carlos fuentes: gerçek güç, her zaman başkaldırandan doğar.
edip cansever: bizlere dadanan her yakıcı umutsuzluk, her küstah acı; bir güzelliğe, bir yaşama direncine dönmek zorundadır. anlam da bizde, anlamsızlık da.
süheyla acar: şehirlerin yüzü, içinde yaşayan insanların yüzlerine benzer.
hermann hesse: bir çiçeğin yaprağı ya da yol üzerindeki küçük bir solucan bir kitaplıktaki kitapların tümünden daha çok şey söyler insana, kendisinde daha büyük bir hazine barındırır.
albert memmi: insan koşulsuz biçimde kendi yakınlarıyla dayanışma içindeyse, adalete ihanet eder; koşulsuz biçimde adalete saygı duyarsa, er geç kendi yakınlarına ihanet eder.
liam o'flaherty: soylu ve güzel ne varsa, özgür ve katıksız bir hayat sürdürme arayışından doğar.
arundhati roy: her şey bir günde değişebilir. herkesin başına her şey gelebilir. en iyisi hazırlıklı olmaktır.
montaigne: şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir; ama iyisi, yükseği, olağanüstüsü aklın kurallarını aşar.
paulo coelho: her zaman yeni bir başlangıç yapmak mümkündür.
tomris uyar: türkiye'de ne iyi ne kötü bir şey yapılıyor. her şey ortalama. onun için de yüzleşme ihtiyacı vermiyor insana. çünkü zaten kötü değil, zaten iyi değil.
shakespeare: kendini övüp de akıllı olan kişi yirmide bir çıkmaz.
thomas mcguane: salakça şeyler yaparak insanların dikkatini çekmenizin mesleki açıdan uzun vadede tehlikesi, eninde sonunda kendinizin de bir bilet almak zorunda kalmanızdır.
31.12.2011
29.12.2011
şiddet
james gilligan
şiddet evrensel değildir. insan ırkına simetrik olarak bölünmemiştir. farklı toplumlarda şiddetin miktarı çok büyük değişiklik göstermektedir. hemen hemen hiç şiddetin olmadığı toplumlar da vardır, kendi kendilerini yok eden toplumlar da. mesela anabaptistlerde, çok katı pasifist olan amishler, mennonitler, hutteriteler gibi mezhepler vardır. bu gruplardan hutteritelerde kayıtlara geçen cinayet yoktur. insanların askere alındığı 2. dünya savaşı gibi büyük savaşlar süresince orduya hizmette bulunmayı reddetmişlerdi. orduya hizmet etmektense hapse girmeyi tercih ederlerdi.
israil'de, kibbutz'larda şiddet oranı o kadar düşüktür ki ceza mahkemeleri suç işleyen şiddet faillerini sıklıkla şiddet içermeyen bir hayat yaşamayı öğrenmeleri için kibbutz'larda yaşamaya gönderirler. çünkü oradaki insanların yaşam tarzı budur.
yeni zelanda'nın dunedin adlı kasabasında da bir çalışma yapıldı. bu çalışmada birkaç bin şahıs doğumlarından yirmili yaşlarına kadar incelendi. buldukları, şiddet uygulamaya meyilli olmakla bir bakıma ilgisi bulunan bir genetik mutasyon yani anormal bir gendi; fakat bu genin taşıyıcısının aynı zamanda çocukken ağır istismara maruz kalmış olması gerekiyordu. diğer bir deyişle, bu geni taşıyan biri çocukken istismar edilmediği sürece diğer insanlara göre daha fazla şiddet yanlısı olmayacak, bilakis normal genli insanlara göre daha az şiddet yanlısı olacaktır.
insanların şiddete eğilimini ahlaki değerlerle yargılamak gerçek bir zaman kaybıdır. şiddetin ne sebeplerini anlamamıza ne de onu engellememize hiç yardımcı olmaz. insanlar bazen suçluları "affetmeye" inanıp inanmadığımı sorar. buna cevabım şöyle: "mahkum etmeye ne kadar inanıyorsam affetmeye de o kadar inanıyorum." biz toplum olarak, ne zaman şiddeti çözümleme konusunu ahlaki bir "günah" gibi değil de kamu sağlığını veya önleyici tıp alanını tehdit eden bir sorun gibi görmeye başlarsak, ne zaman kendi bakış açılarımızı ve değerlerimizi değiştirirsek işte o zaman, şu anda yaptığımızın aksine şiddet seviyesini artırmak yerine azaltma konusunda başarılı oluruz.
hayatımın kabaca son 40 senesini toplumumuzun ürettiği en vahşi insanlar üzerinde çalışarak geçirdim: katiller, tecavüzcüler ve bunun gibileri. bu vahşete neyin sebep olduğunu anlamaya çalışırken fark ettim ki, hapishanelerimizdeki en azılı suçluların kendileri öyle büyük ölçüde istismara maruz kalmışlardı ki, çocuk istismarı terimini böyle vakalarda kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi. toplumumuzdaki çocukların sıkça gördükleri ahlaksız muamelenin boyutlarından hiç haberim yoktu. gördüğüm en vahşi insanların kendileri geçmişte çoğu zaman kendi ebeveynleri veya sosyal ortamlarındaki diğer insanlar tarafında öldürülmeye çalışılmıştı ya da en yakın akrabaları başka insanlar tarafından öldürülmüş olan bir ailenin sağ kalan üyeleriydiler.
eğer şiddeti önlemek için vurgulayabileceğim bir prensip varsa işte bu ancak "eşitlik" olurdu. şiddet oranını etkileyen en belirleyici faktör toplumdaki eşitlik ve eşitsizlik değerleri arasındaki farktır.
şiddetin biyolojik olarak açıklanmasının nedenlerinden biri, bu hipotezin potansiyel bir tehlike olmasının sebebi, sadece insanları yanlış yönlendirmesi değil, gerçekten zarar verebilecek olmasıdır. çünkü buna inandığınız takdirde kolaylıkla "bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yok" diyebilirsiniz. bu durumda insanları şiddete yönelten yatkınlığı değiştirebilmek için yapabileceğimiz tek şey; onları cezalandırmaktır; kilit altında tutmak veya idam etmek. ama insanları şiddete yöneltebilecek olan sosyal çevreyi veya sosyal şartları değiştirmek adına endişelenmemize gerek yok; çünkü "bu son derece anlamsız".
gandhi, "şiddetin en ölümcül biçimi yoksulluktur." der. bu kesinlikle doğrudur. yoksulluk, tarihteki bütün savaşlarda ölenlerden çok daha fazla insan öldürmüştür; tarihteki bütün cinayetlerden daha fazla, bütün intiharlardan daha fazla.
şiddet evrensel değildir. insan ırkına simetrik olarak bölünmemiştir. farklı toplumlarda şiddetin miktarı çok büyük değişiklik göstermektedir. hemen hemen hiç şiddetin olmadığı toplumlar da vardır, kendi kendilerini yok eden toplumlar da. mesela anabaptistlerde, çok katı pasifist olan amishler, mennonitler, hutteriteler gibi mezhepler vardır. bu gruplardan hutteritelerde kayıtlara geçen cinayet yoktur. insanların askere alındığı 2. dünya savaşı gibi büyük savaşlar süresince orduya hizmette bulunmayı reddetmişlerdi. orduya hizmet etmektense hapse girmeyi tercih ederlerdi.
israil'de, kibbutz'larda şiddet oranı o kadar düşüktür ki ceza mahkemeleri suç işleyen şiddet faillerini sıklıkla şiddet içermeyen bir hayat yaşamayı öğrenmeleri için kibbutz'larda yaşamaya gönderirler. çünkü oradaki insanların yaşam tarzı budur.
yeni zelanda'nın dunedin adlı kasabasında da bir çalışma yapıldı. bu çalışmada birkaç bin şahıs doğumlarından yirmili yaşlarına kadar incelendi. buldukları, şiddet uygulamaya meyilli olmakla bir bakıma ilgisi bulunan bir genetik mutasyon yani anormal bir gendi; fakat bu genin taşıyıcısının aynı zamanda çocukken ağır istismara maruz kalmış olması gerekiyordu. diğer bir deyişle, bu geni taşıyan biri çocukken istismar edilmediği sürece diğer insanlara göre daha fazla şiddet yanlısı olmayacak, bilakis normal genli insanlara göre daha az şiddet yanlısı olacaktır.
insanların şiddete eğilimini ahlaki değerlerle yargılamak gerçek bir zaman kaybıdır. şiddetin ne sebeplerini anlamamıza ne de onu engellememize hiç yardımcı olmaz. insanlar bazen suçluları "affetmeye" inanıp inanmadığımı sorar. buna cevabım şöyle: "mahkum etmeye ne kadar inanıyorsam affetmeye de o kadar inanıyorum." biz toplum olarak, ne zaman şiddeti çözümleme konusunu ahlaki bir "günah" gibi değil de kamu sağlığını veya önleyici tıp alanını tehdit eden bir sorun gibi görmeye başlarsak, ne zaman kendi bakış açılarımızı ve değerlerimizi değiştirirsek işte o zaman, şu anda yaptığımızın aksine şiddet seviyesini artırmak yerine azaltma konusunda başarılı oluruz.
hayatımın kabaca son 40 senesini toplumumuzun ürettiği en vahşi insanlar üzerinde çalışarak geçirdim: katiller, tecavüzcüler ve bunun gibileri. bu vahşete neyin sebep olduğunu anlamaya çalışırken fark ettim ki, hapishanelerimizdeki en azılı suçluların kendileri öyle büyük ölçüde istismara maruz kalmışlardı ki, çocuk istismarı terimini böyle vakalarda kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi. toplumumuzdaki çocukların sıkça gördükleri ahlaksız muamelenin boyutlarından hiç haberim yoktu. gördüğüm en vahşi insanların kendileri geçmişte çoğu zaman kendi ebeveynleri veya sosyal ortamlarındaki diğer insanlar tarafında öldürülmeye çalışılmıştı ya da en yakın akrabaları başka insanlar tarafından öldürülmüş olan bir ailenin sağ kalan üyeleriydiler.
eğer şiddeti önlemek için vurgulayabileceğim bir prensip varsa işte bu ancak "eşitlik" olurdu. şiddet oranını etkileyen en belirleyici faktör toplumdaki eşitlik ve eşitsizlik değerleri arasındaki farktır.
şiddetin biyolojik olarak açıklanmasının nedenlerinden biri, bu hipotezin potansiyel bir tehlike olmasının sebebi, sadece insanları yanlış yönlendirmesi değil, gerçekten zarar verebilecek olmasıdır. çünkü buna inandığınız takdirde kolaylıkla "bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yok" diyebilirsiniz. bu durumda insanları şiddete yönelten yatkınlığı değiştirebilmek için yapabileceğimiz tek şey; onları cezalandırmaktır; kilit altında tutmak veya idam etmek. ama insanları şiddete yöneltebilecek olan sosyal çevreyi veya sosyal şartları değiştirmek adına endişelenmemize gerek yok; çünkü "bu son derece anlamsız".
gandhi, "şiddetin en ölümcül biçimi yoksulluktur." der. bu kesinlikle doğrudur. yoksulluk, tarihteki bütün savaşlarda ölenlerden çok daha fazla insan öldürmüştür; tarihteki bütün cinayetlerden daha fazla, bütün intiharlardan daha fazla.
27.12.2011
robinson
daniel defoe
her türlü kurtuluş umudundan yoksun olarak korkunç, ıssız bir adaya düştüm. ama yaşıyorum, öbür gemi arkadaşlarım gibi boğulmadım.
bütün dünya içinden, böyle sürünmek üzere seçilip ayırt edildim. ama bütün arkadaşlarım içinden, kurtulmak üzere seçilip ayırt edilen de gene benim; beni bir mucizeyle ölümden kurtaran, düştüğüm bu durumdan da kurtarabilir.
insanlıktan ayrılmış, insan toplumundan kovulmuş bir yalnızım ben. ama çorak bir yerde yiyecek içecekten yoksun kalarak açlıktan ölmüş, yok olmuş değilim.
üstüme giyecek bir şeyim yok. ama sıcak bir yerdeyim; giyecek bir şeyim olsaydı bile, taşıması güç olacaktı.
insanlardan ya da hayvanlardan gelecek bir saldırıya karşı ne bir savunmam ne de aracım var. ama düştüğüm adada, afrika kıyılarında gördüğüm yırtıcı hayvanlardan hiçbiri yok; ya o kıyılara düşmüş olsaydım?
benimle söyleşecek, beni avutacak hiç kimsem yok. ama gemiyi olağanüstü bir biçimde iyice kıyıya sokarak kendime gereken bunca eşyayı almamı sağlayan tanrı, yaşadığım sürece gene geçimimi sağlayacak ya da bana kendi geçimimi sağlayabilme yeterliliğini verecektir.
her türlü kurtuluş umudundan yoksun olarak korkunç, ıssız bir adaya düştüm. ama yaşıyorum, öbür gemi arkadaşlarım gibi boğulmadım.
bütün dünya içinden, böyle sürünmek üzere seçilip ayırt edildim. ama bütün arkadaşlarım içinden, kurtulmak üzere seçilip ayırt edilen de gene benim; beni bir mucizeyle ölümden kurtaran, düştüğüm bu durumdan da kurtarabilir.
insanlıktan ayrılmış, insan toplumundan kovulmuş bir yalnızım ben. ama çorak bir yerde yiyecek içecekten yoksun kalarak açlıktan ölmüş, yok olmuş değilim.
üstüme giyecek bir şeyim yok. ama sıcak bir yerdeyim; giyecek bir şeyim olsaydı bile, taşıması güç olacaktı.
insanlardan ya da hayvanlardan gelecek bir saldırıya karşı ne bir savunmam ne de aracım var. ama düştüğüm adada, afrika kıyılarında gördüğüm yırtıcı hayvanlardan hiçbiri yok; ya o kıyılara düşmüş olsaydım?
benimle söyleşecek, beni avutacak hiç kimsem yok. ama gemiyi olağanüstü bir biçimde iyice kıyıya sokarak kendime gereken bunca eşyayı almamı sağlayan tanrı, yaşadığım sürece gene geçimimi sağlayacak ya da bana kendi geçimimi sağlayabilme yeterliliğini verecektir.
muleta
edip cansever
geçtikti bir gün hani
ormandan ve aydınlıkların fısıltısından
kenti görmeye gittikti yağmurda
yürüdüktü dar sokaklarda saatlerce
girdikti sonunda yanık yağ kokulu
çinko tezgahlı bir meyhaneye
göz göze geldikti sevimsiz bir papağanla
demiştin o gün bana, anımsıyorum
ah, acısız boğulabilir insan
eylüldü, mavi dönemiydi sanki picasso'nun
-denize inen atlılar-
sonra sonra guernica ve
'chat et oiseau'
yıl bin dokuz yüz otuz dokuz
yas içinde bütün dünya
şehirler yanmış yıkılmış
gördüktü ne kadar yorgun
ne kadar çaresizdi isa
ve demiştin bir gün, anımsıyorum
mutsuzluk da boğabilirmiş insanı
bir gün, akşama doğru, alacakaranlıkta
başını menekşeye koydu, uyudu
bir güvercin çalılığın orada
hani
görmeye gittikti güneşli günde
parkı ve ördekleri
yıllarca sonra savaştan
ekmek kırıntıları attıktı havuza
bir elim omzunda seyrettikti uzun uzun
dünyayı ve çiçekleri
nedense durgunlaşıverdindi bir ara
çok değil, en fazla birkaç dakika
ve dedindi, mutluyken de boğulabilir insan
ilkyazları sevmiyoruz artık, yaşlandık da ondan mı
aşkımızı seyrediyoruz sanki uzaktan
oysa yok biten bir şey aramızda, yok da
hep aynı kalmıyor ki yakın duygular
demiştin bunları bir bir, anımsıyorum
mutlu da olsa insan mutsuz da
her an yeniden yaratabilirmiş kendini
demiştin, bir sabah, bir başka aşkla
sen ölüm!
seni hiç düşünmeden yaşadık
seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da
26.12.2011
içe kapanış
charles baudelaire
derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık
akşam olsa diyordun, işte oldu akşam
siyah örtülere sardı şehri karanlık
kimine huzur iner gökten, kimine gam
bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin
yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte
toplasın acı meyvesini nedametin
sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle
bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler
eski zaman esvaplarıyla eğilmişler
hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan
seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
ve uzun bir kefen gibi doğruyu saran
geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi
25.12.2011
burjuva ailesi
elsa morante
"ben burjuva bir ailede doğdum. babam mühendisti, bir inşaat şirketinde çalışırdı. maaş yüksek. normal zamanlarda oturduğumuz evden başka bir de sayfiyede köşkümüz vardı, kendi malımız, çiftliği bir yarıcı işletirdi -kirada birkaç dairemiz vardı, iyi gelir getiriyordu- tabii otomobil -bir lancia- ayrıca da bankada kim bilir ne hisse senetleri vardı."
böylece mali dökümünü yaptıktan sonra, çok yorulmuş gibi durdu. sonra yeniden sözü sürdürerek, işte orada, aile yuvasında, ta küçüklüğünden beri, kentsoylu hastalığının belirtilerini teşhise başladığını söyledi. bunlar onu giderek daha sarsıyor, isyan ettiriyordu, o derece ki zaman zaman, çocukken, ana babasını görmeye bile dayanamaz, tiksinti nöbetlerine kapılırdı, gene dişlerini gıcırdatarak ekledi: "haksız da değildim."
sonra öne doğru iki büklüm olunca, sesi bir mırıltı kadar hafifledi, masanın tahtasına önemsiz ve saçma sapan bir şeyler fısıldıyormuş gibi alçak sesle ailesini anlatmaya koyuldu. söz gelimi babasının bir sürü, çeşit çeşit saplantısı varmış; hatta çeşit çeşit sesleri varmış, patronlarla konuşurken başka, meslektaşlarla konuşurken başka, işçilerle konuşurken daha başka. babasıyla anası, hiçbir kötü niyetleri olmaksızın hizmetlerinde çalışan kişilere aşağı tabaka derlermiş; onlara karşı alışılmış nazik davranışlarında bile hep bir tür yukarıdan bakma varmış. esasında hep aşağılayıcı olan ve seyrek işledikleri hayırlara, verdikleri sadakalara iyilikseverlik derlermiş. her tür sosyete sahteciliğini de görev diye adlandırırlarmış: yemek çağrılarına karşılık vermek, can sıkıcı bir ziyaret yapmak, şu münasebetle şu ceketi giymek, belirli bir sergide görünmek veya tatsız bir törene katılmak gibi. konuşmalarının ve tartışmalarının konuları aşağı yukarı hep aynıymış. şehir veya aile dedikoduları, oğulların ileride varacakları mesleki başarıları konusunda beslenen umutlar, vazgeçilmez veya fırsat sayılacak satın almalar, mal edinmeler, harcamalar, yükselişler, düşüşler, vazgeçmeler.. ama tesadüfen beethoven'ın 9. senfonisi veya tristan ve isolde ya da sistine kilisesi gibi yüksek konulara değinecek olsalar hemen özel bir yücelmişlik pozu takınırlarmış; sanki böyle yüksek şeyler bile sınıf ayrıcalıklarıymış gibi. otomobilmiş, giysilermiş, ev eşyasıymış, onlara günlük kullanma eşyası değil de bir tür toplumsal düzenin göstergeleri gözüyle bakarlarmış.
ailesinin yaşantısında yapmacık ve kokuşmuş olmayan hiçbir şey yokmuş, hiç: ne davranışları ne sözcükleri ne düşünceleri. gündelik seçimlerinin tümü de en önemsizine varıncaya dek, üstün bir ahlakın kurallarıymışçasına, harfi harfine uyguladıkları, birtakım dar kafalı inançları temel alıyormuş: filanca davet edilmeliymiş; çünkü kontmuş; falanca kahveye girilmezmiş; çünkü aşağı sınıftanmış. ama ahlakın gerçek yasaları karşısındaki şaşkınlıkları, onları alay konusu edebilirmiş. babasına göre, şantiyede çalışanlardan biri, bir kangal bakır tele el koyacak olsa, hırsız demekti; ama biri çıkıp da babasına, o ünlü hisse senetlerinin, işçilerin ücretlerinden çalınmış olduğunu söylese herhalde güler geçer, inanmazdı. silahlı bir soyguncu, zorla evlerine girip zarar verse, adam öldürse, anasıyla babası pek yerinde olarak onu ipe çekilmeye layık aşağılık bir cani olarak göreceklerdi; gel gör ki faşist saldırganlar etiyopya topraklarında bu biçimde davrandıkları zaman, onlara yardıma kalkışılmıştı. kendilerinin rahat yaşadığı bir sistem, onları hiç kuşkulandırmıyordu. tembellikten, politikaya yanaşmıyorlardı; nasıl olsa hükümet, onları her tür sorumluluktan kurtarıyor değil miydi? kördüler, körlerce yargılanan ve başka körlerce güdülen körler; ama farkında değillerdi. kendilerini haklı sayıyorlardı, buna tam bir inançları vardı, bu inancı da kimse kalkıp yalanlamıyordu. babası herkes tarafından pek kibar bir kişi sayılırdı, anası lekesiz bir hanımefendi, kız kardeşi ise iyi yetişmiş bir kızdı. öyleydi de gerçekten, ana babanın yasasına uygun olarak yetiştirilmişti ve onları öylesine doğal biçimde taklit ediyordu ki, zaman olur, kalıtım genlerinin aktardığı ana babanın tıpatıp bir örneği gibi görünürdü gözüne. onların hak bilirlik inançları, kızda da -embriyon halinde bile olsa- yerleşmekteydi. söz gelimi, küçük bir çocuk olduğu halde, yarım yüzyıldır evde çalışan ve yaşı bakımından ninesinin anası olabilecek bir kadına hizmet ettirmek -hatta ayakkabılarını bağlatmak- ona pek olağan görünüyordu. vitrinde gördüğü kareli bir paltoyu aldırmak için -dolapta en azından iki yeni paltosu vardı- ana babasına diretmek ve neden olarak da karelinin moda olduğunu, bütün arkadaşlarının aldığını göstermek, ona hiç de mantıkdışı gelmiyordu. ama bu arkadaşlar arasında, paltosu bile olmayanlar; hatta kışın ayağına giyecek ayakkabısı bile bulunmayanlar varmış, burası önemli değildi: sanki onlar başka bir gezegenin insanlarıydı.
