20.01.2011

öteki renkler

orhan pamuk

şeyh galip: her renge boyan da renk verme.

mutlu olabilmem için her gün bir mikta edebiyatla ilgilenmem gerekiyor.

benim gibilerin durumunda en iyi tedavi, en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır.

insan ne kadar sıkılırsa o kadar hayal kurar.

edebiyat, yazdıklarımızı insanların hayallerinin bir parçası yapabilme sanatıdır.

yazarlık okura "bunu tam ben de söyleyecektim; ama o kadar çocuksu olamadım." dedirtebilme hüneridir.

yazmak, yaşanmayan hayattan bir çeşit intikam almaktır.

çekici olan şey bir yol seçmek değil, galiba bütün yolları seçebileceğimiz bir yerde olmaktır.

bir gün bir kızım oldu, bütün hayatım değişti.

yırtmak en büyük eleştiridir.

hemingway: akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz.

yanlış anlaşılmaktan korktuğumuz zamanlar her şeyi söylemeye kalkarız. bu korku da bize herkesin söylediği şeyleri söyletir.

"paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez."

aptal paranoyak en korkutucu yaratıktır ve ülkemizde çoktur.

ben her şeyi açıklayan ve bir tek sebebe indirgeyen teorilere inanmam.

aşırı paranoya ve akılsız kumpas teorisinin en kuvvetli yanı karşı çıkılmaz oluşudur.

1991 doğumlu rüya hakkında hiç zorlanmadan, kendiliğinden yazabiliyorum. birisi hakkında kolayca ve istekle yazabilmek sorunsuz bir aşkın işareti midir?

herkes mutluyken mutsuz olmayı başarabilmek akıllı olmanın birinci şartıdır.

bir kitap, bir fikirle değil, en azından iki fikirle yazılır.

kafasını büyük hakikate takmış yazarlar bana kalırsa hayatın renklerini ve neşesini göremezler. büyük hakikatler konusunu hiç düşünmemiş, kendi sıradan hatıralarını ya da basit, hayali bir fanteziyi anlatmaya başlayan hünerli bir romancı ise bir gün öyle bir şey yazar ki o hakikat bu gündelik detaylar arasından beliriverir.

gençliğin acı verici yanı, insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğü görmek, buna karşı bir şeyler yapmak isteyip de yapamamak ve sonraları da bunu doğal karşılamaktır.

benim bütün kitaplarım, bir önceki kitabın içinden doğar. oradaki bir ayrıntıdan, bir cümleden. cevdet bey'deki gençlerden bir anlamda sessiz ev doğdu. sessiz ev'deki tarihçi faruk'tan beyaz kale çıktı. beyaz kale'nin düşsel ortamından, oradaki kimi tarihi sahnelerden, esrarlı mavi gece diyebileceğim karanlık sahnelerden kara kitap çıktı.

sanki saat bizde kesinliğine, matematikselliğine ulaşamadığımız batı dünyasını bu nesneyi kullanarak elde edebileceğimizi sandığımız bir tesellidir.

bizi modernlikten, modern olmaktan uzaklaştıran şey, alelacele bir an evvel modern olma gayretimizdir.

yahya kemal: resmimiz ve nesrimiz olsa, başka bir millet olurduk.

yağmurla keder, dağlarla coşku arasında zorunlu bir ilişki mi vardır, yoksa bunlar sanatın, edebiyatın, resmin bize öğrettiği şeyler midir?

borges: elbette, bütün genç insanlar gibi, ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyordum; hamlet'le raskolnikov arası biri olmaya çabalıyordum, sizin anlayacağınız.

valéry bir yerde nefret edip tiksindiğimiz bayağılıklarla aslında yakından ilgilendiğimizi, bayağı bulduğumuz şeylerle aramızda bir merak ve yakınlık olduğunu söyler.

