j.m. coetzee
bir tohum ektiysen bu bile bir ilerlemedir.
ateşli olduğumuzda, içkili olduğumuzda ki gibi gerçeklerin kendiliğinden ortaya döküldüğüne inanmaz mıyız hep?
hiçbir şey unutulmadı, unuttuğum hiçbir şey de anımsanmaya değmez.
unutmak ayıp değil: yaşlanmak ve ölmek gibi unutmak da bizim doğamızda var. ancak çok uzak bir gözlem noktasından bakıldığında, hayat özelliğini yitirmeye başlıyor. bütün kazazedeler, güneş yanığı tenleri, yalnızlıkları ve öldürdükleri hayvanların postlarından yaptıkları giysileriyle hep o aynı kazazedeye dönüşüyor.
deniz kuşları arkalarında gürlemesini bırakıyorlar, mürekkep balıkları kemiklerini, martılar tüylerini.
sessiz bir dünyanın kime ne yararı var?
eğer tanrı hepimizi aynı derecede gözetecek olsaydı, pamuğu kim toplayacaktı, şeker kamışını kim kesecekti? dünyada işlerin verimli gidebilmesi için tanrının bazen uyuması bazen uyanması gerekir. tıpkı kendi yaratıkları gibi.
düşüncelerimiz başka yerdeyken, yazı kavramı içimizde lahana yetişir gibi yetişmez.
talihin egemen olduğu bir dünyada daha iyi ya da daha kötü diye bir şey olabilir mi? ya bir yabancının bizi kucaklayışına boyun eğiyoruz ya da kendimizi dalgaların kucağına bırakıyoruz; irademiz bir anda çözülüveriyor. uyuyoruz. uyandığımızda ise hayatımızın gidiş yönünü yitirdiğimizi anlıyoruz. onlara karşı tek savunma silahımızın ebedi ve insan ötesi uyanıklığımız olan bu anlık çözülmeler nedir? bunlar hayatımıza sızan bir başka ses ya da seslerin süzüldüğü yarıklar ve çatlaklar olamaz mı? hangi hakla onlara kulaklarımızı tıkıyoruz?
alnında kazazede işareti taşıyan herkes, gerçekten bir kazazede olmayabilir.
yasalar ancak bir nedenle yapılır: isteklerimiz aşırıya kaçtığında bizi dizginlemek için. isteklerimiz aşırı olmadığı sürece bizim yasalara gereksinimimiz yoktur.
yaşanılan olayların kâğıda döküldüğünde yiten canlılığı, sanat ile yeniden kazanılmalıdır.
içinde garip olayların yer almayacağı öyküler yazabileceğimiz günler hiç gelmeyecek mi?
dünya, bir zamanlar başkalarına verdikleri kızları ve oğullarını arayan anaların öyküleri ile doludur. ama annelerini arayan kızlarla ilgili bir tek öykü yoktur. böyle bir arayışın öyküsü yoktur. çünkü böyle bir şey gerçekte yoktur. böyle bir arayış hayatın bir parçası değildir.
bazı insanlar doğuştan öykü anlatıcılarıdır.
insan nasıl şekere doyuyorsa özleme de bir süre sonra doyuyor.
köleliğin yapısında inşanın yüreğini de ele geçiren nasıl bir özellik var ki, bir kez köleleştirilen insan tüm yaşamı boyunca köleliği taşıyor?
hiçbir yaratık yazamayacak kadar çaresiz değildir.
bir kez günah işlediğinizde bundan keyif aldığınızı fark edersiniz ve tekrar tekrar aynı şeyi yapmak için önüne geçilmez bir istek duymaya başlarsınız.
zaman gelir, başka şeyler kitaplardan çok daha önemli olur.
sonuçta hayatımızda bir düzen var ve yeteri kadar beklersek bu düzenin ipuçlarının gözümüzün önüne serili olduğunu anlarız. tıpkı bir halı dokuyucusunu izlerken ilk bakışta yalnızca karmakarışık iplikleri görüşümüz gibi. ama yeterince sabırlıysak, yavaş yavaş gözümün önünde çiçekler, zıplayan tek boynuzlu atlar ve kuleler şekillenmeye başlar.
bana öyle geliyor ki, hepimiz bir çeşit bilinçli bilgisizlik, bir çeşit körlük geliştirmezsek, toplum içinde yaşamaya tahammül edemeyebiliriz.
ne kadar çeşit insan varsa o kadar çok çeşit yazı türü vardır.
bir zamanlar ırmağın kıyısında bekleyen yaşlı bir adama acıyan bir adam onu sırtına alarak karşı kıyıya geçirmeyi önermiş. karşı kıyıya vardıklarında yaşlı adamı indirmek için çömelmiş ama yaşlı adam inmemiş. aksine dizleri ile adamın boynunu sıkıştırmış ve adamın böğrüne vurarak onu esir almış. ekmeğini bile ağzından alıyormuş. adam bir hile ile canını kurtarmasaymış ölene kadar yaşlı adamın kölesi olarak kalacakmış.
hepimiz yüreğimizin derinliklerinde bir özgürlük duygusu, özgürlüğe duyulan bir özlemle yaşarız. ama hangimiz özgürlüğün gerçekten ne olduğunu söyleyebilir?
eğer kendimizi özgürlük, onur, mutluluk gibi büyük kelimeleri tam anlamıyla ve bütünüyle karşılayacak anlamlar bulmaya adayacak olursak tüm yaşamımızı yanılgılarla ve boşuna arayışlarla tüketebiliriz. bu kelimelerin tam bir karşılığı ya da bağlı oldukları bir ülke yoktur. onlar boşlukta yüzen gezegenler gibidir.