ilk çatışmalarından birini hiçbir zaman unutamamıştı. "10 yaşlarındaydım ya da on bir. babam beni otomobille okula götürürken, yolda, ansızın fren yapmak zorunda kalıyor, birisi kesmiş yolumuzu, meydan okur gibi değil; hatta özür dilercesine. anlaşılan, bir gün önce bir şantiyeden yol verilmiş bir işçiymiş, doğrudan doğruya babamın yüzünden -öyle anlaşılıyor-. nedenini hiç öğrenemedim. henüz yaşlı sayılmaz -40 yaşlarında- ama kaşlarında kırlar var; orta boylu, şişman değil; ama güçlü, öyle ki, daha uzun boylu duruyor. geniş bir yüzü var, sağlam yüz çizgileri, gene de bizim oralılar gibi, çocuksu kalmış. muşamba bir ceket ve bir bere giymiş, kireç lekeleri var, besbelli duvarcı. ağzından her sözüyle birlikte duman çıkıyor -demek ki bu olay kışın geçmiş-. orada öyle durmuş, elini kolunu sallayarak derdini anlatmaya uğraşıyor; hatta babamı yumuşatmak için gülümsemeye bile çabalıyor. ama babam onu konuşturmuyor bile, öfkeden kabarmış, haykırıyor: 'nasıl cüret edersin! tek kelime istemem! bas git işine! hadi! defol!' o anda adamın yüzünden bir titreme geçtiğini görür gibi oldum. bir yandan da içimden kanım küt küt atıyor, önüne geçemediğim şiddetli bir istek duyuyorum: şu adam babama yumruklarıyla, hatta bıçakla saldırsın. ama ne gezer, beriki yolun kıyısına çekiliyor; hatta elini beresine götürüp selam bile veriyor. bu arada babam ise, öfkeyle, onu ezmek pahasına gaza basmış. hala söyleniyor, 'gizlenecek delik aramalıydı! aşağılık herifler! serseri!' diyor. dikkat ediyorum, öfkesinden, çenesiyle yakası arasında kalan eti, kırmızımtırak, adi kıvrımlar yapıyor. oysa sokakta kalakalmış o adamda hiçbir adilik belirtisi görmemiştim. o zaman içime öylesine bir sıkıntı bastı ki lancia'da babamın yanında olmaktansa, darağacına giden idam hükümlüsünün arabasında olmaya razıydım. anladım ki, gerçekte biz, tüm bizim gibi burjuvalar dünyanın aşağılıklarıydık ve yolda kalakalan o adamla benzerleri de soyluları. gerçekte bu adamın yaşında olup kendi yaşıtına boyun eğerek emeğini bir şey karşılığında sunabilen bir kişi ancak soylu bir yaratık, krallara layık onur sahibi biri, her türlü alçaklıktan ve adilikten uzak biri olabilirdi; bunu anladım. hiç unutmam, yolun ondan sonraki bölümünde, şu tanrısal duvarcının öcünü babamdan almak için ağır sıklet halter şampiyonu olmaya karar vermiştim. gün boyu ne babamla ne annemle ne kardeşimle tek kelime konuşmadım, onlardan öylesine nefret ediyordum. öyle sanıyorum ki, oradan başladı işte. artık onları aynı gözle görmüyordum: hep bir mercekle bakıyor gibiydim onlara.. sabit.. şaşmaz.."
"ben burjuva bir ailede doğdum. babam mühendisti, bir inşaat şirketinde çalışırdı. maaş yüksek. normal zamanlarda oturduğumuz evden başka bir de sayfiyede köşkümüz vardı, kendi malımız, çiftliği bir yarıcı işletirdi -kirada birkaç dairemiz vardı, iyi gelir getiriyordu- tabii otomobil -bir lancia- ayrıca da bankada kim bilir ne hisse senetleri vardı."
böylece mali dökümünü yaptıktan sonra, çok yorulmuş gibi durdu. sonra yeniden sözü sürdürerek, işte orada, aile yuvasında, ta küçüklüğünden beri, kentsoylu hastalığının belirtilerini teşhise başladığını söyledi. bunlar onu giderek daha sarsıyor, isyan ettiriyordu, o derece ki zaman zaman, çocukken, ana babasını görmeye bile dayanamaz, tiksinti nöbetlerine kapılırdı, gene dişlerini gıcırdatarak ekledi: "haksız da değildim."
sonra öne doğru iki büklüm olunca, sesi bir mırıltı kadar hafifledi, masanın tahtasına önemsiz ve saçma sapan bir şeyler fısıldıyormuş gibi alçak sesle ailesini anlatmaya koyuldu. söz gelimi babasının bir sürü, çeşit çeşit saplantısı varmış; hatta çeşit çeşit sesleri varmış, patronlarla konuşurken başka, meslektaşlarla konuşurken başka, işçilerle konuşurken daha başka. babasıyla anası, hiçbir kötü niyetleri olmaksızın hizmetlerinde çalışan kişilere aşağı tabaka derlermiş; onlara karşı alışılmış nazik davranışlarında bile hep bir tür yukarıdan bakma varmış. esasında hep aşağılayıcı olan ve seyrek işledikleri hayırlara, verdikleri sadakalara iyilikseverlik derlermiş. her tür sosyete sahteciliğini de görev diye adlandırırlarmış: yemek çağrılarına karşılık vermek, can sıkıcı bir ziyaret yapmak, şu münasebetle şu ceketi giymek, belirli bir sergide görünmek veya tatsız bir törene katılmak gibi. konuşmalarının ve tartışmalarının konuları aşağı yukarı hep aynıymış. şehir veya aile dedikoduları, oğulların ileride varacakları mesleki başarıları konusunda beslenen umutlar, vazgeçilmez veya fırsat sayılacak satın almalar, mal edinmeler, harcamalar, yükselişler, düşüşler, vazgeçmeler.. ama tesadüfen beethoven'ın 9. senfonisi veya tristan ve isolde ya da sistine kilisesi gibi yüksek konulara değinecek olsalar hemen özel bir yücelmişlik pozu takınırlarmış; sanki böyle yüksek şeyler bile sınıf ayrıcalıklarıymış gibi. otomobilmiş, giysilermiş, ev eşyasıymış, onlara günlük kullanma eşyası değil de bir tür toplumsal düzenin göstergeleri gözüyle bakarlarmış.
ailesinin yaşantısında yapmacık ve kokuşmuş olmayan hiçbir şey yokmuş, hiç: ne davranışları ne sözcükleri ne düşünceleri. gündelik seçimlerinin tümü de en önemsizine varıncaya dek, üstün bir ahlakın kurallarıymışçasına, harfi harfine uyguladıkları, birtakım dar kafalı inançları temel alıyormuş: filanca davet edilmeliymiş; çünkü kontmuş; falanca kahveye girilmezmiş; çünkü aşağı sınıftanmış. ama ahlakın gerçek yasaları karşısındaki şaşkınlıkları, onları alay konusu edebilirmiş. babasına göre, şantiyede çalışanlardan biri, bir kangal bakır tele el koyacak olsa, hırsız demekti; ama biri çıkıp da babasına, o ünlü hisse senetlerinin, işçilerin ücretlerinden çalınmış olduğunu söylese herhalde güler geçer, inanmazdı. silahlı bir soyguncu, zorla evlerine girip zarar verse, adam öldürse, anasıyla babası pek yerinde olarak onu ipe çekilmeye layık aşağılık bir cani olarak göreceklerdi; gel gör ki faşist saldırganlar etiyopya topraklarında bu biçimde davrandıkları zaman, onlara yardıma kalkışılmıştı. kendilerinin rahat yaşadığı bir sistem, onları hiç kuşkulandırmıyordu. tembellikten, politikaya yanaşmıyorlardı; nasıl olsa hükümet, onları her tür sorumluluktan kurtarıyor değil miydi? kördüler, körlerce yargılanan ve başka körlerce güdülen körler; ama farkında değillerdi. kendilerini haklı sayıyorlardı, buna tam bir inançları vardı, bu inancı da kimse kalkıp yalanlamıyordu. babası herkes tarafından pek kibar bir kişi sayılırdı, anası lekesiz bir hanımefendi, kız kardeşi ise iyi yetişmiş bir kızdı. öyleydi de gerçekten, ana babanın yasasına uygun olarak yetiştirilmişti ve onları öylesine doğal biçimde taklit ediyordu ki, zaman olur, kalıtım genlerinin aktardığı ana babanın tıpatıp bir örneği gibi görünürdü gözüne. onların hak bilirlik inançları, kızda da -embriyon halinde bile olsa- yerleşmekteydi. söz gelimi, küçük bir çocuk olduğu halde, yarım yüzyıldır evde çalışan ve yaşı bakımından ninesinin anası olabilecek bir kadına hizmet ettirmek -hatta ayakkabılarını bağlatmak- ona pek olağan görünüyordu. vitrinde gördüğü kareli bir paltoyu aldırmak için -dolapta en azından iki yeni paltosu vardı- ana babasına diretmek ve neden olarak da karelinin moda olduğunu, bütün arkadaşlarının aldığını göstermek, ona hiç de mantıkdışı gelmiyordu. ama bu arkadaşlar arasında, paltosu bile olmayanlar; hatta kışın ayağına giyecek ayakkabısı bile bulunmayanlar varmış, burası önemli değildi: sanki onlar başka bir gezegenin insanlarıydı.
ilk çatışmalarından birini hiçbir zaman unutamamıştı. "10 yaşlarındaydım ya da on bir. babam beni otomobille okula götürürken, yolda, ansızın fren yapmak zorunda kalıyor, birisi kesmiş yolumuzu, meydan okur gibi değil; hatta özür dilercesine. anlaşılan, bir gün önce bir şantiyeden yol verilmiş bir işçiymiş, doğrudan doğruya babamın yüzünden -öyle anlaşılıyor-. nedenini hiç öğrenemedim. henüz yaşlı sayılmaz -40 yaşlarında- ama kaşlarında kırlar var; orta boylu, şişman değil; ama güçlü, öyle ki, daha uzun boylu duruyor. geniş bir yüzü var, sağlam yüz çizgileri, gene de bizim oralılar gibi, çocuksu kalmış. muşamba bir ceket ve bir bere giymiş, kireç lekeleri var, besbelli duvarcı. ağzından her sözüyle birlikte duman çıkıyor -demek ki bu olay kışın geçmiş-. orada öyle durmuş, elini kolunu sallayarak derdini anlatmaya uğraşıyor; hatta babamı yumuşatmak için gülümsemeye bile çabalıyor. ama babam onu konuşturmuyor bile, öfkeden kabarmış, haykırıyor: 'nasıl cüret edersin! tek kelime istemem! bas git işine! hadi! defol!' o anda adamın yüzünden bir titreme geçtiğini görür gibi oldum. bir yandan da içimden kanım küt küt atıyor, önüne geçemediğim şiddetli bir istek duyuyorum: şu adam babama yumruklarıyla, hatta bıçakla saldırsın. ama ne gezer, beriki yolun kıyısına çekiliyor; hatta elini beresine götürüp selam bile veriyor. bu arada babam ise, öfkeyle, onu ezmek pahasına gaza basmış. hala söyleniyor, 'gizlenecek delik aramalıydı! aşağılık herifler! serseri!' diyor. dikkat ediyorum, öfkesinden, çenesiyle yakası arasında kalan eti, kırmızımtırak, adi kıvrımlar yapıyor. oysa sokakta kalakalmış o adamda hiçbir adilik belirtisi görmemiştim. o zaman içime öylesine bir sıkıntı bastı ki lancia'da babamın yanında olmaktansa, darağacına giden idam hükümlüsünün arabasında olmaya razıydım. anladım ki, gerçekte biz, tüm bizim gibi burjuvalar dünyanın aşağılıklarıydık ve yolda kalakalan o adamla benzerleri de soyluları. gerçekte bu adamın yaşında olup kendi yaşıtına boyun eğerek emeğini bir şey karşılığında sunabilen bir kişi ancak soylu bir yaratık, krallara layık onur sahibi biri, her türlü alçaklıktan ve adilikten uzak biri olabilirdi; bunu anladım. hiç unutmam, yolun ondan sonraki bölümünde, şu tanrısal duvarcının öcünü babamdan almak için ağır sıklet halter şampiyonu olmaya karar vermiştim. gün boyu ne babamla ne annemle ne kardeşimle tek kelime konuşmadım, onlardan öylesine nefret ediyordum. öyle sanıyorum ki, oradan başladı işte. artık onları aynı gözle görmüyordum: hep bir mercekle bakıyor gibiydim onlara.. sabit.. şaşmaz.."
23.12.2011
veresiye
ömer hayyam
"hurilerle dolu cennetin kevseri var
orda bal, süt ve şarap ırmak gibi akar"
derlerse de saki, işine bak, şarap sun
peşini varken, veresiyeye kim kanar
22.12.2011
hayvan çiftliği
george orwell
özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da.
tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da.
evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? açıkça söylemekten korkmayalım: şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki? işte, tüm çıplaklığıyla gerçek budur.
insan, üretmeden tüketen tek yaratıktır.
kuzgun moses, gammazın, dedikoducunun tekiydi; ama ağzı iyi laf yapardı. gene bir masal uydurmuştu: sözümona, balbadem diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün hayvanlar öldükleri zaman oraya gidiyorlardı. moses'a bakılırsa, bu ülke gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. balbadem diyarı'nda her gün pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten tohumu küspesinden geçilmezdi. gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla geçirdiği ve hiç çalışmadığı için moses'tan nefret ediyorlardı; ama gene de, balbadem diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. domuzlar, onları böyle bir yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler.
yoldaşlar! balbadem diyarı, biz zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen ardında' dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini, alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu. hayvanları birçoğu ona inanıyordu. bu dünyada açlık ve yoksulluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? asıl anlaşılması zor olan, domuzların moses'a karşı tutumuydu. hem onu aşağılayarak balbadem diyarı'yla ilgili masallarının palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses çıkarmıyorlar; dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı.
iki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
doğrusu, kedi de bir tuhaftı. bir süre sonra, yapılacak bir iş çıktığında hiçbir zaman ortalıkta görünmediği anlaşılmıştı. saatlerce ortadan kayboluyor; ama yemek vakti geldiğinde ya da akşamüstü işler sona erdiğinde hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıkıyordu. ama her seferinde öyle güzel bahaneler uyduruyor, öylesine sevecen mırlıyordu ki, herkesi iyi niyetine inandırmayı başarıyordu. bir gün bir de bakmışlardı, damda oturmuş, erişemeyeceği uzaklıktaki serçelerle konuşuyor; onlara, artık bütün hayvanların yoldaş olduğunu, dilerlerse hiç çekinmeden gelip pençesine konabileceklerini anlatıyordu. ama serçeler, kedinin yanına bile yaklaşmamışlardı.
yoldaşlar! umarım, biz domuzların bunu bencilliğimizden, ayrıcalık düşkünlüğümüzden yaptığımızı sanmıyorsunuzdur. aslında çoğumuz süt ve elmadan hoşlanmayız. ben de hoşlanmam. bu elmalara el koymamızın tek bir amacı var, o da sağlığımızı korumak. sütte ve elmada domuzların sağlığı açısından kesinlikle gerekli olan bazı maddeler var. bilim bunu kanıtlamıştır, yoldaşlar. biz domuzlar düşün emekçileriyiz. bu çiftliğin tüm yönetim ve düzeninden biz sorumluyuz. gecemizi gündüzümüze katarak, sizin sağlığınızı koruyoruz. bu sütleri sizin uğrunuza içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz. biz domuzlar görevimizi gereğince yerine getiremezsek ne olur, biliyor musunuz? jones geri gelir! evet, jones geri gelir! bundan en küçük bir kuşkunuz olmasın, yoldaşlar.
squealer, bazılarının kafalarındaki kuşkuların gene de dağılmadığını fark ederek, kurnazca sordu: "bu, sakın düşünüzde gördüğünüz bir şey olmasın, yoldaşlar? böyle bir kararın belgesi var mı? bir yerde yazılı mı?" gerçekten de, ortalıkta böyle bir yazılı belge bulunmadığından, hayvanlar yanıldıklarını kabullenmek zorunda kaldılar.
squealer, pazar sabahları, ayağıyla tuttuğu uzun bir kağıt parçasından birtakım rakamlar okuyarak, çeşitli gıda maddelerinin üretiminin yüzde iki yüz, yüzde üç yüz, yüzde beş yüz arttığını açıklıyordu. hayvanlar, ayaklanmadan önceki koşulları artık doğru dürüst anımsamadıklarından, ona inanmamak için bir neden göremiyorlardı. ama gene de, öyle günler oluyordu ki, daha az rakam dinleyip daha çok yemek yiyeceğimiz günleri ne zaman göreceğiz, diye düşünmeden edemiyorlardı.
clover, yaşlanıp şişmanlamıştı. eklemleri sertleşmiş, gözleri sulanmaya başlamıştı. emekliliği geleli 2 yıl olmuştu; ama o güne değin hiçbir hayvanın emekliye ayrıldığı görülmemişti.
en iyi insan, ölü insandır.
ayaklanmanın ilk günlerindeki durumun şimdikinden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar; ama pek bir şey anımsayamıyorlardı. şimdiki hayatlarıyla karşılaştıracak hiçbir şey kalmamıştı elleirnde; önlerinde yalnızca squealer'ın durumun her geçen gün daha iyiye gittiğini gösteren rakamlarla dolu listeleri vardı. bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı; kaldı ki, artık bu tür şeylere uzun uzadıya kafa yoracak vakitleri de yoktu.
dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak..
bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.
işçi sorunu her yerde aynı değil miydi?
sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız, bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!
içeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.
özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da.
tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da.
evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? açıkça söylemekten korkmayalım: şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki? işte, tüm çıplaklığıyla gerçek budur.
insan, üretmeden tüketen tek yaratıktır.
kuzgun moses, gammazın, dedikoducunun tekiydi; ama ağzı iyi laf yapardı. gene bir masal uydurmuştu: sözümona, balbadem diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün hayvanlar öldükleri zaman oraya gidiyorlardı. moses'a bakılırsa, bu ülke gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. balbadem diyarı'nda her gün pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten tohumu küspesinden geçilmezdi. gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla geçirdiği ve hiç çalışmadığı için moses'tan nefret ediyorlardı; ama gene de, balbadem diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. domuzlar, onları böyle bir yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler.
yoldaşlar! balbadem diyarı, biz zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen ardında' dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini, alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu. hayvanları birçoğu ona inanıyordu. bu dünyada açlık ve yoksulluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? asıl anlaşılması zor olan, domuzların moses'a karşı tutumuydu. hem onu aşağılayarak balbadem diyarı'yla ilgili masallarının palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses çıkarmıyorlar; dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı.
iki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
doğrusu, kedi de bir tuhaftı. bir süre sonra, yapılacak bir iş çıktığında hiçbir zaman ortalıkta görünmediği anlaşılmıştı. saatlerce ortadan kayboluyor; ama yemek vakti geldiğinde ya da akşamüstü işler sona erdiğinde hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıkıyordu. ama her seferinde öyle güzel bahaneler uyduruyor, öylesine sevecen mırlıyordu ki, herkesi iyi niyetine inandırmayı başarıyordu. bir gün bir de bakmışlardı, damda oturmuş, erişemeyeceği uzaklıktaki serçelerle konuşuyor; onlara, artık bütün hayvanların yoldaş olduğunu, dilerlerse hiç çekinmeden gelip pençesine konabileceklerini anlatıyordu. ama serçeler, kedinin yanına bile yaklaşmamışlardı.
yoldaşlar! umarım, biz domuzların bunu bencilliğimizden, ayrıcalık düşkünlüğümüzden yaptığımızı sanmıyorsunuzdur. aslında çoğumuz süt ve elmadan hoşlanmayız. ben de hoşlanmam. bu elmalara el koymamızın tek bir amacı var, o da sağlığımızı korumak. sütte ve elmada domuzların sağlığı açısından kesinlikle gerekli olan bazı maddeler var. bilim bunu kanıtlamıştır, yoldaşlar. biz domuzlar düşün emekçileriyiz. bu çiftliğin tüm yönetim ve düzeninden biz sorumluyuz. gecemizi gündüzümüze katarak, sizin sağlığınızı koruyoruz. bu sütleri sizin uğrunuza içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz. biz domuzlar görevimizi gereğince yerine getiremezsek ne olur, biliyor musunuz? jones geri gelir! evet, jones geri gelir! bundan en küçük bir kuşkunuz olmasın, yoldaşlar.
squealer, bazılarının kafalarındaki kuşkuların gene de dağılmadığını fark ederek, kurnazca sordu: "bu, sakın düşünüzde gördüğünüz bir şey olmasın, yoldaşlar? böyle bir kararın belgesi var mı? bir yerde yazılı mı?" gerçekten de, ortalıkta böyle bir yazılı belge bulunmadığından, hayvanlar yanıldıklarını kabullenmek zorunda kaldılar.
squealer, pazar sabahları, ayağıyla tuttuğu uzun bir kağıt parçasından birtakım rakamlar okuyarak, çeşitli gıda maddelerinin üretiminin yüzde iki yüz, yüzde üç yüz, yüzde beş yüz arttığını açıklıyordu. hayvanlar, ayaklanmadan önceki koşulları artık doğru dürüst anımsamadıklarından, ona inanmamak için bir neden göremiyorlardı. ama gene de, öyle günler oluyordu ki, daha az rakam dinleyip daha çok yemek yiyeceğimiz günleri ne zaman göreceğiz, diye düşünmeden edemiyorlardı.
clover, yaşlanıp şişmanlamıştı. eklemleri sertleşmiş, gözleri sulanmaya başlamıştı. emekliliği geleli 2 yıl olmuştu; ama o güne değin hiçbir hayvanın emekliye ayrıldığı görülmemişti.
en iyi insan, ölü insandır.
ayaklanmanın ilk günlerindeki durumun şimdikinden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar; ama pek bir şey anımsayamıyorlardı. şimdiki hayatlarıyla karşılaştıracak hiçbir şey kalmamıştı elleirnde; önlerinde yalnızca squealer'ın durumun her geçen gün daha iyiye gittiğini gösteren rakamlarla dolu listeleri vardı. bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı; kaldı ki, artık bu tür şeylere uzun uzadıya kafa yoracak vakitleri de yoktu.
dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak kötü! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! dört ayak iyi, iki ayak..
bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.
işçi sorunu her yerde aynı değil miydi?
sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız, bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!
içeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.