kendi özel hayatını sıkı sıkıya koruyan, içine kapanık, yalnız, utangaç bir adamdır philip larkin. hiç evlenmemiş, çoluk çocuğa karışmamış, gezip tozmamış, şu veya bu şekilde iyi yaşamaktan ya da hayata sıkı sıkıya bağlanmaktan kaçınmıştır hep.

mario vargas-llosa, kendini "dünyada margaret thatcher'a hayran olup fidel castro'dan nefret eden iki yazardan biriyim." diye tanımlamaya başladı. öteki yazar, daha doğrusu şair philip larkin'di.

salman rushdie: gerçek her zaman olağanüstü, acayip ve ihtimal dışıdır.

bütün modern ulus-devletlerin doğuşunun arkasında bir çeşit etnik temizlik, dil birliğinin sağlanması ve yerel özelliklerin ve iktidarların tahribi yatar.

başbakan erbakan'ın koltuğuna oturur oturmaz, dünyanın en yalnız, en batı karşıtı ve insan haklarına saygısızlığıyla en ünlü libya, nijerya, iran gibi devletlerine ziyarete gitmesi bu taşralaştırma azminin en belirgin işaretleri.

sinemada yalnızca "öteki" ile yüz yüze gelmeyiz; sinemanın gösterdiği her şey bir anda "öteki" oluverir.

o zamanlar niye mimar olmadığımı bana sordukları vakit aynı cevabı başka bir dille verirdim: "apartman yapmak istemediğim için!" apartmandan kastettiğim bir hayat tarzı, bir mimari anlayışıydı.

çetin altan: bizimki gibi köylü toplumlarında ise cinayetlerin zekaya dayalı bir özelliği pek yoktur. kıskançlıktan kafası bozulan koca, kaptığı gibi bıçağı karısını doğrayıverir orada, iş olup biter. yahut kan davasında hazırlıklı dolaşan kişi hasmını görünce beynine boşaltıverir kurşunları. kırsal kesimlerdeki tarla veya su kavgalarında ise çifteyi alıp pusuya yatma geleneği vardır. herkes de kimin kimi neden öldürdüğünü bilir. baltayla kabak yarar gibi pek kabasından işlenen bu tür cinayetler yazarları etkilemediği için bizde polis romancılığı gelişmemiştir.

bugünün istanbulu ve türkiyesi, devletçe işlenmiş faili meçhul cinayetler, sistematik düzeye varmış işkence uygulamaları, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, kısaca insan haklarının acımasızca çiğnenmesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.

maupassant: paris'in en güzel manzarası eyfel kulesi'nin tepesindedir; çünkü oradan eyfel kulesi görünmüyor.

ben dünyada yazdığı konuyu parmağı ile işaret ederek gösterebilen tek tarihi romancıyım.

türkiye'de özgürlüklerin kısıtlanması, kitapların yasaklanması, farklı düşünenlerin vatan haini ilan edilmesi için her gün çırpınan pek çok gazeteci, köşe yazarı var. sınırlı da olsa zihinsel faaliyet gösterdikleri için bu kişilere entelektüel denebilir belki ama bence onlar entelektüel değil de devleti, hükümeti destekleyen teknisyen konumundalar.

öldürülmek türkiye'deki entelektüeller için önemli bir ihtimaldir. son yirmi yılda türkiye'nin en önemli üç gazetesinin en önemli üç köşe yazarı öldürüldüler. sonra hapis, yazının yasaklanması vs. gelir. yaygın bir şekilde "vatan haini" ilan edilmek, kenara itilmek, işsiz kalmak, gazetedeki köşenizden, işinizden olmak, yazılarınızın yayımlanmaması da birer yöntemdir. ilgisizlik, tepkisizlik de. özellikle ücra taşra kentlerinde entelektüelleri, yazarları öldürür, tutuklar, işkence eder, otuz yıl hapse mahkum ederler de, değil batı dünyasında herhangi biri, istanbul gazeteleri bile bu olaylarla ilgilenmez.

günümüzün tabii ki en büyük entelektüel zevki iyi edebiyat. iyi edebiyat, iyi entelektüelden de az bulunur.

disiplinli modern ordular gibi rafları dolduran ciltli kitaplara düşkırıklığıyla baktım.

