüzünden seni kendime yar edemem diyemezsiniz cürme. insanların doğru olduğunu düşündüğü şeyleri değil, kendi istediğim şeyleri yapsam bile kimsenin beni şerefsizliğime ya da erdemlerime göre yargılamaya hakkı yok diyebilmesini isterim angel'in. doğru olanın doğru olanı değil, istediğimizi yapmak olduğu bir dünya isterim; o zaman istediğimizi yapmak doğru olur.
altmış dördüne basınca
yine sarılacak mısın
yine bakacak mısın bana (paul mccartney)
kamu hizmeti iktidarı elinde bulundurmayı haklı çıkaran tek şeydir.
seks gibi iktidar da sadece haklı çıkarmak gerekmediğinde zevk verir.
şairin dediği gibi, bazıları yokluk içinde sürünürken bazılarının aşırı serveti olmamalıdır.
meksika'nın tepesine çıkabilmek için benim kurallarımı dinle. bir, en büyük tutkun mutlaka para olmalı. diğerleri özel tutkulardır, kişisel hayatın da seni ilgilendirir. en iyi ve zekileri kullan. ama onlara asla onları ne için kullandığını söyleme. fazla konuşma. çok düşün. unutma, güce sahip olan sadece o gücü istiyorsa büyüktür. ama büyük olmak zengin olmanı engelliyorsa o zaman zengin olmayı büyük olmaya tercih etmelisin. esas mesele hem parayı hem gücü elinde bulundurmaktır, yine de paran olmayıp da gücünün olmasındansa gücün olmayıp da paranın olması daha iyidir; çünkü para güçtür; daha fazlasına ihtiyaç duymazsın. meksika'da sahtekar olmak kötü bir şey değildir; kötü olan, yeterince büyük bir sahtekar olamamaktır. aklının bir köşesine yaz, kamu fonlarının yönetiminde ahlaksızlığa izin verilemeyeceğini rapor etmişsen senden önceki yönetimden birkaç salağı mutlaka kodese gönder. bu ülkede senden öncekilerinin günahlarından istifade etmek için mesainin yarısını harcayabilirsin. öteki yarısında suçlamalara karşı hazırlanman gerekir.
sadece hatalar mucizeleri olanaklı kılar.
en iyisi ensest; ama aileden dışarı sızdırmamak lazım.
kendi görüş alanımızı tamamlamak için başkalarının görüş alanına muhtacız; tek göz, yarım ağız, yarım yüz, yarım beyiniz; öteki ben'dir; çünkü beni tamamlıyor.
melodram mizahsız komedidir.
kader her türlü mantıktan daha inanılmazdır, talihin kendisinden daha pezevenktir, her bireysel hayattan daha geniştir.
neden bulmak zorundayım ki seni
hiç kaybetmemişken (gabriel garcia marquez)
gözlemci sistemde istikrarsızlık yaratır; çünkü kendini belli bir bakış açısından soyutlayamaz; bu yüzden de gözlemci ve bakış açısı sistemin bir parçasıdır; yine bu yüzden hiçbir ideal sistem yoktur; çünkü gözlemci sayısı kadar bakış açısı vardır ve her biri değişik bir şey görür; gerçek kısmidir; çünkü bilinç kısmidir; görelilik dışında evrensel bir şey yoktur, dünya henüz bitmemiştir; çünkü onu gözlemleyen insanlar bitmemiştir ve zapt edilmez; uçucu, sürekli hareket halindeki hakikat, bu dünyadaki bütün keyfi duruşları ve her bireyin göreli hareketlerini dikkate alan hakikattir.
insanın kendini tamamlama arzusu ötekini fetheder, onu değiştirir, onu kendisinin yapar.
bir çakal ezilenler kadar ezenlere de saldırabilir. dayak yerine müzikle eğitin yeter. dağların ardında, kimsenin göremeyeceği yerlerde gizlenen insanlara böyle söylüyor, onlara yemek verin, sizden korkmasınlar, onlara otomatik pikaplık yapın, böylece sizden korkmazlar, sonra onları kasabaya götürün arabalara da alışsınlar, limanın sesine alıştırın onları, turistlerin kokusuna, sonra günün birinde bir otel lobisine salıverin birini, bakın bakalım neler oluyor..
henri bergson: beden kendi temsilimizin sürekli olarak yeniden doğan parçasıdır.
meksika vatandaşları: sanayileşin! daha uzun yaşamasanız bile daha iyi yaşarsınız.