21.12.2011
hayvanat bahçesi
yann martel
sağlıklı bir hayvandan daha tehlikeli olan tek şey, yaralı bir hayvandır.
insanlar, sağlıklarına zarar gelmeden, hayvanların her türlü besini yiyebilecekleri türünde bir inanca sahiptirler. ama öyle değildir.
iyi bir hayvanat bahçesi, başarılı rastlantıların olduğu bir yerdir. hayvanların, idrarı ya da başka salgılarıyla bize, "uzak dur!", bizim de sınırlarımızla ona "olduğun yerde kal!" dediğimiz bir yer. bu diplomatik barış şartları altında, hayvanlar hallerinden hoşnuttur ve bizler de huzur içinde birbirimize bakabiliriz.
aslanlarla dolu bir çukura düşerseniz, aslanların sizi parçalamasının nedeni aç ya da kana susamış olmalarından değil, topraklarına izinsizce girmenizden kaynaklanır.
hayvanat bahçesinden kaçabilen hayvanlar, bilinenden bilinmeze doğru giderler ve hayvanların en nefret ettikleri şey bilinmezliktir. firar eden hayvanlar genellikle onlara güven duygusu veren, ilk bulundukları yere gizlenirler ve bir tek onlara güven veren o sınırı aşanlara karşı bir tehlike oluştururlar.
anlamadığımız şey, hayvanların gözünde bizlerin garip ve yasaklı bir tür olduğumuz. onları korkutuyoruz. bizimle olabildiğince yüzleşmemeye çalışıyorlar. bazı uysal hayvanların korkularını bastırmaya çalışmak asırlar sürdü -buna evcilleştirmek deniyor- ama pek çoğu korkularının üstesinden gelemiyorlar ve gelebileceklerini de hiç sanmıyorum. vahşi hayvanlar bize saldırdıklarında, nedeni yalnızca ümitsizliktir. başka çıkar yolları olmadığını hissettiklerinde saldırırlar. son çare budur.
sağlıklı bir hayvandan daha tehlikeli olan tek şey, yaralı bir hayvandır.
insanlar, sağlıklarına zarar gelmeden, hayvanların her türlü besini yiyebilecekleri türünde bir inanca sahiptirler. ama öyle değildir.
iyi bir hayvanat bahçesi, başarılı rastlantıların olduğu bir yerdir. hayvanların, idrarı ya da başka salgılarıyla bize, "uzak dur!", bizim de sınırlarımızla ona "olduğun yerde kal!" dediğimiz bir yer. bu diplomatik barış şartları altında, hayvanlar hallerinden hoşnuttur ve bizler de huzur içinde birbirimize bakabiliriz.
aslanlarla dolu bir çukura düşerseniz, aslanların sizi parçalamasının nedeni aç ya da kana susamış olmalarından değil, topraklarına izinsizce girmenizden kaynaklanır.
hayvanat bahçesinden kaçabilen hayvanlar, bilinenden bilinmeze doğru giderler ve hayvanların en nefret ettikleri şey bilinmezliktir. firar eden hayvanlar genellikle onlara güven duygusu veren, ilk bulundukları yere gizlenirler ve bir tek onlara güven veren o sınırı aşanlara karşı bir tehlike oluştururlar.
anlamadığımız şey, hayvanların gözünde bizlerin garip ve yasaklı bir tür olduğumuz. onları korkutuyoruz. bizimle olabildiğince yüzleşmemeye çalışıyorlar. bazı uysal hayvanların korkularını bastırmaya çalışmak asırlar sürdü -buna evcilleştirmek deniyor- ama pek çoğu korkularının üstesinden gelemiyorlar ve gelebileceklerini de hiç sanmıyorum. vahşi hayvanlar bize saldırdıklarında, nedeni yalnızca ümitsizliktir. başka çıkar yolları olmadığını hissettiklerinde saldırırlar. son çare budur.
20.12.2011
modernite ve holocaust
zygmunt bauman
leo baeck: hiçbir şey, sessizlik gibi acıklı değildir.
dekorun geri kalan kısmından ne denli farklı olduğunun vurgulanması için zarif bir şekilde çerçevelenmiş bir resim..
yahudi devleti, trajik anıları siyasi meşruiyetinin bir sertifikası, geçmişteki ve gelecekteki politikaları için bir geçiş izin belgesi, hepsinden öte de, kendi yapacağı haksızlıklar için bir ön avans olarak kullanmaya çalıştı.
yok edilen 20 milyondan fazla insan arasında yahudiler ancak altı milyondu. ancak yalnızca yahudiler toptan yok edilmek üzere mimlenmiş ve hitler’in kurmaya kalkıştığı yeni düzende onlara hiçbir yer ayrılmamıştı.
holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur.
böyle bir dehşet nasıl mümkün olabildi? dünyanın en uygar bölgesinin ortasında bu nasıl olabildi?
suçun almanlığı üzerine odaklama girişimi aynı zamanda herkesi, özellikle de diğer her şeyi aklama çabasıdır. holocaust’un faillerinin, uygarlığımızın –dehşet verici ama meşru bir ürünü değil de- bir yarası, bir illeti olduğu yolundaki ima, yalnızca kendini temize çıkarmanın moral rahatlığını değil, ahlaki ve politik yönden mücadeleye son vermenin uğursuz tehdidini de beraberinde getirir. tüm bunlar “orada” –başka bir zamanda, başka bir ülkede- oldu.
gurur duyduğumuz yaşam tarzlarımızın masumiyetinden ve aklı başındalığından kuşku duymak gerekmez artık.
sonunda holocaust’un, aslında gayet olağan ve alışılmış etkenlerin, daha önce benzerine rastlanmamış bir şekilde rastlaşmasının sonucu olduğu ve bu rastlaşmanın suçunun büyük ölçüde, sahip olduğu şiddet araçları tekeliyle ve cüretkar mühendislik tutkularıyla siyasal devletin -tüm siyasetdışı güç kaynaklarının ve toplumsal özyönetim kurumlarının adım adım güçsüzleştirilmesi sonucu- toplumsal denetimden kurtulmasında olduğu yargısına vardım.
toplum düzeninin ortadan kalktığı bunalımlarda, insanlar –sosyal kurallardan bağımsız olarak- başkalarına zarar verme olasılığını düşünmeksizin tepki verebilir.
toplumsal düzenin baskısı, aslında insanda var olan hayvanın başıboş bencilliğinin ve doğuştan gelen vahşiliğinin üzerine ahlaki sınırlamaların geçirilmesidir.
rehin alınma deneyiminin ölümcül tehlikesini birlikte atlatmış çiftlerde boşanma olayına anormal derecede sık rastlanmaktadır. kafası karışan gazeteci, boşanmış kişilerin verdikleri kararın nedenlerini araştırdı. görüştüklerinin çoğu, uçak kaçırma olayından önce boşanmayı asla düşünmemiş olduklarını söylediler. ama o dehşetli olay sırasında “gözleri açılmış” ve “eşlerini yeni bir ışık altında görmüşlerdi.” her zamanki iyi kocalar yalnızca kendi midelerini düşünen bencil yaratıklar olduklarını “göstermişler”, cesaretli iş adamları iğrenç korkaklıklar yapmışlar, becerikli “hayat adamları” darmadağın olmuşlar ve çektikleri cehennem azabından sızlanmanın dışında pek bir şey yapmamışlardı.
gazeteci kendi kendine sordu: bu janusların her birinde vücut bulan bu iki yüzden hansigi maske, hangisi gerçek?
weber’in ideal tiplerinde, nazi devletinin yaptıklarını aşırılık olarak tanımlamayı gerektirecek hiçbir şey yoktur. örneğin alman tıp mesleği ya da alman teknokratları tarafından yapılan hiçbir dehşet verici uygulama, değer yargılarının esastan öznel olduğu ve bilimin ise doğal olarak araçsal ve değerlerden arınmış olması gerektiği görüşüne aykırı değildir.
thomas hobbes, leviathan adlı yapıtında, insanların aslında bencil olduğunu, anarşiden korktukları ve bundan kurtulmak istedikleri için, kendilerini hükümdara bağlı kılan bir toplumsal sözleşmeye girdiklerini savunan ingiliz filozofu.
modern uygarlık holocaust’un yeterli koşulu değil, kesinlikle gerekli koşuludur.
nazilerin avrupa yahudiliğini kitle halinde katletmesi yalnızca bir sanayi toplumunun teknolojik başarısı değil, aynı zamanda bürokratik bir toplumun örgütlenme başarısıdır.
kamu görevlileri, sağlam planlaması ve kusursuz bürokrasisi ile öteki hiyerarşileri etkilemiştir. imha makineleri askeri dakikliğini, disiplinini ve katılığını ordudan almıştır. sanayinin etkisi, ölüm merkezlerinin fabrikamsı verimliliğine olduğu kadar hesaba, paradan tasarrufa ve malların korunmasına verilen büyük önemde hissedilir. son olarak parti tüm aygıta bir “idealizm”, “misyon” duygusu ve tarih yapma nosyonu katmıştır.
holocaust aslında örgütlü toplumun özel rollerinden biriydi. çok büyük oranda kitlesel cinayetlerle ilişkili olmasına karşın, bu koskocaman bürokratik aygıt doğru bürokratik prosedüre, incelikli kesin tanımlamalara, bürokratik düzenlemenin en ince ayrıntılarına ve yasalara uygun davranmaya özen göstermiştir.
hassaslık, hız, belirsizlikten arınmışlık, iyi bir dosya bilgisi, süreklilik, dikkat, birlik, kesin itaat, sürtüşmelerin ve malzeme ve personel maliyetinin azaltılması.. sıkı bir bürokratik yönetimde bunlar optimum düzeye yükselir. her şeyden önce, bürokratizasyon yönetim işlevlerini saf nesnel görüşlere göre ele alma ilkesini uygulayabilmede optimum olanak sağlar. işin “nesnel” yapılması öncelikle, işin sağlam kurallar uyarınca ve “kişilere bakılmaksızın” yapılması anlamına gelir.
yahudiliği atmak için hep arayıp durduğu yeri bulmuşa benziyordu. gelecekteki yahudi prensliği için işgalden önceki orta polonya’da bulunan nisko civarında bir bölgenin ayrılması planlanmıştı. ve sonra eichmann bir yılını harcayarak madagascar projesi üzerinde çalıştı: yenik düşen fransa’nın uzak sömürgesi avrupa’da gerçekleşemeyen yahudi prensliğine dönüştürülebilirdi.
rusya’nın düşmesinin gecikmesi ve öteki çözüm yollarının hızla büyüyen sorunun çok gerilerinde kalması sonucu, 1 ekim 1941’de himmler, yahudi göçünün kesin olarak durdurulmasını emretti. yahudilerden kurtulma işi için daha başka, daha etkili bir uygulama yolu bulunmuştu: bu özgün ve yeni gelişen sonuca en uygun ve verimli araç olarak fiziksel yok etme seçildi.
bilinen klinik kriterlere göre “anormal” olarak nitelenebilecek ss’lerin oranı yüzde 10’dan fazla değildi.
bizim kanımızca ss üyelerinin büyük çoğunluğu, gerek yönetilenler gerekse yöneticileri, amerikan ordusuna yeni katılan erlere ya da kansas city polisine uygulanan olağan psikiyatrik testlerin tümünden kolayca geçebilirdi.
soykırım faillerinin çoğunun, ne kadar kalın kafalı olsa da bilinen her tür psikiyatrik elekten kolayca geçebilecek, normal insanlar olması moral yönden rahatsız edicidir.
holocaust’tan sorumlu kurumların, suçlu da bulunsalar, meşru hiçbir sosyolojik düşünceye göre patolojik ya da anormal olmadıklarını zaten biliyorduk.
herbert c. kelman’a göre, canavarca şiddeti engelleyen ahlaksal yasalar üç koşulun sağlanmasıyla aşındırıldı: 1. şiddet yetkisi verildi, 2. eylemler rutinleştirildi, 3. şiddet kurbanları insnalıktan çıkarıldı. (ideolojik tanımlamalarla)
weber: devlet memurluğunun onuru, üst otoritenin buyruğunu aynen, kendi inançlarıyla çakışıyormuş gibi, dürüstçe uygulama yeteneğindedir. buyruk ona yanlış gelse de, devlet memurunun uyarısına karşın otoritenin buyrukta direttiği durumları da kapsar bu.
almanlar yahudileri bölüm bölüm sürgüne gönderirlerse önemli ölçüde başarılı olacaklardı; çünkü geride kalanlar, çoğunluğun yararı için birkaç kişiyi feda etmenin gerekli olduğu şeklinde bir sonuç çıkaracaklardı. sürgüne gönderilmiş olanlara bile en son ana dek akılsallıklarını koruma fırsatı verildi. çekici bir şekilde “banyolar” adı verilmiş gaz odaları, tıka basa dolu, pis sığır vagonlarıyla günlerce yoldan gelmiş insanları karşılayan hoş bir manzara gibi gösterildi. gerçeği bilen ve yanılsamalarla avunmayanlar için bile, çabuk ve acısız bir ölümle, boyun eğmeyenleri bekleyen acılarla dolu ölüm arasında bir tercih yapma şansı vardı.
hilberg: unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir. çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler.
silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının idamının durdurulmasına sevinen; ama etiyopyalılarla eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da hammadde fiyatlarındaki düşüş dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken afrikalı çocukların açlıktan ölmesine aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir.
eylem aracılığı: birinin eyleminin “benimle eylemimin arasında durup onu doğrudan yaşamamı olanaksız kılan” bir başkası, aradaki kişi tarafından biri için gerçekleştirilmesi olgusu.. (john lachs)
bunun sonucu olarak, kimsenin bilinçli olarak sahiplenmediği birçok etkinlik gerçekleşir. bunlar, adına yapıldığı kişi için yalnızca sözde ya da imgelemde vardır; onları bizzat yaşamadığı için kendine ait bir şey gibi savunamaz. öte yandan, onları bizzat yapan kişi ise onları başka birisine ait, kendini ise ancak yabancı bir iradenin suçsuz bir aracı olarak görür.
iyi niyetli insanların, çoğunlukla istemeden yaptıklaır zulümlerin korkunç boyutlarda oluşuna şaşmamalıyız.
philip caputo: savaş etiği, bir uzaklık ve teknoloji meselesi haline gelmiş gibidir. uzak menzildeki insanları gelişmiş silahlarla öldürmüşseniz, asla yanlış yolda değilsinizdir.
nazilerin bulabildiklerinin en mükemmel olanı, katilin rolünü, bir torba dezenfeksiyon ilacını içine girmesine izin verilmediği bir binanın çatısındaki deliğe boşaltması istenen bir “sağlık memuruna” indirgenmişti.
naziler, kendilerinin icat etmediği ama görülmemiş derecede mükemmelleştirdikleri üçüncü bir yöntemde özellikle çok başarılıydılar. bu, kurbanların insanlığını bile görünmez kılma yöntemiydi.
hilberg: 1933’ün ilk günlerinde, ilk uygarlık hizmetkarının resmi bir genelgeye ilk “ari ırktan olmayan” ifadesini yazdığı anda avrupa yahudiliğinin yazgısı da mühürlenmiş oluyordu.
uygarlaşma sürecinin şiddetin kullanımını ve yayılımını ahlaki hesaplardan tecrit etme ve akılsallığın gereklerini etikal normların müdahalesinden ya da ahlaki yasaklardan kurtarma süreci olduğunu gösteren kanıtları kavramamız gerekir.
mengele ve arkadaşlarını nasıl bir tıp fakültesi yetiştirmiştir? strassburg üniversitesi’nin “atalardan gelen kalıtsal özellikler enstitüsü”nün kadrosunu hangi antropoloji kürsüsü oluşturmuştur?
norman cohn: insanlar yahudiler adına harekete geçmeye istekli değildi. bu çok yaygın kayıtsızlık, insanların kendilerini yahudilerden ve onların akıbetinden rahatça soyutlayabilmeleri kuşkusuz önemli ölçüde yahudilerin.. tekin olmayan ve tehlikeli insanlar olduğu hakkında bulanık bir duygunun sonucuydu.
hitler, yahudilerin vatana sahip bir devletleri olmadığı için evrensel güç mücadelesine, alışılmış biçimiyle toprak elde etmek amacıyla savaşarak katılmadıklarını ve bunun yerine ahlaksızca, sahtekarca, el altından yürütülen yöntemler edinmiş olduklarını ve bu durumun onları çok tehlikeli ve uğursuz bir düşman; üstelik hiç de doymak, uslanmak bilmez, bu yüzden zararsız hale getirilebilmesi için yok edilmesinden başka çare olmayan bir düşman durumuna getirdiğine inanır.
hristiyan özkimliği, gerçekte yahudi yabancılaşmasıydı. yahudiler tarafından reddedilmeyle doğmuştu. sürekli canlılığını yahudileri reddetmekten alırdı.
leo pinsker: yahudi, yaşayanlar için bir ölüdür; yerli halk için bir yabancı ve serseri bir dilencidir; yoksullar ve sömürülenler için bir milyonerdir; yurtseverler için ise bir vatansızdır.
hoşnutsuzluk gerçek hedefine ulaşmak yerine ara adamda durur ve boşalırdı.
bilimsel sosyalizm (marx), kapitalist gelişimi durdurmayı değil onu geçmeyi ve geride bırakmayı amaçlayan; kapitalist dönüşümün geri döndürülemeyeceğini bilen ve onun ilerici özelliğini kabul eden, kapitalist ilerlemenin insanlığın evrensel gelişimini getireceği noktada yeni ve daha iyi bir toplumun inşasına başlanacağını vaat eden bir dünya görüşüydü.
uluslar ve ulus devletlerle tıka basa dolmuş bir dünya, ulusal olmayan boşluklardan nefret eder. yahudiler böylesi bir boşluktaydı: böylesi bir boşluktu onlar.
ister dinden, ister kültürden olsun, dönmenin sonucu, değişim değil nitelik kaybıdır. dönme olayının öte yanında bekleyen, başka bir kimlik değil, boşluktur. dönme kişi, kimliğini, yerine başka bir şey koyamadan yitirir. insan, yaptıklarından önce gelir; ne yaparsa yapsın kendisini değiştiremez. işte, ırkçılığın felsefi özü kabaca budur.
biyolojik iddiasının, ötekinin zararlı ötekiliğinin değiştirilemezliği ile şifa bulmazlığını vurgulama eğilimini işaret etmiş olduğunu öne sürerek savunacaktır.
ben bunun tersine, insanların, kendi çevrelerinin, tam anlayamadıkları, kolayca iletişim kuramadıkları ve alışılmış, bildik bir tarzda davranacağını sanmadıkları insan bileşenleriyle karşılaştıklarında normal olarak yaşadıkları, yaygın (ve eylemselden ziyade duygusal) huzursuzluk, rahatsızlık ve gerginlik olan heterofobiden (öteki/farklılık korkusu) ırkçılığı keskin bir şekilde farklı kılan, kesinlikle, onun mizacı, işlevi ve eylem biçimidir tezini savunuyorum.