"avrupalılar görse ne der?" bir korku ve bir arzu. onlara benzemeyen yanlarımızı görüp bizi ayıplayacaklar diye hepimiz çok korkarız. hapishanelerde işkencenin azaltılmasını ya da iz bırakmadan yapılmasını bu yüzden isteriz. bazen de onlar gibi hiç olmadığımızı onlara teşhir etmenin zevklerini yaşamak isteriz: islamcı bir teröristin tanınma isteği, papa'yı vuran ilk türk olma isteği böyle duygulardır.

bu içe dönüş tepkim beni hayatın zorluklarından korudu; ama zenginliklerinden de uzak tuttu.

andré gide: bu topraklardan hiçbir şey çıkmamış. onca ırkın, tarihin, inancın ve medeniyetin sürtüşmesinin ve çatışmasının yarattığı kalın köpüğün altında yerli hiçbir şey yok. (istanbul hakkında)

andré gide: türklerin kıyafeti aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafet. ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu ırk da bu elbiseyi hak ediyor.

andré gide: orada yaşayanları sevemeyince, dünyanın en güzel manzaralarına bile gönül veremiyorum.

andré gide: bu seyahatten payıma düşen hisse, ülkeye duyduğum tiksintiyle orantılı. bu ülkeyi daha fazla sevmediğim için memnunum.

gidé'in güncesinden bir seçme türkçeye çevrilmiş ve milli eğitim bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. bu kitapta türkiye hakkında notlar tabii sessizce dışarıda bırakılmıştır.

batılılaşmacı önce avrupalı olmadığı için utanır. sonra avrupalı olabilmek için yaptıklarından utanır (her zaman değil). avrupalı olabilmek için yaptıklarının yarım kalmasından utanır. avrupalı olacağım diye kendi kimliğini kaybetmekten utanır. kendi kimliğine sahip olmaktan ve olmamaktan utanır. zaman zaman şiddetlenip, zaman zaman kabul ettiği bu utançlarından da utanır. bu utançlarından söz edilmesinden de utanır.

israil'in filistin topraklarını zaptettiği, onlara haksızlık ettiği inancındayım. israil'de barışçı, uzlaşmacı bir çevrenin hakim olmasını, anlaşmazlıkların barışla halledilmesini isterim. israil'in filistinlilerden aldığı, üzerinde hala yerleşmiş olduğu topraklardan çıkmasını isterim. ama bu demek değildir ki fkö ile her konuda hemfikirim.

ilk büyük felaketle öğrendiğim şaşırtıcı hayat gerçeği, felaketlerin her zaman mutluluktan daha eğlenceli ve seyredilebilir olmalarıydı.

öte yandan, yakında ama kendisine zarar vermeyecek bir uzaklıkta bir felaket, bir dehşet olduğu hissi gecenin ortasında uyananlar için en iyi uyku ilacıdır.

beklenti gerginliğine, "ne olacağız" havasına karşın, gelecekten hep geçmişte kalmış bir şey gibi söz ediliyor.

sığınmacı kampına giderken, şırnak'ta yaşlı bir kürt bakkalın duvarına asılı bir eski levha görmüştüm: "dilerim benim hakkımda düşündüğünün iki misli senin başına gelir!" kürtlerin hiç bitmeyen çilesi düşünülürse, kötümser bir levha!