insanlar birbirleri üzerinde tahakküm kurmadan birbirlerini sevebilirler mi? birbirlerinin anasını bellemeden sevişemezler mi? babamın aşkı olduğu ve inandığı şeyin sınırları içinde: annemi istediği bir şeyin bir parçası olarak seviyor: bir düzenin. hiçbir düzenin bütünüyle yeterli olmayacağını da biliyor. öte yandan annem aşk aşık; ama aşkın sadece aşkı aramak olduğunu gayet iyi biliyor. birbirlerini nasıl anlayabilirler? annem ona haklı olduğunu kanıtlıyor; eğer erdem aşksa ve aşk da aşkı aramaksa hiçbir düzen yeterli değildir. babam ona kendisinin haklı olduğunu kanıtlıyor; aşk kurulu bir düzenin parçası olamaz, düzeni sorgular, düzeni aşar ve dudakların dudaklara her değişinde, bir elin sanki kendisininmiş gibi bir başkasının cinsiyetine her uzanışında düzeni dönüştürür; tahakküm başlamıştır, siz kadınların suçu üretmesi kaçınılmazdır, bizi mahkum edersiniz, biz de kendimizi suçlu hissederiz, orospular bizim suçu kabul ettiğimizi görmeden rahat etmezler, işte bu yüzden bugün suçu üzerine almanı istemiyorum, böylece kendimi asla suçlu hissettirmeyeceksin bana, böyle sürsün, sevgilim, tarihteki ilk mutlu çift olalım.
eğitim olmadan ne ilerleme ne de mutluluk olur; onun olmadığı yerde çürüme, barbarlık ve utanç vardır.
yas insanın dışına kuşandığı bir şeydir.
ben kendimin heykeltıraşıyım; canlı, ıslak, kolay şekillenen malzemelerle kendimi içeriden şekillendiriyorum, çekiçlerimin ve keskilerimin sahip olduğu desenin mükemmelliği daha önce hangi sanatçıya nasip olmuş? asla tekrarlanmayacağım.
iyilikler oturduğu yerde oturur, kötülük dünyayı dolaşır.
bu ülkedeki tek deha hayatta kalmaktır.
herkes tamı tamına senin benim istediğim şeyleri ister: güç, seks, para. ama aynı ölçüde değil.
karl marx: bütün geçmiş nesillerin gelenekleri bir karabasan gibi şimdi yaşamakta olanların beyinlerine çöker.
simgenin mantığı deneyi açıklamaz; deneyin ta kendisidir. dil olgudur ve olgunun incelenmesi doğasını değiştirir.
kapitalizm varsa çürüme de vardır.
kadercilik bile özgür olmanın bir yoludur. bazen irademiz yeterli olmaz, bazı işlerin yok yere sarpa sarabileceğini bilmek lazım. yoksa özgür olamayız. aldanmış oluruz.
şevk acının tohumudur; çünkü acı şevkin tohumudur.
meksika'da her şeyi yapabilirsiniz; yeter ki suçu başkasına atın.
seyahat ufuk açıcıdır ama insanı kabız eder.
denis diderot: her şey daimi bir akıntıdır. evrenin görüntüsü sadece geçici bir geometri sunar, anlık bir düzen.
şehir tutkunun ve hareketin şiiridir; sükunet bu şiirin bir parçasıdır; nadiren görülür, kesindir, ondan korkmakla kılık değiştirmiş ölümden korkarız.
kollarım bacaklarımdan daha uzun; aslında dokunmak, okşamak, sarılmak istiyorum; koşmak istemiyorum: nereye giderim? buradan daha iyi bir yer olabilir mi? dışarısı hakkında öğrendiklerimin hangisi buradan iyi? ne de olsa insanın evi kendisini astığı yerdir.
babam ölmek ne kadar zor diyor.
annem özgür olmak ne kadar zor diyor.
belleğimiz olmasa hepimiz katil olabiliriz. bellek bize hatırlatıyor: kabil. yuatepec kaplanı. caryl chessman. dr. crippen. goyito cardenas. ama sırf bellek yüzünden seni kendime yar edemem diyemezsiniz cürme. insanların doğru olduğunu düşündüğü şeyleri değil, kendi istediğim şeyleri yapsam bile kimsenin beni şerefsizliğime ya da erdemlerime göre yargılamaya hakkı yok diyebilmesini isterim angel'in. doğru olanın doğru olanı değil, istediğimizi yapmak olduğu bir dünya isterim; o zaman istediğimizi yapmak doğru olur.
altmış dördüne basınca
yine sarılacak mısın
yine bakacak mısın bana (paul mccartney)
kamu hizmeti iktidarı elinde bulundurmayı haklı çıkaran tek şeydir.
seks gibi iktidar da sadece haklı çıkarmak gerekmediğinde zevk verir.