ırkçılık, eğer koşullar elverirse, rahatsız edici kategorinin, rahatsız ettiği grubun ülkesinden çıkarılmasını ister. koşulların buna elvermediği durumlarda ise ırkçılık, rahatsız edici kategorilerin fiziksel olarak yok edilmesini ister. kovma ve yok etme, yabancılaştırmanın, birbirine dönüşebilen iki yöntemidir.
nazi iktidarı: sistematik seçme ve sağlıksız ögeleri elimine ederek sağlıklı soyun üreyip yayılmasına yardımcı olursak belki bugünkü kuşağın değilse de bizi izleyecek kuşağın fiziksel standartlarını yükseltebiliriz.
bilimsel ırkçılığın babası gobineau, siyah ırkı zekası kıt ama duyguları aşırı gelişmiş ve böylece, kaba ve (başıboş ayaktakımı gibi) korkunç güce sahip; beyaz ırkı ise özgürlüğe, onura ve her tür maneviyata tutkun diye nitelerken pek fazla uydurmak zorunda kalmamıştı.
bahçecilik ve tıp, aynı etkinliğin, yani yaşaması ve gelişmesi uygun görülen yararlı ögeleri, yok edilmesi gereken zararlı ve öldürücülerden ayırt etme ve ayırma işinin farklı biçimleriydi.
hitler’in dili ve retoriği, hastalık, enfeksiyon, haşere istilası, kokuşma, veba gibi ifadelerle doluydu.
goebbels: iyi ve kötü hayvanlar olduğu gibi, iyi ve kötü halklar da vardır.
araf (purgatory): katolik kilisesi’ne göre, ruhların cennete girmeye uygun hale gelinceye kadar dünyada işlediği günahlardan acı çekerek arındırılması gereken yer ya da durum.
kitlesel yok etme eylemine duygu patlamaları değil, ilgisizliğin ölü sessizliği eşlik etti. bu bir halk şenliği değil, yüzlerce, binlerce boynu acımasızca sıkan kementin urganına sağlamlık veren bir lif haline gelen halk kayıtsızlığıydı.
yidiş: eşkenazi dili olarak da bilinir. ibrani alfabesiyle yazılır, ibranice ve aramcayla birlikte yahudilerin üç temel yazı dilinden biridir. iki ayrı dil öbeğinin (sami ve germen) kaynaşması sonucu ortaya çıkmıştır.
raul hilberg: bütün faillerin deli olduğunu size gösterebilseydim sevinmez miydiniz? oysa onlar zamanlarının eğitimli insanlarıydı. ne zaman auschwitz sonrası batı uygarlığının anlamını düşünmeye kalksak sorunun en kritik noktası budur.
henry l. feingold: auschwitz’i doğuran ideoloji ve sistem olduğu gibi duruyor. bu ulus denetim dışı olduğu ve düşünülemeyecek boyutlarda bir toplumsal yamyamlık eylemini başlatabileceği anlamına gelir. eğer kontrol edilmezse tüm uygarlığı ateşe atıp yok edebilir. o, bir insanlık misyonunu taşıyamaz; onun tecavüzü yasal ya da ahlaksal kanunlarla denetlenemez; vicdanı yoktur.
modern devlet, denetimi altındakilere siyasi ve askeri iktidar kaygılarıyla konulan belli sınırlar içinde istediği her şeyi yapabilir. devletin, istediğinde aşamayacağı moral etikal sınır yoktur; çünkü devletten daha yüksek moral etikal güç yoktur. bireyin modern devlette etik ve moral yönden durumu, temelde auschwitz’deki bir mahkumla hemen hemen aynıdır. ya yetkililerin zorladığı davranış standartlarına uygun davranacak ya da onların çektirmek istediği sonuçlara katlanacak.
kristallnacht: 9 kasım 1938’de almanya’da yahudilerin iş yerleri, tapınakları ve evleri, resmen cesaretlendirilip el altından kontrol edilen azgın bir kitlenin saldırısına uğradı. yakıldı, yıkıldı, yağmalandı. yüze yakın insan hayatını kaybetti.
tam anlamıyla yapılacak, geniş kapsamlı, tümüyle yok edici bir toplu cinayet, kalabalıkların yerini bürokrasinin, ortak öfkenin yerini otoriteye itaatin almasını gerektiriyordu. gerekli olan bürokrasi, potansiyel nefer stokunu önemli miktarda artıracağından, etkili olması, kadrosuna aşırı ya da ılımlı antisemitistleri almasına bağlı olmayacaktı. üyelerinin eylemlerine, öfkelerini artırarak değil de rutin işleri örgütleyerek hükmedecekti.
kitlesel yok etme araçları olarak kızgınlık ve öfke, acınacak derecede ilkel ve yetersizdir.
bazı bahçıvanlar, tasarılarını bozan yabani otlardan –güzelliğin ortasındaki o çirkinlikten, yüce bir düzenin ortasındaki o süprüntüden- nefret eder. diğerleri ise bunlara karşı gayet duygusuzdur. çözülecek bir sorun, yapılacak fazladan bir iştir yalnızca. ama bunun otlar açısından bir farkı yoktur. her iki tür bahçıvan da yok eder onları. sorulsa ve biraz durup düşünmeleri için fırsat tanınsa her iki tür de aynı şeyi kabul eder: yabani otlar, ne olduklarından ötürü değil de, güzel, düzenli bir bahçenin oluşturulması gerektiğinden ötürü ölmelidir.
modern kültür, bir bahçe kültürüdür. kendini ideal bir yaşamın tasarımı ve insan ilişkilerinin kusursuz düzeni olarak tanımlar. kimliğini, doğaya duyduğu güvensizliğin dışında oluşturur. aslında kendini, doğayı ve aralarındaki ayrımı, kendiliğindenliğe duyduğu yaygın güvensizlik ve daha iyi ve dolayısıyla yapay bir düzene duyduğu özlemle tanımlar.
stalin’in ve hitler’in kurbanları, işgal ettikleri bir ülkeyi ele geçirmek ve sömürgeleştirmek amacıyla öldürülmediler. genellikle –nefret dahil- hiçbir insanca duygu taşımaksızın, vurdumduymaz ve mekanik bir tarzda öldürüldüler. kusursuz toplum tablosuna şu ya da bu nedenle uymadıkları için öldürüldüler. öldürülmeleri yıkıcı değil, yapıcı bir işti. nesnel olarak daha iyi –daha verimli, daha ahlaklı, daha güzel- bir insanlık dünyası kurulabilsin diye yok edildiler. komünist bir dünya. ya da ırksal yönden saf, ari bir dünya.
şiddetin kullanımı, şiddet araçları yalnızca araçsal akılcı ölçütlere tabi kılınır ve böylece sonuçlarının ahlaksal değerlendirmesinden soyutlanırsa en etkili ve maliyeti en az hale gelir.
ahlaksal değerlerden ilgiyi kesme, her ikisi de bürokratik eylem modeli için çok önemli olan iki paralel işlemin ürünüdür. birincisi titiz bir görevsel işbölümü, ikincisi ise ahlaksal sorumluluğun yerine teknik sorumluluğun konmasıdır.
her erin sırt çantasında bir general bastonu taşıdığı belki doğrudur ama evrak çantasında erlerin süngüsünü bulunduran general ve albay ya da yüzbaşı pek azdır.
kren rappoport: napalm üreten kimya fabrikalarında çalışan işçiler yanan bebeklerin sorumluluğunu kabul ederler mi?
ırk politikası, kusursuz akademik kariyere sahip saygın bilimadamlarınca başlatılıp yürütülmüştür.
örgütlü suç karşısında sessiz kalmak, -çoğu birbiriyle kavgalı- kiliselerin uzlaştığı tek konuydu.
hitler katolik kilisesinden ayrılmadığı gibi aforoz da edilmedi.
olaya karışmadan izleyenlerdeki insanlık dışılığa karşı uygar nefret, aktif bir direnişe cesaret verecek kadar güçlü olmadığını göstermiştir. olayı izleyenlerin çoğu, uygarca normların çirkin ve barbarca şeylere karşı öğütlediği ve göstermemizi telkin ettiği tepkiyi gösterdiler. gözlerini başka yöne çevirdiler. barbarlığa karşı çıkan az sayıda kişi ise onları destekleyecek ve onlara güç ve güven verecek normlardan ya da toplumsal onaydan yoksundu.
derin toplumsal çalkantı dönemleri, modernliğin bu en dikkate değer özelliğinin hak ettiği yeri bulacağı zamanlardır. gerçekten, başka hiçbir zamanda toplum böylesine biçimsiz, tamamlanmamış, belirsiz ve biçim verilebilir, ona biçim kazandıracak bir görüşü ve usta ve de becerikli bir tasarımcıyı bekler görünmemektedir.
biçim verilebilirlikle çaresizliğin karışımı, kendine çok güvenen, maceracı hayalcilerden pek azının karşı koyabileceği bir cazibeye sahiptir. aynı zamanda, onların da karşı konamaz hale geldiği bir durum oluşturur.
tasarı ona meşruluk verir, bürokrasi araç verir, toplumun felç olması ise yol açık işaretini verir.
verimlilik hesapları politik amaçların saptanmasında mutlak otorite haline getirilmişse, insanoğlunun araçsal-akılcı potansiyelini denetlemede insanlıkdışılığa karşı uygar güvencelere güvenebilmek için eskisinden daha az umut ışığı var demektir.
raul hilberg: katillerle kurbanların etkileşimidir kader.
yahudiler eylemlerinde, akılla yorumlanmış sağ kalma amacını güderken bu nedenle zalimlerinin değirmenine su taşıdılar, onların işini kolaylaştırdılar, kendi facialarını yakınlaştırdılar.
auschwitz yolu nefretle yapıldı ama kayıtsızlıkla döşendi.
bizim mezun ettiklerimiz, ciddi bir iç çelişki duymaksızın hem sosyal demokrat şili için, hem de faşist şili için, hem yunan cuntası için hem de yunan cumhuriyeti için, hem franco ispanyası için hem de cumhuriyetçi ispanya için, rusya için, çin için, hem kuveyt için hem de israil için, hem amerika, ingiltere, endonezya hem de pakistan için çalışabilmektedirler.
joachim c. fest: entelektüellerin güçsüzleştirilmesinin öyküsü daima gönüllü bir ödün verme öyküsüdür.
insanlar kafalarının yarısıyla da olsa, büyük bir haksızlığın yapılmakta olduğunu biliyorlarsa ve bunu kınayacak cesaretten ve gönlüyücelikten yoksunlarsa kendi vicdanlarını rahatlatmanın en kolay yolu olarak, suçu otomatikman kurbanların üstüne atarlar.
nazilerin, kurbanlarının davranışını umdukları gibi ve dolayısıyla güdülebilir ve denetim altında tutulabilir kılabilmeleri için onları akılcı biçimde davranmaya teşvik etmeleri gerekirdi. bu sonucu elde etmek için de kurbanları gerçekten, kurtarabilecekleri bir şeyleri olduğuna ve bunları kurtarabilmek için uyulması gereken net kuralların bulunduğuna inandırmaları lazımdı. buna inanmaları içinse kurbanlar, gruptaki herkese aynı muamelenin yapılmayacağına, her bireyin yazgısının farklı olduğuna ve bunun da kişisel tavır ve özelliklere bağlı olduğuna ikna edilmeliydiler. başka bir deyişle kurbanlar davranışlarının önem taşıdığını ve yapacakları şeylerin, akıbetlerini, en azından kısmen de olsa etkileyeceğini sanmalıydılar.
şu ya da bu kişinin geçmişteki yararlılıklarından ötürü, iddia olunan suç çizgisinin dışında kalmaya hak kazanmış olduğunu ileri sürmek, böyle bir yararlılığın olmadığı durumlarda, iddia olunan suç çizgisine itiraz edilemeyeceğini pratikte kabul etmek demektir.
yüzyılın başında, britanya’daki köklü ve zengin yahudi aileler, rusya’daki pogromlardan kaçan yoksul ve cahil yahudi kitlelerin yol paralarını ödemeye yanaşmamışlardı.
polonya’daki toplu katliam haberi bbc tarafından tüm hollanda’ya yayıldığında yahudi komitesi başkanı david cohen derhal, bunun hollanda yahudiliği’nin geleceğiyle ilgisi olmadığını savunmuştu.
almanlar yahudileri aşamalı olarak sınırdışı etmede çok başarılıydılar; çünkü geride kalanlar böylece, çoğu kurtarmak için azı kurban etmenin gerekli olduğu mantığını yürüteceklerdi.
judenrat şefi gens: yüz kurban verip bin kişiyi kurtarırım. bin kurbanla da on bin kişiyi kurtarırım.
gettolara kapatılmanın –bu koşullarda- yahudi çıkarlarına uygun olduğu ve bu kapatılma işlemine razı olmanın yahudi çıkarlarını yüreğinde duyan herkesin alması gereken akılcı bir tavır olduğu düşünüldü.
kafka’nın şato’sunun becerikli ama talihsiz kadastro memuru k. de aynı deneyimden geçer. şatoya karşı tek başına giriştiği mücadeleyi kaybeder. ama akıldışı davrandığından değil de, tersine, akılcı önerilere akılcı karşılık verecek sandığı, ama gerçekte öyle yapmayan bir güçle ilişkisinde akıl kullandığı için başı derde girer.
savaş öncesi doğu avrupa antisemitizmi yahudileri ekonomik parazitlikle suçlardı. bunların hepsi tüccar ve aracıydı. üstelik hiçbir şey üretmezlerdi ve tümden ortadan kalksalar halkın geri kalan kısmının rahat edeceği bir gruptular.
körler ülkesinde tek gözlü adam kral olurdu. modern bürokrasinin akılcı dünyasındaysa akıldışı maceracı, diktatör olurdu.
yahudiler alman savaş gücüne epey katkıda bulundular. kendilerini yok etmeye yeminli bir uğursuz gücün yenilgisini geciktirmeye çalıştılar. dolambaçlı yolun auschwitz’e sapmasından önce kwai nehri üzerine yahudilerin becerikli ve gayretli elleriyle bir sürü köprü yapıldı.
judenrate: çok az sayıda komite üyesi işbirliğini hemen reddetti. bunların bazıları intihar etti, bazıları da çoğunlukla, her şeyden önce yahudi komite üyelerine sağ olarak ihtiyaç duyan almanları kandırarak, ölüm kamplarına yönelik nakliyata gönüllü olarak katıldılar. ama çoğunluk, birbiri ardından gelen son harekatlara boyun eğdi.
judenrate: biz kimin öleceğine karar vermiyoruz. biz yalnızca, kimin yaşayacağına karar veriyoruz.
vücudu kurtarmak için bacağı kesmek gerekir. bir yaşamı kurtarmak için, kangren olmuş kolu kesmek gerekiyorsa kesilir.
bacakların kesilmesi kaçınılmazsa da, bu cerrahi işlemi yapması gereken ben miyim?
diğerlerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekiyorsa da, ben kimim ki feda edilecekleri seçiyorum ve kimin için yapıyorum bunu?
nazilerin “rusya’da çalışmak” üzere bir grup yahudi seçmesi talebiyle karşılaşan bereza kartuska yahudi komitesi 1 eylül 1942 tarihli toplantıda topluca intihar etti.
bu işi almanlara bıraksaydık çok daha fazla insan ölürdü.
ben başkanlığı reddetseydim almanlar benim yerime çok daha zalim ve kötü birini koyarlardı ve bu akıl almaz derecede kötü sonuçlar doğururdu.
kurtaracak bir şeyler ya da birileri daima oluyordu, yani akılcı olma fırsatı daima vardı.
hükmedilenlerin akılsallığı daima, hükmedenlerin silahıdır.
resvö kasztner: başlangıçta yahudi komitesinden istenenler nispeten önemsiz şeyler, kişisel mallar, para ve apartmanlar gibi, yerine konabilir maddi değerlerdi. ama daha sonra insanların kişisel özgürlüğü istendi. sonunda da naziler yaşamları istediler.
yaşamla ölüm arasında seçim, kendini koruma içgüdüsünü aşırı bir sınava sokar.
parası olan insanlar yaşamın amacını gürültülü ve hep kalabalık kafelerde, gece kulüplerinde, dans salonlarında aradıkları günlük rahat ve zevklerde görürler.
ilk önce yoksullar, kümeler halinde öldüler. beceriksizler, alçakgönüllüler, saflar, onurlular, çekimseler de öyle.
merhametin bedeli hiç böylesine yüksek olmamıştı.
zenginler ve muhtaç olmayanlar, nazilerin paniklemiş kalabalıklar için açık bırakmaya kural olarak dikkat ettikleri az sayıda çıkış yoluna, birbirlerinden daha fazla fiyat vererek, -çoğunlukla boşuna- ulaşmaya çalıştılar. bir kurbanın kazanacağı başarının bir diğerinin mahvolmasından başka bir anlama gelmeyeceğini düşünen çok azdı. taşıyan kişiyi o anki harekattan beraat ettirecek sihirli plaka numaraları için servetler önerildi ve kabul edildi, etkili koruyucular yana yakıla arandı ve rüşvetler verildi.
akıl bireysel davranışlarda ancak, bu iki akılsallığın uyuştuğu ve örtüştüğü durumlarda iyi bir rehberdir. aksi takdirde bir intihar silahına dönüşür.
gücün çok asimetrik olduğu durumlarda, hükmedilenlerin akılsallığı en hafif deyişle karma bir nimettir. onların yararına çalışabilir. ama onları mahvedebilir de.
dwight macdonald, artık yasalara itaat eden kişiden, yasaları çiğneyenden daha fazla korkmamız gerektiği uyarısında bulunmuştu.
insan belleğindeki en dehşet verici kötülüğün düzenin bozulmasından değil de düzenin kusursuz, hatasız, karşı konulmaz egemenliğinden kaynaklandığı anlaşılıverdi. bu, denetlenemez, asi bir kalabalığın değil, üniforma giymiş, itaatli ve disiplinli, kurallara uyan ve aldıkları emrin ruhuna ve dar anlamına göre davranmaya özen gösteren insanların işiydi.
holocaust’a ilişkin bize ulaşan korkunç haberler ile onun failleri hakkında öğrendiklerimiz bunun bize de yapılabileceği değil, bunu bizim de yapabileceğimiz olasılığıdır.
evet, biz de bunu yapabilirdik ve eğer koşullar uygun olursa yine de yapabiliriz.
zulmün zalim kişilerce değil de normal görevlerini iyi yapmaya çalışan normal erkekler ve kadınlarca yapılmış olduğu yolundaki hipotez ve zalimliğin bunu yapanların kişisel karakterleriyle bağlantısının zayıf olduğu, ama otoriteyle itaat arasındaki ilişkiyle güçlü bir bağlantısının bulunduğu..
insanlıkdışılık bir toplumsal ilişkiler sorunudur. toplumsal ilişkiler akılcılaştırılıp teknik yönden mükemmelleştirilirse insanlıkdışılığın toplumsal üretiminin verimliliği ve kapasitesi de mükemmel bir hale gelir.
dokunduğumuz bir kişiye zarar vermemiz zordur. uzaktan gördüğümüz bir kişiye acı çektirmemiz biraz daha kolaydır. o insanın yalnızca sesini duyduğumuzda bu daha da kolaydır. ne gördüğümüz ne de sesini duyduğumuz bir kişiye karşı zalim olmak ise çok daha kolaydır.
milgram’in deneyindeki deneklere, kurbanın ellerini zorla, sözde elektrik şokunun verildiği bir levha üzerine koymaları söylendiğinde yalnızca yüzde 30’u emre itaati deney sonuna dek sürdürdü. kurbanın ellerini kavramak yerine yalnızca, kumanda masası üzerindeki manivelayı çevirmeleri istendiğinde itaat edenlerin oranı yüzde 40’a yükseldi. kurbanlar bir duvarın ardında gizlenip de yalnızca acı dolu çığlıkları duyulur olduğunda işin sonunu getirmeye hazır deneklerin oranı yüzde 62,5’e fırladı. sesin kapatılması, oranı daha fazla yükseltmedi, oran ancak yüzde 65 oldu. bu, bizim en çok gözlerimizle hissettiğimizi gösterir. kurbandan fiziksel ve psikolojik uzaklık arttıkça zalimleşmek daha kolay hale geliyordu.
denekle, kurbana zarar verici sonuçlar arasına yerleştirilen herhangi bir güç ya da olay buna katılan kişi üzerindeki gerilimin azalmasına ve böylece de, itaatsizlik oranının düşmesine yol açmaktadır. modern toplumda bizimle, katkıda bulunduğumuz, sonucu zararlı eylem arasında genellikle başkaları durmaktadır.
kötülüğü yapan, yaptıklarının sonucuna tanık olma ıstırabından kurtulmaktadır.
belli ki o bir nesneye dönüştürülmüştür ve eylemlerin nesneleri gibi, insan ya da cansız varlık olması pek fazla önemli değildir.
bir kez bataklığa düşmüş herkes, dışarı çıkmak için girişilen her çaba çamura daha çok gömülmeyle sonuçlandığı için, kendini kurtarmanın çok zor olduğunu bilir. bataklık sistemi öylesine yapılanmıştır ki, içine giren nesneler ne harekette bulunursa bulunsun bu hareketler daima sistemin emme gücünü artırır.
ardışık eylemler aynı niteliğe sahip gibi görünür. eylemi yapan kişinin, eylemin sürekliliğini sürdürme zorunluluğu duyma ve vazgeçmeyi zor bulma derecesi her aşamada artma eğilimindedir. ilk adımlar kolaydır ve gerektireceği ahlaksal eziyet varsa bile azdır. bunu izleyen adımların yıldırıcılığı gittikçe artar. sonunda, bunları yapmaya tahammül edilemeyeceği hissedilir. ama aynı zamanda, vazgeçmenin bedeli de artmıştır. yani geri dönme dürtüsü zayıfken, vazgeçmenin önündeki engeller de zayıftır ya da yoktur. bu dürtü şiddetlendikçe karşılaşacağı engeller de her aşamada onu dengeleyecek kadar güçlenir. eylemi yapan kişi geri dönmek isteğiyle dolup taştığında ise bunu yapması için artık çok geç kalmış olur.
milgram’in deneklerine, öğrenmeyi daha verimli kılacak yolların keşfedilmesi amacıyla yapılan bir araştırmaya katılacakları söylenmiştir. öğrenci ilk hatasını yaptığında deneklerden ona elektrik şoku uygulamaları istenmiştir. şok düzeyi 15 volttur. 15 voltluk bir şok tümüyle zararsızdır ve hissedilmez. burada ahlaksal bir sorun yoktur. bir sonraki şok elbette daha güçlüdür; ama yalnızca hafifçe. her şok bir öncekinden hafifçe daha yüksektir. deneğin davranışının niteliği tümüyle suçsuzdan vicdansıza doğru ama dereceli bir şekilde değişir. denek kesin olarak nerede durmalıdır? bu iki tür davranışı birbirinden ayıran çizgi hangi noktada aşılmıştır? denek bunu nasıl bilecektir? bir çizgi olması gerektiğini saptamak kolaydır; ama bu çizginin nerde olması gerektiğini saptamak pek kolay değildir.
eğer denek bir sonraki şokun kabul edilemez olduğuna karar vermişse bu şok –her seferinde- bir öncekinden yalnızca hafifçe şiddetli olduğuna göre, verdiği son şok uygulamasının gerekçesi neydi? atmak durumunda olduğu adımın uygunluğunu reddetmek az önce atmış olduğu adımın ahlaksal değerini düşürmektir ve bu, deneğin kendi ahlaksal değerini düşürür. denek, deneyi derece derece gerçekleştirerek tuzağa düşmüştür.
ardışık eylemde eylemi yapan kişi kendi geçmiş eylemlerinin bir kölesi haline gelir.
kendini karalamadan temizlenilmez.
hiçbir şey insanları birbirine, yapması suç olan bir eylemin ortak sorumluluğundan daha güçlü bağlayamaz.
deneyi yapanlar ahlaksal kaygıların ifade edilmesi karşısında hep “dokularda kalıcı hiçbir hasar kalmayacak” gibi donuk, alışılmış ve sönük bir açıklamayla yanıt verdiler.
onlar için önemli olan, yukardan birinin, neyin ahlaksal yönden kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğu konusunda güvence vermesiydi.
milgram: ast durumdaki kişi, otoritenin gerekli gördüğü eylemleri yerine getirmedeki başarısına bağlı olarak utanç ya da gurur duyar.
eylemi yapanın vicdanı kendisine, işini iyi yapmasını söyler ve kendi doğruluğunu örgüt kurallarına itaat etmedeki duyarlılığı ve görevine üstlerinin belirlediği tarzda bağlılığıyla ölçmeye iter.
bir deneyde, deneğe, kurbana şok verecek tetiği çekmesi değil de, başka bir denek asıl şoku verinceye dek, yalnızca yardımcı bir eylemde bulunması emredildiğinde, 40 yetişkinden 37’si en yüksek şok düzeyine dek çıktı.
milgram’in vardığı sonuca göre, kötü bir eylemin yapıldığı bir zincirde yalnızca bir ara halka ve eylemin nihai sonuçlarından uzak olunduğunda sorumluluğun görmezden gelinmesi psikolojik yönden kolaydır.
yüzer-gezer sorumluluk: böyle bir durumda örgütün her üyesi bir başkasının emrinde olduğuna inanır ve sorulduğunda böyle söyler; ama sorumluluğu taşıyan kişi diye gösterilen üyeler de sorumluluğu yine bir başkasına atar.
örgütün tümüyle bir sorumluluk silme aracı olduğu söylenebilir.
otoriteler arasındaki uzlaşmazlığın eylemi tümüyle felç ettiği bellidir.
kişinin, kendi değer yargılarına ve vicdanının sesine aykırı davranmaya hazır olması yalnızca, yetkili birinden gelen buyruğun fonksiyonu değil, tek amaçlı, kesin ve rakipsiz bir otorite kaynağıyla karşılaşmasının sonucudur. böyle bir hazır olma durumu en büyük olasılıkla, muhalefete ve özerkliğe tahammülü olmayan ve hiyerarşisindeki itaat zincirinin istisna tanımadığı bir örgütte ortaya çıkar: iki üyenin aynı güçte olmadığı bir örgüttür bu. orduların çoğu, ağır suç işleyen çeteler, totaliter partiler ve hareketler, bazı mezhepler ya da yatılı okullar bu ideal tipe yakındır.
ahlaksal yönden normal insanların ahlaksal yönden anormal etkinliklere katılmasına karşı en iyi koruyucu ilaç çoğulculuktur. naziler, holocaust gibi projeleri uygulayabilmek için ilk önce politik çoğulculuğun izlerini yok etmeliydiler.
sscb’de, sistemin gerçek ve varsayılan düşmanlarının sistematik imhası ancak toplumsal özerkliğin ve dolayısıyla, onun yansıması olan siyasal çoğulculuğun kalıntıları yok edildikten sonra ciddi bir şekilde gerçekleştirildi.
zalimlik, faillerin kişilik özelliklerinden ya da diğer kişisel mizaçlarından daha çok, toplumsal ilişkilerin bazı biçimleriyle ilgilidir. zalimliğin kökeninde karakterden çok, toplumsal nedenler vardır.
zimbardo’nun deneyinde, denek olan kişinin sorumluluğunu üzerinden almaya hazır, yerleşmiş bir dış otorite yoktu.
philip zimbardo’nun iki hafta sürmesi planlanan; fakat deneklerin vücudunda ve ruhunda onarılmaz zararlara yol açılacağı korkusuyla bir hafta sonra kesilen deneyinde gönüllüler mahkum ve gardiyan olmak üzere rastgele ayrıldı. her iki taraftakilere de konumlarını gösteren sembolik kıyafetler verildi. örneğin mahkumlar kazınmış kafayı taklit eden sıkı başlıklar ve onları gülünç gösterecek cübbeler giydiler. gardiyanlara üniforma giydirildi ve gözlerini mahkumlardan saklayan koyu renk gözlükler verildi. tarafların birbirlerine adlarıyla hitap etmesine izin verilmedi. kural, kişilikten tümüyle arınmaydı.
bu, başlangıç noktasıydı. bundan sonra olanlar planlayıcıların yaratıcılığından baskın çıktı ve onu çok geride bıraktı. gardiyanlara (rastlantısal olarak seçilmiş, herhangi bir anormallik belirtisi var mı diye dikkatle incelenmiş, üniversite çağındaki erkekler) hiçbir kısıtlama yoktu. üstünlüklerini kavrayan gardiyanlar mahkumların boyun eğişleriyle karşılaştı ve bu da gardiyanları güçlerini daha çok göstermeye kışkırttı ve sonra bu da mahkumların kendilerini daha da küçük düşürmeleriyle tam bir karşılık buldu.
gardiyanlar mahkumları açık saçık şarkılar söylemeye, boşaltmalarına izin vermedikleri kovalara dışkılamaya, elleriyle tuvaletleri temizlemeye zorladılar. onlar istenenleri yerine getirdikçe onların insanlıkdışı doğaya sahip mahkumlar olduğuna daha çok inanarak davrandılar ve insanlıkdışılığın giderek daha korkunç düzeylerine özgü uygulamaları yaratır ve yaptırırken daha az yapmacık olduklarını hissettiler.
hoş ve kibar amerikalı gençlerin birdenbire, sözde yalnızca auschwitz ve treblinka gibi yerlerde bulunan türden canavarlara benzer bir hale dönüşüvermesi korkunçtur ama şaşırtıcıdır da. bu durum bazı gözlemcilerin, hepimizde değilse bile çoğumuzda dışarı çıkmak için bekleyen küçük bir ss yanın yaşadığını düşünmelerine yol açmıştır.
uykucu olgusu diktatörler, zorbalar ya da teröristler gibi, şiddete yatkın kişilerdeki, gereken anahtar ve kilit bağlantısı gerçekleştiğinde ortaya çıkan gizli kişilik özelliklerini ifade eder. böyle bir bağlantı gerçekleştiğinde uykucu normal davranış halinden uyanır ve uyur haldeki, şiddete yatkın kişilik özellikleri aktive olur. özel koşullarda harekete geçebilecek bir şiddet potansiyeline sahipse tüm insanlar bir şekilde uykucudur.
önemli olan bir kutuplaşmanın varlığıydı, bunun iki yanında kimlerin bulunduğu değil.
önemli olan, bazı kişilere diğer bazı kişiler üzerinde tam, ayrımcı ve katı bir yetkinin verilmiş olmasıdır.
o her şeye gücü yeten, acımasız güce meydan okuyan ve holocaust kurbanlarını kurtarmak için ölüm cezası riskini göze alan, dağınık, tek başına hareket eden az sayıda insanın benzersizliğinin toplumsal, siyasal ya da dinsel belirleyenleri boşuna araştırılacaktı. onların, saldırganca bir durumun yokluğunda uyuyan; ama şimdi uyanmış ahlaksal vicdanları toplumsal olarak üretilen ahlaksızlığın tersine kendi kişisel özellikleriydi, kendilerine aitti.
teleolojik: evrende varsaydığı yaratıcının oluşturduğu düzeni araştıran görüşe ait
montesquieu’nün, erkeklerin çok karılılığının kadın fazlalığından ya da bazı iklim koşullarında kadınların hızla yaşlanmalarından kaynaklandığı yolundaki savları..
toplum ahlaksal yönden düzgün davranışı yüceltir, ahlaksızlığı ise marjinalize eder, baskı altına alır ya da engeller. toplumun ahlaksal kıskacının alternatifi insanların özerkliği değil hayvansal duyguların egemenliğidir.
durkheim: eylemlerin kötü oldukları için toplumca yasaklanmalarından çok, toplumca yasaklandıkları için kötü olmaları söz konusudur.
fabrika sistemi, modern toplumun kuramsal modelinin oluşturulmasında en etkili metaforlardan biri olmuştur ve ahlakın toplumsal üretimi görüşü onun etkisinin en belirgin örneğini oluşturur.
eğer yenilen almanya olmasaydı bu sorunun asla ortaya çıkmayacağı düşünülebilir. ama almanya yenildi ve sorunla yüz yüze gelme gereği doğdu.
holocaust gibi bir sonuçtan sonra yasal uygulama ve bu arada ahlak kuramı, ahlakın, toplumca konmuş ilkelere itaatsizlikte ve toplumsal dayanışmaya ve ortak görüşe açıkça karşı çıkan bir eylemde boy gösterebileceği gibi bir olasılıkla karşı karşıya kaldı.
saygın bir toplum, öyle ya da böyle, hitler’e tümüyle pes ettiğine göre, toplumsal davranışı belirleyen ahlaksal kurallar ve vicdana yol gösteren “öldürmeyeceksin!” gibi dinsel emirler gerçekte yok demektir.
grup tarafından –hatta tüm gruplar tarafından- kınansa bile bir bireysel davranış ahlaklı olabilir; toplumun –hem de tüm toplumun bir ağızdan- öğütlediği bir eylem ise ahlakdışı olabilir.
toplumsallaşma işlemi ahlakın güdümlenmesini (manipülasyon) içerir, üretilmesini değil.
bu dünyada gölge benliğin varlığı bana utanç verir ve benim için hep bir üzüntü kaynağı olarak kalır. hep olmak istediğim gibi olamam. hep yapmak istediğimi yapamam. özgürlüğüm fasaryaya dönüşür gider. gölge benliğimin –bu dünyadaki- varlığıyla, kendim için varolmam başkası için varolmaya dönüşür giderilmez bir şekilde. eylemde bulunurken onun varlığını ve dolayısıyla bunun gerektirdiği tanımları, görüş açılarını, perspektifleri de hesaba katmaktan başka çarem yoktur.
kendi olanaklarım benim denetimim dışındaki olasılıklara dönüştü. duruma –ya da en azından, benden kurtularak bir boyut kazanan duruma- egemen değilim artık. ötekinin eyleminde kullanabileceği bir araç haline geldim. bu deneyimi kavrama yoluyla değil, insanlık durumunun sartre’a göre en önde gelen özelliklerinden biri olan gerginlik ve huzursuzluk duygusuyla fark ediyorum.
dostoyevski: biz hepimiz her şeyden sorumluyuz ve her şeyden çnce tüm insanlardan sorumluyuz ve tüm diğerlerinden daha çok da kendimizden sorumluyuz.
özneler arası ilişki simetrik olmayan bir ilişkidir. ötekinden, onun için ölsem de, karşılık beklemeksizin sorumluluk duyarım. karşılık vermek ise onun sorunudur.
ahlak, toplumun bir ürünü değildir. ahlak, toplumun güdülediği, kötüye kullandığı, yönünü değiştirdiği, önünü tıkadığı bir şeydir.
yakınlık ortadan kalktığında sorumluluğun sesi kesilir, sonunda, arkadaş insan öznesi ötekine dönüştüğünde sorumluluğun yerini hoşnutsuzluk alabilir.
resmen planlanan ve koordine edilen tek kitlesel pogrom olan kristallnacht’ın, sıradan almanların antisemitik şiddete katılımlarını sağlayacağı umulurken, amaca zarar verici olduğu görüldü.
ian karshaw: nazilerin en başarılı oldukları konu yahudilerin insandışılaştırılmasıydı. insandışılaştırma ile alman halkında zaten var olan yaygın kayıtsızlık daha da arttı ve arkaik şiddetle, ölüm kamplarındaki modern yürüyen şerit tarzı imha arasında yaşamsal önemde bir basamak oluşturdu.
dünyalarından ve günlük yaşamlarından yahudilerin azar azar kaybolmalarını sessizce izlediler ya da hiç izlemediler.
modern bir toplumda, tanımlanmış biçimiyle bir imha işlemi bu şemada görüldüğü gibi bir yapıyla gelişir: tanımlama, işine son verme, şirketine el koyma, toplama, emek sömürüsü, aç bırakma, yok etme, kişisel eşyalara el koyma.
faşist politikaların şeytanca çemberleri dayanılmaz koşulların ve acil durumların kasten yaratılmasına, sonra da bunların daha da radikal adımları meşru kılmak için kullanılmasına olanak sağladı.
toplumsal uzaklığın artan her santimi ise ahlakdışı eylemin yapılmasını kolaylaştırır.
ahlak, göze yakın olanı çok büyük ve yoğun gösterir.
bizim modern, akılcı, endüstride ve teknolojide ustalaşmış toplumumuzda ahlaksal kayıtsızlığın önemi ve tehlikesi özellikle artmaktadır; çünkü böyle bir toplumda insan eylemleri belli bir uzaklıktan etkili olabilmekte ve bu uzaklık bilimin, teknolojinini ve bürokrasinin gelişmesiyle artmaktadır. böyle bir toplumda insan eylemlerinin etkisi, ahlaksal görüş mesafesinin bittiği noktanın ötesine uzanmaktadır.
ahlaksal dürtünün susturulması ve ahlaksal yasakların askıya alınması açıkça ahlak karşıtı bir kampanyayla ya da eski ahlak sisteminin yerine yeni kuralları geçirmeyi amaçlayan bir beyin yıkamayla değil, kesinlikle eylemin gerçek hedefini uzak ve zor görünür kılmakla başarılmıştır. kurbanları görüş mesafesinin dışına yerleştiren ve dolayısıyla onları ahlaksal yaklaşımlar için ulaşılmaz kılan tekniğin en belirgin örnekleri modern silahlardır.
silahı kullanan kişilerin göremeyeceği hedefleri vurabilen topun icadını modern savaşların ve bunlardaki ahlaksal etkenlerle ilgisizliğin simgesel bir başlangıcı saymak mümkündür: topla atış yaparken silahın namlusu tümüyle bambaşka bir yöne yöneldiği halde hedefin yok edilmesi olanaklıdır.
philip caputo: uzaklardaki insanları karmaşık silahlarla öldürmüşseniz asla yanlış yolda değilsinizdir.
christopher r. browning: uzmanlık dalları normalde kitlesel cinayetle ilgili olmayan uzmanlar kendilerini birdenbire, imha makinesinde küçük bir dişli olarak buluverdiler. daha önce motorlu araçların üretimi, kullanımı, bakım ve onarımıyla ilgili olan uzmanlıkları ve becerileri kapalı gaz kamyonlarını üretmekle görevlendirildiklerinde birdenbire kitlesel cinayetin hizmetine itilivermişti. onları rahatsız eden, yaptıkları üretimdeki hatalardan ötürü eleştiri ve şikayete uğramalarıydı. kapalı gaz kamyonlarının yetersizliği onların ustalığı hakkında, düzeltilmesi gereken olumsuz düşüncelere yol açardı.
alman dışişleri bakanlığı’nın kötü ünlü yahudi masası (D III) atanmış dört görevliden ikisi yaptığı işten hoşnuttur, diğer ikisi ise başka işlere geçmeyi yeğlemişlerdir. işlerine açıkça itiraz etmemişler; ama nakilleri için gizlice ve sessizce uğraşmışlardı. sicillerini temiz tutmak en birinci öncelikleriydi.
ahlaklı insanlar eylemlerinin ahlakdışı olduğunu bilseler de –ya da buna inansalar da- uzmanların –yani kendilerinin bilmediği bazı şeyleri bilen kişilerin- bu eylemleri gerekli bulduklarına ikna edilirlerse ahlakdışı eylemleri yapmaya yöneltilebilirler. nitekim, toplumumuzda yapılan eylemlerin çoğu, amaçları tartışıldığında meşru değildir; ama daha bilgili kişilerin öğüt ve buyruklarıyla meşruluk kazanır.
sobibor’dan bir öykü: on dört mahkum kaçmaya kalkmıştı. birkaç saat içinde yakalandılar ve diğer mahkumlara gösterilmek üzere, kampın toplanma meydanına getirildiler. onlara dendi ki: “sizler hemen öleceksiniz tabii ki. ama ölmeden önce her biriniz sizinle birlikte ölecek birini daha seçeceksiniz. “asla!” dediler. “eğer reddederseniz” dedi komutan, sakin bir şekilde, “bu seçimi sizin yerinize ben yaparım. yalnız ben on dört değil, elli kişi seçerim.” bu tehdidini uygulamak zorunda kalmadı.
akılcı insanlar gaz odasına ancak, onun bir banyo olduğuna inandırılırsa sakince, uysalca, neşeyle girerler.
wladyslaw bartoszewski: yapabileceği her şeyi yaptığını ancak, ölüm cezasını çekmiş olanlar söyleyebilir.
düzeni yalnızca korkuyla sağlayabilmek için ss’lerin daha çok askere, silaha ve paraya gereksinimi olurdu. akılsallık, daha etkili, daha kolay ve daha ucuzdu. ve böylece, ss’ler kurbanlarını yok etmek için onların akılsallığını özenle yetiştirmişlerdi.
anc’nin asıl tehlikesi, ne denli müthiş ve vereceği zarar yüksek olursa olsun, sabotaj ve terörizm etkinliklerinde değil, siyah nüfusu ya da onların büyük bir kısmını “yasa ve düzen”i tanımamaya itmesindedir. eğer bu gerçekleşecek olursa en usta ve en kuvvetli güvenlik güçleri bile çaresiz kalır. son olarak intifada deneyiminin de doğruladığı bir beklentidir bu. dehşet ve korku, akılsallık balonu patlatılmadığı sürece etkilidir. en uğursuz, zalim, hunhar diktatör bile akılsallığın sadık bir vaizi ve savunucusu olmalıdır. aksi takdirde yok olur. buyruğundaki halka seslenirken “akla hitaben” konuşmalıdır. aklı savunmalı, maliyetleri ve sonuçları hesap etme meziyetini övmeli, mantığı, maliyete aldırmayan ve mantığa uymayı anlamsız bir şekilde reddeden duygusallıklara ve değer yargılarına karşı korumalıdır.
torbalar dolusu yiyecekle yüklü bir eşekle yolculuk yaparken bir dilenciye rastlayan aziz bir bilgenin öyküsü.. dilenci, yiyecek bir şeyler dilenir. “bekle” der bilge, “önce torbaları çözmem gerek” ama uzun zamandır süren açlık, o torbaları açıncaya dek işini bitirir ve dilenci ölür. o zaman bilge, duaya başlar: “tanrım, bu zavallı adamın hayatını kurtraramadığım için beni cezalandır!”
kapımı çalan ve benden, yaşamını kurtarmam için kendimi ve ailemi feda etmemi isteyen yabancıya nasıl tepki göstereceğimi bilmiyorum. böyle bir seçimi yapmaktan kurtarılmıştım. ama onu saklamayı reddetsem, kurtarılacak ve yitirilecek yaşamların hesabını yapıp yabancıyı geri göndermenin tümüyle akılcı bir karar olduğunu başkalarına ve kendime haklı göstermenin çok kolay olacağından kuşkum yok. ama yine de o nedensiz, akıldışı, ama tümüyle insanca utancı duyacağımdan da kuşkum yok. ve yine de, bu utanç duygusu olmasa, yabancıyı geri gönderme kararımın yaşamın son günlerine dek beni ayartmaya devam edeceğinden de kuşkum yok.
katilce bir zorbalığın yarattığı insanlıkdışı dünya, kurbanlarını ve kurbanlaştırmayı pasif bir şekilde izleyenleri ahlaksal duyarsızlıklarının ve hiçbir şey yapmamalarının bağışlanması için, kendini kurtarma mantığına zorlayarak insanlıktan çıkardı.