şairin dediği gibi, bazıları yokluk içinde sürünürken bazılarının aşırı serveti olmamalıdır.
meksika'nın tepesine çıkabilmek için benim kurallarımı dinle. bir, en büyük tutkun mutlaka para olmalı. diğerleri özel tutkulardır, kişisel hayatın da seni ilgilendirir. en iyi ve zekileri kullan. ama onlara asla onları ne için kullandığını söyleme. fazla konuşma. çok düşün. unutma, güce sahip olan sadece o gücü istiyorsa büyüktür. ama büyük olmak zengin olmanı engelliyorsa o zaman zengin olmayı büyük olmaya tercih etmelisin. esas mesele hem parayı hem gücü elinde bulundurmaktır, yine de paran olmayıp da gücünün olmasındansa gücün olmayıp da paranın olması daha iyidir; çünkü para güçtür; daha fazlasına ihtiyaç duymazsın. meksika'da sahtekar olmak kötü bir şey değildir; kötü olan, yeterince büyük bir sahtekar olamamaktır. aklının bir köşesine yaz, kamu fonlarının yönetiminde ahlaksızlığa izin verilemeyeceğini rapor etmişsen senden önceki yönetimden birkaç salağı mutlaka kodese gönder. bu ülkede senden öncekilerinin günahlarından istifade etmek için mesainin yarısını harcayabilirsin. öteki yarısında suçlamalara karşı hazırlanman gerekir.
sadece hatalar mucizeleri olanaklı kılar.
en iyisi ensest; ama aileden dışarı sızdırmamak lazım.
kendi görüş alanımızı tamamlamak için başkalarının görüş alanına muhtacız; tek göz, yarım ağız, yarım yüz, yarım beyiniz; öteki ben'dir; çünkü beni tamamlıyor.
melodram mizahsız komedidir.
kader her türlü mantıktan daha inanılmazdır, talihin kendisinden daha pezevenktir, her bireysel hayattan daha geniştir.
neden bulmak zorundayım ki seni
hiç kaybetmemişken (gabriel garcia marquez)
gözlemci sistemde istikrarsızlık yaratır; çünkü kendini belli bir bakış açısından soyutlayamaz; bu yüzden de gözlemci ve bakış açısı sistemin bir parçasıdır; yine bu yüzden hiçbir ideal sistem yoktur; çünkü gözlemci sayısı kadar bakış açısı vardır ve her biri değişik bir şey görür; gerçek kısmidir; çünkü bilinç kısmidir; görelilik dışında evrensel bir şey yoktur, dünya henüz bitmemiştir; çünkü onu gözlemleyen insanlar bitmemiştir ve zapt edilmez; uçucu, sürekli hareket halindeki hakikat, bu dünyadaki bütün keyfi duruşları ve her bireyin göreli hareketlerini dikkate alan hakikattir.
insanın kendini tamamlama arzusu ötekini fetheder, onu değiştirir, onu kendisinin yapar.
bir çakal ezilenler kadar ezenlere de saldırabilir. dayak yerine müzikle eğitin yeter. dağların ardında, kimsenin göremeyeceği yerlerde gizlenen insanlara böyle söylüyor, onlara yemek verin, sizden korkmasınlar, onlara otomatik pikaplık yapın, böylece sizden korkmazlar, sonra onları kasabaya götürün arabalara da alışsınlar, limanın sesine alıştırın onları, turistlerin kokusuna, sonra günün birinde bir otel lobisine salıverin birini, bakın bakalım neler oluyor..
henri bergson: beden kendi temsilimizin sürekli olarak yeniden doğan parçasıdır.
meksika vatandaşları: sanayileşin! daha uzun yaşamasanız bile daha iyi yaşarsınız.
insanlar birbirleri üzerinde tahakküm kurmadan birbirlerini sevebilirler mi? birbirlerinin anasını bellemeden sevişemezler mi? babamın aşkı olduğu ve inandığı şeyin sınırları içinde: annemi istediği bir şeyin bir parçası olarak seviyor: bir düzenin. hiçbir düzenin bütünüyle yeterli olmayacağını da biliyor. öte yandan annem aşk aşık; ama aşkın sadece aşkı aramak olduğunu gayet iyi biliyor. birbirlerini nasıl anlayabilirler? annem ona haklı olduğunu kanıtlıyor; eğer erdem aşksa ve aşk da aşkı aramaksa hiçbir düzen yeterli değildir. babam ona kendisinin haklı olduğunu kanıtlıyor; aşk kurulu bir düzenin parçası olamaz, düzeni sorgular, düzeni aşar ve dudakların dudaklara her değişinde, bir elin sanki kendisininmiş gibi bir başkasının cinsiyetine her uzanışında düzeni dönüştürür; tahakküm başlamıştır, siz kadınların suçu üretmesi kaçınılmazdır, bizi mahkum edersiniz, biz de kendimizi suçlu hissederiz, orospular bizim suçu kabul ettiğimizi görmeden rahat etmezler, işte bu yüzden bugün suçu üzerine almanı istemiyorum, böylece kendimi asla suçlu hissettirmeyeceksin bana, böyle sürsün, sevgilim, tarihteki ilk mutlu çift olalım.