kötülüğe karşı direnmek, kendini tehlikeye atarcasına, gözüpek tavırlar gerektirir. kötülük “tanrıya şükür henüz sıra bende değil; sesimi çıkarmazsam hala kurtulma şansım var” gibi teselli edici bir düşünceden cesaret alan kendini kurtarma içgüdüsünün yol açacağı heyecanlı yandaşlığa da, alkışlayan izleyiciye de gereksinim duymaz.
kötülük her şeye kadir değildir. ona karşı konabilir. karşı koyabilen az sayıda insanın varlığı, kendini kurtarma mantığının egemenliğini bozmuştur. onun, eninde sonunda ne olduğunu gösterir: bir tercih. kötülüğü güçsüz kılmak için kaç kişinin bu mantığa karşı çıkması gerektiğini merak ediyor insan.
zalimliğin en zalim yanı, kurbanlarını yok etmeden önce insanlıktan çıkarmasıdır. ve en zor mücadele, insanlıkdışı koşullarda insan kalabilmektir.
virtutem doctrina paret naturane donet: erdemi eğitim mi sağlar, doğa mı verir?
sosyoloji dilinin doğruladığı yaşam biçiminde toplumca onaylanmamış ahlaka yer yoktur. bu dilde, toplumca onaylanmamış hiçbir şeyden ahlaklı diye söz edilemez. ve konuşulamayan şey de sessizlikte kalmaya mahkumdur.
toplumca kınanan davranış kötü diye nitelendiği sürece, toplum tarafından onaylanan davranış iyi olarak kalır.
eylemciler, görevli statüsüne yerleştirildikleri ve bir aracılar zinciriyle hem amaç-bilinç kaynaklarından, hem de eylemin nihai sonuçlarından ayrıldıkları takdirde bir tercih yapma durumuyla ve yaptıklarının sonuçlarını görme fırsatıyla çok ender karşılaşırlar. daha da önemlisi, gördüklerinin kendi yaptıkları işlerin sonucu olduğunu kavramaları bile çok zordur.
hiçbir şey yitirmeden elde edilmiş kazanç, varsa bile çok azdır.
valery: tüm bildiğimiz, kendimize karşı olmaya son verdiğimiz anda, tüm yapabileceğimiz budur diyebileceğimizdir.
insan, doğası gereği kötüdür.
insan dürtüleri içinde en temel ve içgüdüsel olanı, bencilliktir.
iki yüz bin japon’un öldürülmesi, saptanan amacın yerine getirilmesi için aranan etkili çözüm olarak tasarlanmıştı ve uygulanmıştı; bu gerçekten, sorunları mantıkla çözme işleminin bir ürünüydü.
albert memmi: ırkçılık karşıtlığı değil, gerçekte ırkçılık evrenseldir.
andreas walter: insan doğası eğitimle ve çevresel etkilerle değiştirilemez.
claude levi-strauss: ilkel kültürler düşmanlarını yiyip yutar, biz ise kusarız (ayırırız, ayrıma tabi tutarız, dışarı atarız, onları insan yükümlülükleri evrenimizden dışlarız.
leo baeck: hiçbir şey, sessizlik gibi acıklı değildir.
dekorun geri kalan kısmından ne denli farklı olduğunun vurgulanması için zarif bir şekilde çerçevelenmiş bir resim..
yahudi devleti, trajik anıları siyasi meşruiyetinin bir sertifikası, geçmişteki ve gelecekteki politikaları için bir geçiş izin belgesi, hepsinden öte de, kendi yapacağı haksızlıklar için bir ön avans olarak kullanmaya çalıştı.
yok edilen 20 milyondan fazla insan arasında yahudiler ancak altı milyondu. ancak yalnızca yahudiler toptan yok edilmek üzere mimlenmiş ve hitler’in kurmaya kalkıştığı yeni düzende onlara hiçbir yer ayrılmamıştı.
holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur.
böyle bir dehşet nasıl mümkün olabildi? dünyanın en uygar bölgesinin ortasında bu nasıl olabildi?
suçun almanlığı üzerine odaklama girişimi aynı zamanda herkesi, özellikle de diğer her şeyi aklama çabasıdır. holocaust’un faillerinin, uygarlığımızın –dehşet verici ama meşru bir ürünü değil de- bir yarası, bir illeti olduğu yolundaki ima, yalnızca kendini temize çıkarmanın moral rahatlığını değil, ahlaki ve politik yönden mücadeleye son vermenin uğursuz tehdidini de beraberinde getirir. tüm bunlar “orada” –başka bir zamanda, başka bir ülkede- oldu.
gurur duyduğumuz yaşam tarzlarımızın masumiyetinden ve aklı başındalığından kuşku duymak gerekmez artık.
sonunda holocaust’un, aslında gayet olağan ve alışılmış etkenlerin, daha önce benzerine rastlanmamış bir şekilde rastlaşmasının sonucu olduğu ve bu rastlaşmanın suçunun büyük ölçüde, sahip olduğu şiddet araçları tekeliyle ve cüretkar mühendislik tutkularıyla siyasal devletin -tüm siyasetdışı güç kaynaklarının ve toplumsal özyönetim kurumlarının adım adım güçsüzleştirilmesi sonucu- toplumsal denetimden kurtulmasında olduğu yargısına vardım.
toplum düzeninin ortadan kalktığı bunalımlarda, insanlar –sosyal kurallardan bağımsız olarak- başkalarına zarar verme olasılığını düşünmeksizin tepki verebilir.
toplumsal düzenin baskısı, aslında insanda var olan hayvanın başıboş bencilliğinin ve doğuştan gelen vahşiliğinin üzerine ahlaki sınırlamaların geçirilmesidir.
rehin alınma deneyiminin ölümcül tehlikesini birlikte atlatmış çiftlerde boşanma olayına anormal derecede sık rastlanmaktadır. kafası karışan gazeteci, boşanmış kişilerin verdikleri kararın nedenlerini araştırdı. görüştüklerinin çoğu, uçak kaçırma olayından önce boşanmayı asla düşünmemiş olduklarını söylediler. ama o dehşetli olay sırasında “gözleri açılmış” ve “eşlerini yeni bir ışık altında görmüşlerdi.” her zamanki iyi kocalar yalnızca kendi midelerini düşünen bencil yaratıklar olduklarını “göstermişler”, cesaretli iş adamları iğrenç korkaklıklar yapmışlar, becerikli “hayat adamları” darmadağın olmuşlar ve çektikleri cehennem azabından sızlanmanın dışında pek bir şey yapmamışlardı.
gazeteci kendi kendine sordu: bu janusların her birinde vücut bulan bu iki yüzden hansigi maske, hangisi gerçek?
weber’in ideal tiplerinde, nazi devletinin yaptıklarını aşırılık olarak tanımlamayı gerektirecek hiçbir şey yoktur. örneğin alman tıp mesleği ya da alman teknokratları tarafından yapılan hiçbir dehşet verici uygulama, değer yargılarının esastan öznel olduğu ve bilimin ise doğal olarak araçsal ve değerlerden arınmış olması gerektiği görüşüne aykırı değildir.
thomas hobbes, leviathan adlı yapıtında, insanların aslında bencil olduğunu, anarşiden korktukları ve bundan kurtulmak istedikleri için, kendilerini hükümdara bağlı kılan bir toplumsal sözleşmeye girdiklerini savunan ingiliz filozofu.
modern uygarlık holocaust’un yeterli koşulu değil, kesinlikle gerekli koşuludur.
nazilerin avrupa yahudiliğini kitle halinde katletmesi yalnızca bir sanayi toplumunun teknolojik başarısı değil, aynı zamanda bürokratik bir toplumun örgütlenme başarısıdır.
kamu görevlileri, sağlam planlaması ve kusursuz bürokrasisi ile öteki hiyerarşileri etkilemiştir. imha makineleri askeri dakikliğini, disiplinini ve katılığını ordudan almıştır. sanayinin etkisi, ölüm merkezlerinin fabrikamsı verimliliğine olduğu kadar hesaba, paradan tasarrufa ve malların korunmasına verilen büyük önemde hissedilir. son olarak parti tüm aygıta bir “idealizm”, “misyon” duygusu ve tarih yapma nosyonu katmıştır.
holocaust aslında örgütlü toplumun özel rollerinden biriydi. çok büyük oranda kitlesel cinayetlerle ilişkili olmasına karşın, bu koskocaman bürokratik aygıt doğru bürokratik prosedüre, incelikli kesin tanımlamalara, bürokratik düzenlemenin en ince ayrıntılarına ve yasalara uygun davranmaya özen göstermiştir.
hassaslık, hız, belirsizlikten arınmışlık, iyi bir dosya bilgisi, süreklilik, dikkat, birlik, kesin itaat, sürtüşmelerin ve malzeme ve personel maliyetinin azaltılması.. sıkı bir bürokratik yönetimde bunlar optimum düzeye yükselir. her şeyden önce, bürokratizasyon yönetim işlevlerini saf nesnel görüşlere göre ele alma ilkesini uygulayabilmede optimum olanak sağlar. işin “nesnel” yapılması öncelikle, işin sağlam kurallar uyarınca ve “kişilere bakılmaksızın” yapılması anlamına gelir.
yahudiliği atmak için hep arayıp durduğu yeri bulmuşa benziyordu. gelecekteki yahudi prensliği için işgalden önceki orta polonya’da bulunan nisko civarında bir bölgenin ayrılması planlanmıştı. ve sonra eichmann bir yılını harcayarak madagascar projesi üzerinde çalıştı: yenik düşen fransa’nın uzak sömürgesi avrupa’da gerçekleşemeyen yahudi prensliğine dönüştürülebilirdi.
rusya’nın düşmesinin gecikmesi ve öteki çözüm yollarının hızla büyüyen sorunun çok gerilerinde kalması sonucu, 1 ekim 1941’de himmler, yahudi göçünün kesin olarak durdurulmasını emretti. yahudilerden kurtulma işi için daha başka, daha etkili bir uygulama yolu bulunmuştu: bu özgün ve yeni gelişen sonuca en uygun ve verimli araç olarak fiziksel yok etme seçildi.
bilinen klinik kriterlere göre “anormal” olarak nitelenebilecek ss’lerin oranı yüzde 10’dan fazla değildi.
bizim kanımızca ss üyelerinin büyük çoğunluğu, gerek yönetilenler gerekse yöneticileri, amerikan ordusuna yeni katılan erlere ya da kansas city polisine uygulanan olağan psikiyatrik testlerin tümünden kolayca geçebilirdi.
soykırım faillerinin çoğunun, ne kadar kalın kafalı olsa da bilinen her tür psikiyatrik elekten kolayca geçebilecek, normal insanlar olması moral yönden rahatsız edicidir.
holocaust’tan sorumlu kurumların, suçlu da bulunsalar, meşru hiçbir sosyolojik düşünceye göre patolojik ya da anormal olmadıklarını zaten biliyorduk.
herbert c. kelman’a göre, canavarca şiddeti engelleyen ahlaksal yasalar üç koşulun sağlanmasıyla aşındırıldı: 1. şiddet yetkisi verildi, 2. eylemler rutinleştirildi, 3. şiddet kurbanları insnalıktan çıkarıldı. (ideolojik tanımlamalarla)
weber: devlet memurluğunun onuru, üst otoritenin buyruğunu aynen, kendi inançlarıyla çakışıyormuş gibi, dürüstçe uygulama yeteneğindedir. buyruk ona yanlış gelse de, devlet memurunun uyarısına karşın otoritenin buyrukta direttiği durumları da kapsar bu.
almanlar yahudileri bölüm bölüm sürgüne gönderirlerse önemli ölçüde başarılı olacaklardı; çünkü geride kalanlar, çoğunluğun yararı için birkaç kişiyi feda etmenin gerekli olduğu şeklinde bir sonuç çıkaracaklardı. sürgüne gönderilmiş olanlara bile en son ana dek akılsallıklarını koruma fırsatı verildi. çekici bir şekilde “banyolar” adı verilmiş gaz odaları, tıka basa dolu, pis sığır vagonlarıyla günlerce yoldan gelmiş insanları karşılayan hoş bir manzara gibi gösterildi. gerçeği bilen ve yanılsamalarla avunmayanlar için bile, çabuk ve acısız bir ölümle, boyun eğmeyenleri bekleyen acılarla dolu ölüm arasında bir tercih yapma şansı vardı.
hilberg: unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir. çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler.
silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının idamının durdurulmasına sevinen; ama etiyopyalılarla eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da hammadde fiyatlarındaki düşüş dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken afrikalı çocukların açlıktan ölmesine aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir.
eylem aracılığı: birinin eyleminin “benimle eylemimin arasında durup onu doğrudan yaşamamı olanaksız kılan” bir başkası, aradaki kişi tarafından biri için gerçekleştirilmesi olgusu.. (john lachs)
bunun sonucu olarak, kimsenin bilinçli olarak sahiplenmediği birçok etkinlik gerçekleşir. bunlar, adına yapıldığı kişi için yalnızca sözde ya da imgelemde vardır; onları bizzat yaşamadığı için kendine ait bir şey gibi savunamaz. öte yandan, onları bizzat yapan kişi ise onları başka birisine ait, kendini ise ancak yabancı bir iradenin suçsuz bir aracı olarak görür.
iyi niyetli insanların, çoğunlukla istemeden yaptıklaır zulümlerin korkunç boyutlarda oluşuna şaşmamalıyız.
philip caputo: savaş etiği, bir uzaklık ve teknoloji meselesi haline gelmiş gibidir. uzak menzildeki insanları gelişmiş silahlarla öldürmüşseniz, asla yanlış yolda değilsinizdir.
nazilerin bulabildiklerinin en mükemmel olanı, katilin rolünü, bir torba dezenfeksiyon ilacını içine girmesine izin verilmediği bir binanın çatısındaki deliğe boşaltması istenen bir “sağlık memuruna” indirgenmişti.
naziler, kendilerinin icat etmediği ama görülmemiş derecede mükemmelleştirdikleri üçüncü bir yöntemde özellikle çok başarılıydılar. bu, kurbanların insanlığını bile görünmez kılma yöntemiydi.
hilberg: 1933’ün ilk günlerinde, ilk uygarlık hizmetkarının resmi bir genelgeye ilk “ari ırktan olmayan” ifadesini yazdığı anda avrupa yahudiliğinin yazgısı da mühürlenmiş oluyordu.
uygarlaşma sürecinin şiddetin kullanımını ve yayılımını ahlaki hesaplardan tecrit etme ve akılsallığın gereklerini etikal normların müdahalesinden ya da ahlaki yasaklardan kurtarma süreci olduğunu gösteren kanıtları kavramamız gerekir.
mengele ve arkadaşlarını nasıl bir tıp fakültesi yetiştirmiştir? strassburg üniversitesi’nin “atalardan gelen kalıtsal özellikler enstitüsü”nün kadrosunu hangi antropoloji kürsüsü oluşturmuştur?
norman cohn: insanlar yahudiler adına harekete geçmeye istekli değildi. bu çok yaygın kayıtsızlık, insanların kendilerini yahudilerden ve onların akıbetinden rahatça soyutlayabilmeleri kuşkusuz önemli ölçüde yahudilerin.. tekin olmayan ve tehlikeli insanlar olduğu hakkında bulanık bir duygunun sonucuydu.
hitler, yahudilerin vatana sahip bir devletleri olmadığı için evrensel güç mücadelesine, alışılmış biçimiyle toprak elde etmek amacıyla savaşarak katılmadıklarını ve bunun yerine ahlaksızca, sahtekarca, el altından yürütülen yöntemler edinmiş olduklarını ve bu durumun onları çok tehlikeli ve uğursuz bir düşman; üstelik hiç de doymak, uslanmak bilmez, bu yüzden zararsız hale getirilebilmesi için yok edilmesinden başka çare olmayan bir düşman durumuna getirdiğine inanır.
hristiyan özkimliği, gerçekte yahudi yabancılaşmasıydı. yahudiler tarafından reddedilmeyle doğmuştu. sürekli canlılığını yahudileri reddetmekten alırdı.
leo pinsker: yahudi, yaşayanlar için bir ölüdür; yerli halk için bir yabancı ve serseri bir dilencidir; yoksullar ve sömürülenler için bir milyonerdir; yurtseverler için ise bir vatansızdır.
hoşnutsuzluk gerçek hedefine ulaşmak yerine ara adamda durur ve boşalırdı.
bilimsel sosyalizm (marx), kapitalist gelişimi durdurmayı değil onu geçmeyi ve geride bırakmayı amaçlayan; kapitalist dönüşümün geri döndürülemeyeceğini bilen ve onun ilerici özelliğini kabul eden, kapitalist ilerlemenin insanlığın evrensel gelişimini getireceği noktada yeni ve daha iyi bir toplumun inşasına başlanacağını vaat eden bir dünya görüşüydü.
uluslar ve ulus devletlerle tıka basa dolmuş bir dünya, ulusal olmayan boşluklardan nefret eder. yahudiler böylesi bir boşluktaydı: böylesi bir boşluktu onlar.
ister dinden, ister kültürden olsun, dönmenin sonucu, değişim değil nitelik kaybıdır. dönme olayının öte yanında bekleyen, başka bir kimlik değil, boşluktur. dönme kişi, kimliğini, yerine başka bir şey koyamadan yitirir. insan, yaptıklarından önce gelir; ne yaparsa yapsın kendisini değiştiremez. işte, ırkçılığın felsefi özü kabaca budur.
biyolojik iddiasının, ötekinin zararlı ötekiliğinin değiştirilemezliği ile şifa bulmazlığını vurgulama eğilimini işaret etmiş olduğunu öne sürerek savunacaktır.
ben bunun tersine, insanların, kendi çevrelerinin, tam anlayamadıkları, kolayca iletişim kuramadıkları ve alışılmış, bildik bir tarzda davranacağını sanmadıkları insan bileşenleriyle karşılaştıklarında normal olarak yaşadıkları, yaygın (ve eylemselden ziyade duygusal) huzursuzluk, rahatsızlık ve gerginlik olan heterofobiden (öteki/farklılık korkusu) ırkçılığı keskin bir şekilde farklı kılan, kesinlikle, onun mizacı, işlevi ve eylem biçimidir tezini savunuyorum.
ırkçılık, eğer koşullar elverirse, rahatsız edici kategorinin, rahatsız ettiği grubun ülkesinden çıkarılmasını ister. koşulların buna elvermediği durumlarda ise ırkçılık, rahatsız edici kategorilerin fiziksel olarak yok edilmesini ister. kovma ve yok etme, yabancılaştırmanın, birbirine dönüşebilen iki yöntemidir.
nazi iktidarı: sistematik seçme ve sağlıksız ögeleri elimine ederek sağlıklı soyun üreyip yayılmasına yardımcı olursak belki bugünkü kuşağın değilse de bizi izleyecek kuşağın fiziksel standartlarını yükseltebiliriz.
bilimsel ırkçılığın babası gobineau, siyah ırkı zekası kıt ama duyguları aşırı gelişmiş ve böylece, kaba ve (başıboş ayaktakımı gibi) korkunç güce sahip; beyaz ırkı ise özgürlüğe, onura ve her tür maneviyata tutkun diye nitelerken pek fazla uydurmak zorunda kalmamıştı.
bahçecilik ve tıp, aynı etkinliğin, yani yaşaması ve gelişmesi uygun görülen yararlı ögeleri, yok edilmesi gereken zararlı ve öldürücülerden ayırt etme ve ayırma işinin farklı biçimleriydi.
hitler’in dili ve retoriği, hastalık, enfeksiyon, haşere istilası, kokuşma, veba gibi ifadelerle doluydu.
goebbels: iyi ve kötü hayvanlar olduğu gibi, iyi ve kötü halklar da vardır.
araf (purgatory): katolik kilisesi’ne göre, ruhların cennete girmeye uygun hale gelinceye kadar dünyada işlediği günahlardan acı çekerek arındırılması gereken yer ya da durum.
kitlesel yok etme eylemine duygu patlamaları değil, ilgisizliğin ölü sessizliği eşlik etti. bu bir halk şenliği değil, yüzlerce, binlerce boynu acımasızca sıkan kementin urganına sağlamlık veren bir lif haline gelen halk kayıtsızlığıydı.
yidiş: eşkenazi dili olarak da bilinir. ibrani alfabesiyle yazılır, ibranice ve aramcayla birlikte yahudilerin üç temel yazı dilinden biridir. iki ayrı dil öbeğinin (sami ve germen) kaynaşması sonucu ortaya çıkmıştır.
raul hilberg: bütün faillerin deli olduğunu size gösterebilseydim sevinmez miydiniz? oysa onlar zamanlarının eğitimli insanlarıydı. ne zaman auschwitz sonrası batı uygarlığının anlamını düşünmeye kalksak sorunun en kritik noktası budur.
henry l. feingold: auschwitz’i doğuran ideoloji ve sistem olduğu gibi duruyor. bu ulus denetim dışı olduğu ve düşünülemeyecek boyutlarda bir toplumsal yamyamlık eylemini başlatabileceği anlamına gelir. eğer kontrol edilmezse tüm uygarlığı ateşe atıp yok edebilir. o, bir insanlık misyonunu taşıyamaz; onun tecavüzü yasal ya da ahlaksal kanunlarla denetlenemez; vicdanı yoktur.
modern devlet, denetimi altındakilere siyasi ve askeri iktidar kaygılarıyla konulan belli sınırlar içinde istediği her şeyi yapabilir. devletin, istediğinde aşamayacağı moral etikal sınır yoktur; çünkü devletten daha yüksek moral etikal güç yoktur. bireyin modern devlette etik ve moral yönden durumu, temelde auschwitz’deki bir mahkumla hemen hemen aynıdır. ya yetkililerin zorladığı davranış standartlarına uygun davranacak ya da onların çektirmek istediği sonuçlara katlanacak.
kristallnacht: 9 kasım 1938’de almanya’da yahudilerin iş yerleri, tapınakları ve evleri, resmen cesaretlendirilip el altından kontrol edilen azgın bir kitlenin saldırısına uğradı. yakıldı, yıkıldı, yağmalandı. yüze yakın insan hayatını kaybetti.
tam anlamıyla yapılacak, geniş kapsamlı, tümüyle yok edici bir toplu cinayet, kalabalıkların yerini bürokrasinin, ortak öfkenin yerini otoriteye itaatin almasını gerektiriyordu. gerekli olan bürokrasi, potansiyel nefer stokunu önemli miktarda artıracağından, etkili olması, kadrosuna aşırı ya da ılımlı antisemitistleri almasına bağlı olmayacaktı. üyelerinin eylemlerine, öfkelerini artırarak değil de rutin işleri örgütleyerek hükmedecekti.
kitlesel yok etme araçları olarak kızgınlık ve öfke, acınacak derecede ilkel ve yetersizdir.
bazı bahçıvanlar, tasarılarını bozan yabani otlardan –güzelliğin ortasındaki o çirkinlikten, yüce bir düzenin ortasındaki o süprüntüden- nefret eder. diğerleri ise bunlara karşı gayet duygusuzdur. çözülecek bir sorun, yapılacak fazladan bir iştir yalnızca. ama bunun otlar açısından bir farkı yoktur. her iki tür bahçıvan da yok eder onları. sorulsa ve biraz durup düşünmeleri için fırsat tanınsa her iki tür de aynı şeyi kabul eder: yabani otlar, ne olduklarından ötürü değil de, güzel, düzenli bir bahçenin oluşturulması gerektiğinden ötürü ölmelidir.
modern kültür, bir bahçe kültürüdür. kendini ideal bir yaşamın tasarımı ve insan ilişkilerinin kusursuz düzeni olarak tanımlar. kimliğini, doğaya duyduğu güvensizliğin dışında oluşturur. aslında kendini, doğayı ve aralarındaki ayrımı, kendiliğindenliğe duyduğu yaygın güvensizlik ve daha iyi ve dolayısıyla yapay bir düzene duyduğu özlemle tanımlar.
stalin’in ve hitler’in kurbanları, işgal ettikleri bir ülkeyi ele geçirmek ve sömürgeleştirmek amacıyla öldürülmediler. genellikle –nefret dahil- hiçbir insanca duygu taşımaksızın, vurdumduymaz ve mekanik bir tarzda öldürüldüler. kusursuz toplum tablosuna şu ya da bu nedenle uymadıkları için öldürüldüler. öldürülmeleri yıkıcı değil, yapıcı bir işti. nesnel olarak daha iyi –daha verimli, daha ahlaklı, daha güzel- bir insanlık dünyası kurulabilsin diye yok edildiler. komünist bir dünya. ya da ırksal yönden saf, ari bir dünya.
şiddetin kullanımı, şiddet araçları yalnızca araçsal akılcı ölçütlere tabi kılınır ve böylece sonuçlarının ahlaksal değerlendirmesinden soyutlanırsa en etkili ve maliyeti en az hale gelir.
ahlaksal değerlerden ilgiyi kesme, her ikisi de bürokratik eylem modeli için çok önemli olan iki paralel işlemin ürünüdür. birincisi titiz bir görevsel işbölümü, ikincisi ise ahlaksal sorumluluğun yerine teknik sorumluluğun konmasıdır.
her erin sırt çantasında bir general bastonu taşıdığı belki doğrudur ama evrak çantasında erlerin süngüsünü bulunduran general ve albay ya da yüzbaşı pek azdır.
kren rappoport: napalm üreten kimya fabrikalarında çalışan işçiler yanan bebeklerin sorumluluğunu kabul ederler mi?
ırk politikası, kusursuz akademik kariyere sahip saygın bilimadamlarınca başlatılıp yürütülmüştür.
örgütlü suç karşısında sessiz kalmak, -çoğu birbiriyle kavgalı- kiliselerin uzlaştığı tek konuydu.
hitler katolik kilisesinden ayrılmadığı gibi aforoz da edilmedi.
olaya karışmadan izleyenlerdeki insanlık dışılığa karşı uygar nefret, aktif bir direnişe cesaret verecek kadar güçlü olmadığını göstermiştir. olayı izleyenlerin çoğu, uygarca normların çirkin ve barbarca şeylere karşı öğütlediği ve göstermemizi telkin ettiği tepkiyi gösterdiler. gözlerini başka yöne çevirdiler. barbarlığa karşı çıkan az sayıda kişi ise onları destekleyecek ve onlara güç ve güven verecek normlardan ya da toplumsal onaydan yoksundu.
derin toplumsal çalkantı dönemleri, modernliğin bu en dikkate değer özelliğinin hak ettiği yeri bulacağı zamanlardır. gerçekten, başka hiçbir zamanda toplum böylesine biçimsiz, tamamlanmamış, belirsiz ve biçim verilebilir, ona biçim kazandıracak bir görüşü ve usta ve de becerikli bir tasarımcıyı bekler görünmemektedir.
biçim verilebilirlikle çaresizliğin karışımı, kendine çok güvenen, maceracı hayalcilerden pek azının karşı koyabileceği bir cazibeye sahiptir. aynı zamanda, onların da karşı konamaz hale geldiği bir durum oluşturur.
tasarı ona meşruluk verir, bürokrasi araç verir, toplumun felç olması ise yol açık işaretini verir.
verimlilik hesapları politik amaçların saptanmasında mutlak otorite haline getirilmişse, insanoğlunun araçsal-akılcı potansiyelini denetlemede insanlıkdışılığa karşı uygar güvencelere güvenebilmek için eskisinden daha az umut ışığı var demektir.
raul hilberg: katillerle kurbanların etkileşimidir kader.
yahudiler eylemlerinde, akılla yorumlanmış sağ kalma amacını güderken bu nedenle zalimlerinin değirmenine su taşıdılar, onların işini kolaylaştırdılar, kendi facialarını yakınlaştırdılar.
auschwitz yolu nefretle yapıldı ama kayıtsızlıkla döşendi.
bizim mezun ettiklerimiz, ciddi bir iç çelişki duymaksızın hem sosyal demokrat şili için, hem de faşist şili için, hem yunan cuntası için hem de yunan cumhuriyeti için, hem franco ispanyası için hem de cumhuriyetçi ispanya için, rusya için, çin için, hem kuveyt için hem de israil için, hem amerika, ingiltere, endonezya hem de pakistan için çalışabilmektedirler.
joachim c. fest: entelektüellerin güçsüzleştirilmesinin öyküsü daima gönüllü bir ödün verme öyküsüdür.
insanlar kafalarının yarısıyla da olsa, büyük bir haksızlığın yapılmakta olduğunu biliyorlarsa ve bunu kınayacak cesaretten ve gönlüyücelikten yoksunlarsa kendi vicdanlarını rahatlatmanın en kolay yolu olarak, suçu otomatikman kurbanların üstüne atarlar.
nazilerin, kurbanlarının davranışını umdukları gibi ve dolayısıyla güdülebilir ve denetim altında tutulabilir kılabilmeleri için onları akılcı biçimde davranmaya teşvik etmeleri gerekirdi. bu sonucu elde etmek için de kurbanları gerçekten, kurtarabilecekleri bir şeyleri olduğuna ve bunları kurtarabilmek için uyulması gereken net kuralların bulunduğuna inandırmaları lazımdı. buna inanmaları içinse kurbanlar, gruptaki herkese aynı muamelenin yapılmayacağına, her bireyin yazgısının farklı olduğuna ve bunun da kişisel tavır ve özelliklere bağlı olduğuna ikna edilmeliydiler. başka bir deyişle kurbanlar davranışlarının önem taşıdığını ve yapacakları şeylerin, akıbetlerini, en azından kısmen de olsa etkileyeceğini sanmalıydılar.
şu ya da bu kişinin geçmişteki yararlılıklarından ötürü, iddia olunan suç çizgisinin dışında kalmaya hak kazanmış olduğunu ileri sürmek, böyle bir yararlılığın olmadığı durumlarda, iddia olunan suç çizgisine itiraz edilemeyeceğini pratikte kabul etmek demektir.
yüzyılın başında, britanya’daki köklü ve zengin yahudi aileler, rusya’daki pogromlardan kaçan yoksul ve cahil yahudi kitlelerin yol paralarını ödemeye yanaşmamışlardı.
polonya’daki toplu katliam haberi bbc tarafından tüm hollanda’ya yayıldığında yahudi komitesi başkanı david cohen derhal, bunun hollanda yahudiliği’nin geleceğiyle ilgisi olmadığını savunmuştu.
almanlar yahudileri aşamalı olarak sınırdışı etmede çok başarılıydılar; çünkü geride kalanlar böylece, çoğu kurtarmak için azı kurban etmenin gerekli olduğu mantığını yürüteceklerdi.
judenrat şefi gens: yüz kurban verip bin kişiyi kurtarırım. bin kurbanla da on bin kişiyi kurtarırım.
gettolara kapatılmanın –bu koşullarda- yahudi çıkarlarına uygun olduğu ve bu kapatılma işlemine razı olmanın yahudi çıkarlarını yüreğinde duyan herkesin alması gereken akılcı bir tavır olduğu düşünüldü.
kafka’nın şato’sunun becerikli ama talihsiz kadastro memuru k. de aynı deneyimden geçer. şatoya karşı tek başına giriştiği mücadeleyi kaybeder. ama akıldışı davrandığından değil de, tersine, akılcı önerilere akılcı karşılık verecek sandığı, ama gerçekte öyle yapmayan bir güçle ilişkisinde akıl kullandığı için başı derde girer.
savaş öncesi doğu avrupa antisemitizmi yahudileri ekonomik parazitlikle suçlardı. bunların hepsi tüccar ve aracıydı. üstelik hiçbir şey üretmezlerdi ve tümden ortadan kalksalar halkın geri kalan kısmının rahat edeceği bir gruptular.
körler ülkesinde tek gözlü adam kral olurdu. modern bürokrasinin akılcı dünyasındaysa akıldışı maceracı, diktatör olurdu.
yahudiler alman savaş gücüne epey katkıda bulundular. kendilerini yok etmeye yeminli bir uğursuz gücün yenilgisini geciktirmeye çalıştılar. dolambaçlı yolun auschwitz’e sapmasından önce kwai nehri üzerine yahudilerin becerikli ve gayretli elleriyle bir sürü köprü yapıldı.
judenrate: çok az sayıda komite üyesi işbirliğini hemen reddetti. bunların bazıları intihar etti, bazıları da çoğunlukla, her şeyden önce yahudi komite üyelerine sağ olarak ihtiyaç duyan almanları kandırarak, ölüm kamplarına yönelik nakliyata gönüllü olarak katıldılar. ama çoğunluk, birbiri ardından gelen son harekatlara boyun eğdi.
judenrate: biz kimin öleceğine karar vermiyoruz. biz yalnızca, kimin yaşayacağına karar veriyoruz.
vücudu kurtarmak için bacağı kesmek gerekir. bir yaşamı kurtarmak için, kangren olmuş kolu kesmek gerekiyorsa kesilir.
bacakların kesilmesi kaçınılmazsa da, bu cerrahi işlemi yapması gereken ben miyim?
diğerlerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekiyorsa da, ben kimim ki feda edilecekleri seçiyorum ve kimin için yapıyorum bunu?
nazilerin “rusya’da çalışmak” üzere bir grup yahudi seçmesi talebiyle karşılaşan bereza kartuska yahudi komitesi 1 eylül 1942 tarihli toplantıda topluca intihar etti.
bu işi almanlara bıraksaydık çok daha fazla insan ölürdü.
ben başkanlığı reddetseydim almanlar benim yerime çok daha zalim ve kötü birini koyarlardı ve bu akıl almaz derecede kötü sonuçlar doğururdu.
kurtaracak bir şeyler ya da birileri daima oluyordu, yani akılcı olma fırsatı daima vardı.
hükmedilenlerin akılsallığı daima, hükmedenlerin silahıdır.
resvö kasztner: başlangıçta yahudi komitesinden istenenler nispeten önemsiz şeyler, kişisel mallar, para ve apartmanlar gibi, yerine konabilir maddi değerlerdi. ama daha sonra insanların kişisel özgürlüğü istendi. sonunda da naziler yaşamları istediler.
yaşamla ölüm arasında seçim, kendini koruma içgüdüsünü aşırı bir sınava sokar.
parası olan insanlar yaşamın amacını gürültülü ve hep kalabalık kafelerde, gece kulüplerinde, dans salonlarında aradıkları günlük rahat ve zevklerde görürler.
ilk önce yoksullar, kümeler halinde öldüler. beceriksizler, alçakgönüllüler, saflar, onurlular, çekimseler de öyle.
merhametin bedeli hiç böylesine yüksek olmamıştı.
zenginler ve muhtaç olmayanlar, nazilerin paniklemiş kalabalıklar için açık bırakmaya kural olarak dikkat ettikleri az sayıda çıkış yoluna, birbirlerinden daha fazla fiyat vererek, -çoğunlukla boşuna- ulaşmaya çalıştılar. bir kurbanın kazanacağı başarının bir diğerinin mahvolmasından başka bir anlama gelmeyeceğini düşünen çok azdı. taşıyan kişiyi o anki harekattan beraat ettirecek sihirli plaka numaraları için servetler önerildi ve kabul edildi, etkili koruyucular yana yakıla arandı ve rüşvetler verildi.
akıl bireysel davranışlarda ancak, bu iki akılsallığın uyuştuğu ve örtüştüğü durumlarda iyi bir rehberdir. aksi takdirde bir intihar silahına dönüşür.
gücün çok asimetrik olduğu durumlarda, hükmedilenlerin akılsallığı en hafif deyişle karma bir nimettir. onların yararına çalışabilir. ama onları mahvedebilir de.
dwight macdonald, artık yasalara itaat eden kişiden, yasaları çiğneyenden daha fazla korkmamız gerektiği uyarısında bulunmuştu.
insan belleğindeki en dehşet verici kötülüğün düzenin bozulmasından değil de düzenin kusursuz, hatasız, karşı konulmaz egemenliğinden kaynaklandığı anlaşılıverdi. bu, denetlenemez, asi bir kalabalığın değil, üniforma giymiş, itaatli ve disiplinli, kurallara uyan ve aldıkları emrin ruhuna ve dar anlamına göre davranmaya özen gösteren insanların işiydi.
holocaust’a ilişkin bize ulaşan korkunç haberler ile onun failleri hakkında öğrendiklerimiz bunun bize de yapılabileceği değil, bunu bizim de yapabileceğimiz olasılığıdır.
evet, biz de bunu yapabilirdik ve eğer koşullar uygun olursa yine de yapabiliriz.
zulmün zalim kişilerce değil de normal görevlerini iyi yapmaya çalışan normal erkekler ve kadınlarca yapılmış olduğu yolundaki hipotez ve zalimliğin bunu yapanların kişisel karakterleriyle bağlantısının zayıf olduğu, ama otoriteyle itaat arasındaki ilişkiyle güçlü bir bağlantısının bulunduğu..
insanlıkdışılık bir toplumsal ilişkiler sorunudur. toplumsal ilişkiler akılcılaştırılıp teknik yönden mükemmelleştirilirse insanlıkdışılığın toplumsal üretiminin verimliliği ve kapasitesi de mükemmel bir hale gelir.
dokunduğumuz bir kişiye zarar vermemiz zordur. uzaktan gördüğümüz bir kişiye acı çektirmemiz biraz daha kolaydır. o insanın yalnızca sesini duyduğumuzda bu daha da kolaydır. ne gördüğümüz ne de sesini duyduğumuz bir kişiye karşı zalim olmak ise çok daha kolaydır.
milgram’in deneyindeki deneklere, kurbanın ellerini zorla, sözde elektrik şokunun verildiği bir levha üzerine koymaları söylendiğinde yalnızca yüzde 30’u emre itaati deney sonuna dek sürdürdü. kurbanın ellerini kavramak yerine yalnızca, kumanda masası üzerindeki manivelayı çevirmeleri istendiğinde itaat edenlerin oranı yüzde 40’a yükseldi. kurbanlar bir duvarın ardında gizlenip de yalnızca acı dolu çığlıkları duyulur olduğunda işin sonunu getirmeye hazır deneklerin oranı yüzde 62,5’e fırladı. sesin kapatılması, oranı daha fazla yükseltmedi, oran ancak yüzde 65 oldu. bu, bizim en çok gözlerimizle hissettiğimizi gösterir. kurbandan fiziksel ve psikolojik uzaklık arttıkça zalimleşmek daha kolay hale geliyordu.
denekle, kurbana zarar verici sonuçlar arasına yerleştirilen herhangi bir güç ya da olay buna katılan kişi üzerindeki gerilimin azalmasına ve böylece de, itaatsizlik oranının düşmesine yol açmaktadır. modern toplumda bizimle, katkıda bulunduğumuz, sonucu zararlı eylem arasında genellikle başkaları durmaktadır.
kötülüğü yapan, yaptıklarının sonucuna tanık olma ıstırabından kurtulmaktadır.
belli ki o bir nesneye dönüştürülmüştür ve eylemlerin nesneleri gibi, insan ya da cansız varlık olması pek fazla önemli değildir.
bir kez bataklığa düşmüş herkes, dışarı çıkmak için girişilen her çaba çamura daha çok gömülmeyle sonuçlandığı için, kendini kurtarmanın çok zor olduğunu bilir. bataklık sistemi öylesine yapılanmıştır ki, içine giren nesneler ne harekette bulunursa bulunsun bu hareketler daima sistemin emme gücünü artırır.
ardışık eylemler aynı niteliğe sahip gibi görünür. eylemi yapan kişinin, eylemin sürekliliğini sürdürme zorunluluğu duyma ve vazgeçmeyi zor bulma derecesi her aşamada artma eğilimindedir. ilk adımlar kolaydır ve gerektireceği ahlaksal eziyet varsa bile azdır. bunu izleyen adımların yıldırıcılığı gittikçe artar. sonunda, bunları yapmaya tahammül edilemeyeceği hissedilir. ama aynı zamanda, vazgeçmenin bedeli de artmıştır. yani geri dönme dürtüsü zayıfken, vazgeçmenin önündeki engeller de zayıftır ya da yoktur. bu dürtü şiddetlendikçe karşılaşacağı engeller de her aşamada onu dengeleyecek kadar güçlenir. eylemi yapan kişi geri dönmek isteğiyle dolup taştığında ise bunu yapması için artık çok geç kalmış olur.
milgram’in deneklerine, öğrenmeyi daha verimli kılacak yolların keşfedilmesi amacıyla yapılan bir araştırmaya katılacakları söylenmiştir. öğrenci ilk hatasını yaptığında deneklerden ona elektrik şoku uygulamaları istenmiştir. şok düzeyi 15 volttur. 15 voltluk bir şok tümüyle zararsızdır ve hissedilmez. burada ahlaksal bir sorun yoktur. bir sonraki şok elbette daha güçlüdür; ama yalnızca hafifçe. her şok bir öncekinden hafifçe daha yüksektir. deneğin davranışının niteliği tümüyle suçsuzdan vicdansıza doğru ama dereceli bir şekilde değişir. denek kesin olarak nerede durmalıdır? bu iki tür davranışı birbirinden ayıran çizgi hangi noktada aşılmıştır? denek bunu nasıl bilecektir? bir çizgi olması gerektiğini saptamak kolaydır; ama bu çizginin nerde olması gerektiğini saptamak pek kolay değildir.
eğer denek bir sonraki şokun kabul edilemez olduğuna karar vermişse bu şok –her seferinde- bir öncekinden yalnızca hafifçe şiddetli olduğuna göre, verdiği son şok uygulamasının gerekçesi neydi? atmak durumunda olduğu adımın uygunluğunu reddetmek az önce atmış olduğu adımın ahlaksal değerini düşürmektir ve bu, deneğin kendi ahlaksal değerini düşürür. denek, deneyi derece derece gerçekleştirerek tuzağa düşmüştür.
ardışık eylemde eylemi yapan kişi kendi geçmiş eylemlerinin bir kölesi haline gelir.
kendini karalamadan temizlenilmez.
hiçbir şey insanları birbirine, yapması suç olan bir eylemin ortak sorumluluğundan daha güçlü bağlayamaz.
deneyi yapanlar ahlaksal kaygıların ifade edilmesi karşısında hep “dokularda kalıcı hiçbir hasar kalmayacak” gibi donuk, alışılmış ve sönük bir açıklamayla yanıt verdiler.
onlar için önemli olan, yukardan birinin, neyin ahlaksal yönden kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğu konusunda güvence vermesiydi.
milgram: ast durumdaki kişi, otoritenin gerekli gördüğü eylemleri yerine getirmedeki başarısına bağlı olarak utanç ya da gurur duyar.
eylemi yapanın vicdanı kendisine, işini iyi yapmasını söyler ve kendi doğruluğunu örgüt kurallarına itaat etmedeki duyarlılığı ve görevine üstlerinin belirlediği tarzda bağlılığıyla ölçmeye iter.
bir deneyde, deneğe, kurbana şok verecek tetiği çekmesi değil de, başka bir denek asıl şoku verinceye dek, yalnızca yardımcı bir eylemde bulunması emredildiğinde, 40 yetişkinden 37’si en yüksek şok düzeyine dek çıktı.
milgram’in vardığı sonuca göre, kötü bir eylemin yapıldığı bir zincirde yalnızca bir ara halka ve eylemin nihai sonuçlarından uzak olunduğunda sorumluluğun görmezden gelinmesi psikolojik yönden kolaydır.
yüzer-gezer sorumluluk: böyle bir durumda örgütün her üyesi bir başkasının emrinde olduğuna inanır ve sorulduğunda böyle söyler; ama sorumluluğu taşıyan kişi diye gösterilen üyeler de sorumluluğu yine bir başkasına atar.
örgütün tümüyle bir sorumluluk silme aracı olduğu söylenebilir.
otoriteler arasındaki uzlaşmazlığın eylemi tümüyle felç ettiği bellidir.
kişinin, kendi değer yargılarına ve vicdanının sesine aykırı davranmaya hazır olması yalnızca, yetkili birinden gelen buyruğun fonksiyonu değil, tek amaçlı, kesin ve rakipsiz bir otorite kaynağıyla karşılaşmasının sonucudur. böyle bir hazır olma durumu en büyük olasılıkla, muhalefete ve özerkliğe tahammülü olmayan ve hiyerarşisindeki itaat zincirinin istisna tanımadığı bir örgütte ortaya çıkar: iki üyenin aynı güçte olmadığı bir örgüttür bu. orduların çoğu, ağır suç işleyen çeteler, totaliter partiler ve hareketler, bazı mezhepler ya da yatılı okullar bu ideal tipe yakındır.
ahlaksal yönden normal insanların ahlaksal yönden anormal etkinliklere katılmasına karşı en iyi koruyucu ilaç çoğulculuktur. naziler, holocaust gibi projeleri uygulayabilmek için ilk önce politik çoğulculuğun izlerini yok etmeliydiler.
sscb’de, sistemin gerçek ve varsayılan düşmanlarının sistematik imhası ancak toplumsal özerkliğin ve dolayısıyla, onun yansıması olan siyasal çoğulculuğun kalıntıları yok edildikten sonra ciddi bir şekilde gerçekleştirildi.
zalimlik, faillerin kişilik özelliklerinden ya da diğer kişisel mizaçlarından daha çok, toplumsal ilişkilerin bazı biçimleriyle ilgilidir. zalimliğin kökeninde karakterden çok, toplumsal nedenler vardır.
zimbardo’nun deneyinde, denek olan kişinin sorumluluğunu üzerinden almaya hazır, yerleşmiş bir dış otorite yoktu.
philip zimbardo’nun iki hafta sürmesi planlanan; fakat deneklerin vücudunda ve ruhunda onarılmaz zararlara yol açılacağı korkusuyla bir hafta sonra kesilen deneyinde gönüllüler mahkum ve gardiyan olmak üzere rastgele ayrıldı. her iki taraftakilere de konumlarını gösteren sembolik kıyafetler verildi. örneğin mahkumlar kazınmış kafayı taklit eden sıkı başlıklar ve onları gülünç gösterecek cübbeler giydiler. gardiyanlara üniforma giydirildi ve gözlerini mahkumlardan saklayan koyu renk gözlükler verildi. tarafların birbirlerine adlarıyla hitap etmesine izin verilmedi. kural, kişilikten tümüyle arınmaydı.
bu, başlangıç noktasıydı. bundan sonra olanlar planlayıcıların yaratıcılığından baskın çıktı ve onu çok geride bıraktı. gardiyanlara (rastlantısal olarak seçilmiş, herhangi bir anormallik belirtisi var mı diye dikkatle incelenmiş, üniversite çağındaki erkekler) hiçbir kısıtlama yoktu. üstünlüklerini kavrayan gardiyanlar mahkumların boyun eğişleriyle karşılaştı ve bu da gardiyanları güçlerini daha çok göstermeye kışkırttı ve sonra bu da mahkumların kendilerini daha da küçük düşürmeleriyle tam bir karşılık buldu.
gardiyanlar mahkumları açık saçık şarkılar söylemeye, boşaltmalarına izin vermedikleri kovalara dışkılamaya, elleriyle tuvaletleri temizlemeye zorladılar. onlar istenenleri yerine getirdikçe onların insanlıkdışı doğaya sahip mahkumlar olduğuna daha çok inanarak davrandılar ve insanlıkdışılığın giderek daha korkunç düzeylerine özgü uygulamaları yaratır ve yaptırırken daha az yapmacık olduklarını hissettiler.
hoş ve kibar amerikalı gençlerin birdenbire, sözde yalnızca auschwitz ve treblinka gibi yerlerde bulunan türden canavarlara benzer bir hale dönüşüvermesi korkunçtur ama şaşırtıcıdır da. bu durum bazı gözlemcilerin, hepimizde değilse bile çoğumuzda dışarı çıkmak için bekleyen küçük bir ss yanın yaşadığını düşünmelerine yol açmıştır.
uykucu olgusu diktatörler, zorbalar ya da teröristler gibi, şiddete yatkın kişilerdeki, gereken anahtar ve kilit bağlantısı gerçekleştiğinde ortaya çıkan gizli kişilik özelliklerini ifade eder. böyle bir bağlantı gerçekleştiğinde uykucu normal davranış halinden uyanır ve uyur haldeki, şiddete yatkın kişilik özellikleri aktive olur. özel koşullarda harekete geçebilecek bir şiddet potansiyeline sahipse tüm insanlar bir şekilde uykucudur.
önemli olan bir kutuplaşmanın varlığıydı, bunun iki yanında kimlerin bulunduğu değil.
önemli olan, bazı kişilere diğer bazı kişiler üzerinde tam, ayrımcı ve katı bir yetkinin verilmiş olmasıdır.
o her şeye gücü yeten, acımasız güce meydan okuyan ve holocaust kurbanlarını kurtarmak için ölüm cezası riskini göze alan, dağınık, tek başına hareket eden az sayıda insanın benzersizliğinin toplumsal, siyasal ya da dinsel belirleyenleri boşuna araştırılacaktı. onların, saldırganca bir durumun yokluğunda uyuyan; ama şimdi uyanmış ahlaksal vicdanları toplumsal olarak üretilen ahlaksızlığın tersine kendi kişisel özellikleriydi, kendilerine aitti.
teleolojik: evrende varsaydığı yaratıcının oluşturduğu düzeni araştıran görüşe ait
montesquieu’nün, erkeklerin çok karılılığının kadın fazlalığından ya da bazı iklim koşullarında kadınların hızla yaşlanmalarından kaynaklandığı yolundaki savları..
toplum ahlaksal yönden düzgün davranışı yüceltir, ahlaksızlığı ise marjinalize eder, baskı altına alır ya da engeller. toplumun ahlaksal kıskacının alternatifi insanların özerkliği değil hayvansal duyguların egemenliğidir.
durkheim: eylemlerin kötü oldukları için toplumca yasaklanmalarından çok, toplumca yasaklandıkları için kötü olmaları söz konusudur.
fabrika sistemi, modern toplumun kuramsal modelinin oluşturulmasında en etkili metaforlardan biri olmuştur ve ahlakın toplumsal üretimi görüşü onun etkisinin en belirgin örneğini oluşturur.
eğer yenilen almanya olmasaydı bu sorunun asla ortaya çıkmayacağı düşünülebilir. ama almanya yenildi ve sorunla yüz yüze gelme gereği doğdu.
holocaust gibi bir sonuçtan sonra yasal uygulama ve bu arada ahlak kuramı, ahlakın, toplumca konmuş ilkelere itaatsizlikte ve toplumsal dayanışmaya ve ortak görüşe açıkça karşı çıkan bir eylemde boy gösterebileceği gibi bir olasılıkla karşı karşıya kaldı.
saygın bir toplum, öyle ya da böyle, hitler’e tümüyle pes ettiğine göre, toplumsal davranışı belirleyen ahlaksal kurallar ve vicdana yol gösteren “öldürmeyeceksin!” gibi dinsel emirler gerçekte yok demektir.
grup tarafından –hatta tüm gruplar tarafından- kınansa bile bir bireysel davranış ahlaklı olabilir; toplumun –hem de tüm toplumun bir ağızdan- öğütlediği bir eylem ise ahlakdışı olabilir.
toplumsallaşma işlemi ahlakın güdümlenmesini (manipülasyon) içerir, üretilmesini değil.
bu dünyada gölge benliğin varlığı bana utanç verir ve benim için hep bir üzüntü kaynağı olarak kalır. hep olmak istediğim gibi olamam. hep yapmak istediğimi yapamam. özgürlüğüm fasaryaya dönüşür gider. gölge benliğimin –bu dünyadaki- varlığıyla, kendim için varolmam başkası için varolmaya dönüşür giderilmez bir şekilde. eylemde bulunurken onun varlığını ve dolayısıyla bunun gerektirdiği tanımları, görüş açılarını, perspektifleri de hesaba katmaktan başka çarem yoktur.
kendi olanaklarım benim denetimim dışındaki olasılıklara dönüştü. duruma –ya da en azından, benden kurtularak bir boyut kazanan duruma- egemen değilim artık. ötekinin eyleminde kullanabileceği bir araç haline geldim. bu deneyimi kavrama yoluyla değil, insanlık durumunun sartre’a göre en önde gelen özelliklerinden biri olan gerginlik ve huzursuzluk duygusuyla fark ediyorum.
dostoyevski: biz hepimiz her şeyden sorumluyuz ve her şeyden çnce tüm insanlardan sorumluyuz ve tüm diğerlerinden daha çok da kendimizden sorumluyuz.
özneler arası ilişki simetrik olmayan bir ilişkidir. ötekinden, onun için ölsem de, karşılık beklemeksizin sorumluluk duyarım. karşılık vermek ise onun sorunudur.
ahlak, toplumun bir ürünü değildir. ahlak, toplumun güdülediği, kötüye kullandığı, yönünü değiştirdiği, önünü tıkadığı bir şeydir.
yakınlık ortadan kalktığında sorumluluğun sesi kesilir, sonunda, arkadaş insan öznesi ötekine dönüştüğünde sorumluluğun yerini hoşnutsuzluk alabilir.
resmen planlanan ve koordine edilen tek kitlesel pogrom olan kristallnacht’ın, sıradan almanların antisemitik şiddete katılımlarını sağlayacağı umulurken, amaca zarar verici olduğu görüldü.
ian karshaw: nazilerin en başarılı oldukları konu yahudilerin insandışılaştırılmasıydı. insandışılaştırma ile alman halkında zaten var olan yaygın kayıtsızlık daha da arttı ve arkaik şiddetle, ölüm kamplarındaki modern yürüyen şerit tarzı imha arasında yaşamsal önemde bir basamak oluşturdu.
dünyalarından ve günlük yaşamlarından yahudilerin azar azar kaybolmalarını sessizce izlediler ya da hiç izlemediler.
modern bir toplumda, tanımlanmış biçimiyle bir imha işlemi bu şemada görüldüğü gibi bir yapıyla gelişir: tanımlama, işine son verme, şirketine el koyma, toplama, emek sömürüsü, aç bırakma, yok etme, kişisel eşyalara el koyma.
faşist politikaların şeytanca çemberleri dayanılmaz koşulların ve acil durumların kasten yaratılmasına, sonra da bunların daha da radikal adımları meşru kılmak için kullanılmasına olanak sağladı.
toplumsal uzaklığın artan her santimi ise ahlakdışı eylemin yapılmasını kolaylaştırır.
ahlak, göze yakın olanı çok büyük ve yoğun gösterir.
bizim modern, akılcı, endüstride ve teknolojide ustalaşmış toplumumuzda ahlaksal kayıtsızlığın önemi ve tehlikesi özellikle artmaktadır; çünkü böyle bir toplumda insan eylemleri belli bir uzaklıktan etkili olabilmekte ve bu uzaklık bilimin, teknolojinini ve bürokrasinin gelişmesiyle artmaktadır. böyle bir toplumda insan eylemlerinin etkisi, ahlaksal görüş mesafesinin bittiği noktanın ötesine uzanmaktadır.
ahlaksal dürtünün susturulması ve ahlaksal yasakların askıya alınması açıkça ahlak karşıtı bir kampanyayla ya da eski ahlak sisteminin yerine yeni kuralları geçirmeyi amaçlayan bir beyin yıkamayla değil, kesinlikle eylemin gerçek hedefini uzak ve zor görünür kılmakla başarılmıştır. kurbanları görüş mesafesinin dışına yerleştiren ve dolayısıyla onları ahlaksal yaklaşımlar için ulaşılmaz kılan tekniğin en belirgin örnekleri modern silahlardır.
silahı kullanan kişilerin göremeyeceği hedefleri vurabilen topun icadını modern savaşların ve bunlardaki ahlaksal etkenlerle ilgisizliğin simgesel bir başlangıcı saymak mümkündür: topla atış yaparken silahın namlusu tümüyle bambaşka bir yöne yöneldiği halde hedefin yok edilmesi olanaklıdır.
philip caputo: uzaklardaki insanları karmaşık silahlarla öldürmüşseniz asla yanlış yolda değilsinizdir.
christopher r. browning: uzmanlık dalları normalde kitlesel cinayetle ilgili olmayan uzmanlar kendilerini birdenbire, imha makinesinde küçük bir dişli olarak buluverdiler. daha önce motorlu araçların üretimi, kullanımı, bakım ve onarımıyla ilgili olan uzmanlıkları ve becerileri kapalı gaz kamyonlarını üretmekle görevlendirildiklerinde birdenbire kitlesel cinayetin hizmetine itilivermişti. onları rahatsız eden, yaptıkları üretimdeki hatalardan ötürü eleştiri ve şikayete uğramalarıydı. kapalı gaz kamyonlarının yetersizliği onların ustalığı hakkında, düzeltilmesi gereken olumsuz düşüncelere yol açardı.
alman dışişleri bakanlığı’nın kötü ünlü yahudi masası (D III) atanmış dört görevliden ikisi yaptığı işten hoşnuttur, diğer ikisi ise başka işlere geçmeyi yeğlemişlerdir. işlerine açıkça itiraz etmemişler; ama nakilleri için gizlice ve sessizce uğraşmışlardı. sicillerini temiz tutmak en birinci öncelikleriydi.
ahlaklı insanlar eylemlerinin ahlakdışı olduğunu bilseler de –ya da buna inansalar da- uzmanların –yani kendilerinin bilmediği bazı şeyleri bilen kişilerin- bu eylemleri gerekli bulduklarına ikna edilirlerse ahlakdışı eylemleri yapmaya yöneltilebilirler. nitekim, toplumumuzda yapılan eylemlerin çoğu, amaçları tartışıldığında meşru değildir; ama daha bilgili kişilerin öğüt ve buyruklarıyla meşruluk kazanır.
sobibor’dan bir öykü: on dört mahkum kaçmaya kalkmıştı. birkaç saat içinde yakalandılar ve diğer mahkumlara gösterilmek üzere, kampın toplanma meydanına getirildiler. onlara dendi ki: “sizler hemen öleceksiniz tabii ki. ama ölmeden önce her biriniz sizinle birlikte ölecek birini daha seçeceksiniz. “asla!” dediler. “eğer reddederseniz” dedi komutan, sakin bir şekilde, “bu seçimi sizin yerinize ben yaparım. yalnız ben on dört değil, elli kişi seçerim.” bu tehdidini uygulamak zorunda kalmadı.
akılcı insanlar gaz odasına ancak, onun bir banyo olduğuna inandırılırsa sakince, uysalca, neşeyle girerler.
wladyslaw bartoszewski: yapabileceği her şeyi yaptığını ancak, ölüm cezasını çekmiş olanlar söyleyebilir.
düzeni yalnızca korkuyla sağlayabilmek için ss’lerin daha çok askere, silaha ve paraya gereksinimi olurdu. akılsallık, daha etkili, daha kolay ve daha ucuzdu. ve böylece, ss’ler kurbanlarını yok etmek için onların akılsallığını özenle yetiştirmişlerdi.
anc’nin asıl tehlikesi, ne denli müthiş ve vereceği zarar yüksek olursa olsun, sabotaj ve terörizm etkinliklerinde değil, siyah nüfusu ya da onların büyük bir kısmını “yasa ve düzen”i tanımamaya itmesindedir. eğer bu gerçekleşecek olursa en usta ve en kuvvetli güvenlik güçleri bile çaresiz kalır. son olarak intifada deneyiminin de doğruladığı bir beklentidir bu. dehşet ve korku, akılsallık balonu patlatılmadığı sürece etkilidir. en uğursuz, zalim, hunhar diktatör bile akılsallığın sadık bir vaizi ve savunucusu olmalıdır. aksi takdirde yok olur. buyruğundaki halka seslenirken “akla hitaben” konuşmalıdır. aklı savunmalı, maliyetleri ve sonuçları hesap etme meziyetini övmeli, mantığı, maliyete aldırmayan ve mantığa uymayı anlamsız bir şekilde reddeden duygusallıklara ve değer yargılarına karşı korumalıdır.
torbalar dolusu yiyecekle yüklü bir eşekle yolculuk yaparken bir dilenciye rastlayan aziz bir bilgenin öyküsü.. dilenci, yiyecek bir şeyler dilenir. “bekle” der bilge, “önce torbaları çözmem gerek” ama uzun zamandır süren açlık, o torbaları açıncaya dek işini bitirir ve dilenci ölür. o zaman bilge, duaya başlar: “tanrım, bu zavallı adamın hayatını kurtraramadığım için beni cezalandır!”
kapımı çalan ve benden, yaşamını kurtarmam için kendimi ve ailemi feda etmemi isteyen yabancıya nasıl tepki göstereceğimi bilmiyorum. böyle bir seçimi yapmaktan kurtarılmıştım. ama onu saklamayı reddetsem, kurtarılacak ve yitirilecek yaşamların hesabını yapıp yabancıyı geri göndermenin tümüyle akılcı bir karar olduğunu başkalarına ve kendime haklı göstermenin çok kolay olacağından kuşkum yok. ama yine de o nedensiz, akıldışı, ama tümüyle insanca utancı duyacağımdan da kuşkum yok. ve yine de, bu utanç duygusu olmasa, yabancıyı geri gönderme kararımın yaşamın son günlerine dek beni ayartmaya devam edeceğinden de kuşkum yok.
katilce bir zorbalığın yarattığı insanlıkdışı dünya, kurbanlarını ve kurbanlaştırmayı pasif bir şekilde izleyenleri ahlaksal duyarsızlıklarının ve hiçbir şey yapmamalarının bağışlanması için, kendini kurtarma mantığına zorlayarak insanlıktan çıkardı.
kötülüğe karşı direnmek, kendini tehlikeye atarcasına, gözüpek tavırlar gerektirir. kötülük “tanrıya şükür henüz sıra bende değil; sesimi çıkarmazsam hala kurtulma şansım var” gibi teselli edici bir düşünceden cesaret alan kendini kurtarma içgüdüsünün yol açacağı heyecanlı yandaşlığa da, alkışlayan izleyiciye de gereksinim duymaz.
kötülük her şeye kadir değildir. ona karşı konabilir. karşı koyabilen az sayıda insanın varlığı, kendini kurtarma mantığının egemenliğini bozmuştur. onun, eninde sonunda ne olduğunu gösterir: bir tercih. kötülüğü güçsüz kılmak için kaç kişinin bu mantığa karşı çıkması gerektiğini merak ediyor insan.
zalimliğin en zalim yanı, kurbanlarını yok etmeden önce insanlıktan çıkarmasıdır. ve en zor mücadele, insanlıkdışı koşullarda insan kalabilmektir.
virtutem doctrina paret naturane donet: erdemi eğitim mi sağlar, doğa mı verir?
sosyoloji dilinin doğruladığı yaşam biçiminde toplumca onaylanmamış ahlaka yer yoktur. bu dilde, toplumca onaylanmamış hiçbir şeyden ahlaklı diye söz edilemez. ve konuşulamayan şey de sessizlikte kalmaya mahkumdur.
toplumca kınanan davranış kötü diye nitelendiği sürece, toplum tarafından onaylanan davranış iyi olarak kalır.
eylemciler, görevli statüsüne yerleştirildikleri ve bir aracılar zinciriyle hem amaç-bilinç kaynaklarından, hem de eylemin nihai sonuçlarından ayrıldıkları takdirde bir tercih yapma durumuyla ve yaptıklarının sonuçlarını görme fırsatıyla çok ender karşılaşırlar. daha da önemlisi, gördüklerinin kendi yaptıkları işlerin sonucu olduğunu kavramaları bile çok zordur.
hiçbir şey yitirmeden elde edilmiş kazanç, varsa bile çok azdır.
valery: tüm bildiğimiz, kendimize karşı olmaya son verdiğimiz anda, tüm yapabileceğimiz budur diyebileceğimizdir.
insan, doğası gereği kötüdür.
insan dürtüleri içinde en temel ve içgüdüsel olanı, bencilliktir.
iki yüz bin japon’un öldürülmesi, saptanan amacın yerine getirilmesi için aranan etkili çözüm olarak tasarlanmıştı ve uygulanmıştı; bu gerçekten, sorunları mantıkla çözme işleminin bir ürünüydü.
albert memmi: ırkçılık karşıtlığı değil, gerçekte ırkçılık evrenseldir.
andreas walter: insan doğası eğitimle ve çevresel etkilerle değiştirilemez.
claude levi-strauss: ilkel kültürler düşmanlarını yiyip yutar, biz ise kusarız (ayırırız, ayrıma tabi tutarız, dışarı atarız, onları insan yükümlülükleri evrenimizden dışlarız.