bizlere, fotoğraf makinelerine bakan herkes, "gazeteciler yazın!" diye başlayıp devletten, hırsız müteahhitlerden ve belediyelerden haykırarak şikayet ediyorlardı. çıkardıkları şikayet sesleri basında ve medyada iyi yansıtılıyordu; ama büyük ihtimal bütün bu insanlar şikayet ettikleri bu siyasetçileri, devlet adamlarını ve rüşvetçi belediye başkanlarını yeniden seçmeye ve verdikleri oylarla mağrurca övünmeye devam edecekler. ayrıca, bu şikayetçiler de büyük ihtimal hayatlarının bir döneminde yaptırdıkları inşaatların kuraldışı yanlarını onaylatmak için belediyelere rüşvet vermiş, vermemeyi de akılsızlık olarak görmüşlerdi.

cumhurbaşkanlarının rüşveti "pratik" bir iş olarak övdüğü, dolandırıcılarla senli benli olduğu bir kültürde hayali bir gelecekte olacak ve başkalarına zarar verecek depremin korkusuyla müteahhitlerin demir ve çimentodan çalmamalarını, kurallara uymalarını, bunun için fazladan "masraf" etmelerini sağlamak çok zor.

bu yalnızca bir organizasyon sorunu değil! vurmak, bastırmak, korkutmak, yasaklamak ve şiddet kullanmak mantığıyla örgütlenmiş devlet yardım etmeyi, yaraları sarmayı, halka hizmet etmeyi beceremiyor.

ben insanoğluna inanırım ve görüşlerini değiştirdi diye kimseyi ayıplamam.

başka yazarlar hapisteyken, hangi iyi "insan", gidip devletten yazar olduğu için "devlet sanatçısı" unvanını alır?

meclis kapısından alınıp hapse tıkılan milletvekillerinden, sokaklarda sinekler gibi öldürülen gazetecilerden, bir kitap yazdığı için zindanlarda yıllar geçiren yazarlardan, otelle birlikte yakılan aydınlardan size bir kere daha söz etmek içimden hiç mi hiç gelmiyor. siz de bütün bu rezaletlerin, bütün bu gaddarlığın, acımasızlığın, pervasızlığın, adaletsizliğin farkındasınız.

bütün gazeteler ve televizyonlar, dergiler ve radyolar söylenmesi gereken asıl sözü, hiç söylememek için bütün o öteki sözleri söylüyorlar.

madımak otelinde, 17. yüzyılda yaşamış, devletçe idam edilmiş sivaslı halk şairi pir sultan abdal'ı anmak için şehre gelmiş 60-70 kişilik bir yazar, müzisyen, gazeteci topluluğu kalıyordu. ama "şeytana ölüm" sloganlarından kalabalığın asıl hedefinin türkiye'nin en ünlü mizah yazarı aziz nesin olduğu anlaşılıyordu. toplantıya katılanlar arasındaki 78 yaşındaki aziz nesin, salman rüşdi'nin şeytan ayetleri'nin bir kısmını çevirtip başyazarlığını ve kısmen sahipliğini yaptığı aydınlık gazetesinde yayımlamıştı.

"halk ile polisi karşı karşıya getirmek" istemeyen hükümet kararsız kalınca, meraklıların, eğlenmek için toplananların katılımıyla iyice büyüyen kalabalık, akşam bastırırken, oteli yaktı. bütün ülkenin televizyonlardan seyrettiği görüntüye, tıpkı basit oryantalist, şematik ve anti-islam nitelikli propaganda filmlerinde olacağı gibi, kalabalığın duaları ve "işte cehennem ateşi" sözleri eşlik etti. aralarında ünlü şair, yazar ve eleştirmenlerin de olduğu otuz yedi kişi yanarak, boğularak öldü. 78 yaşındaki aziz nesin ise, son anda yetişebildiği itfaiye merdiveninden inerek ve bir itfaiyecinin "linç edilsin" diye kendisini kalabalığın ortasına atmasına rağmen, sopa darbeleriyle yaralanmış olarak kurtuldu.

sivas'taki otelin yakılmasından hemen sonra, yalnız ülkenin kadın başbakanının değil, kamuoyu denilen hakim gücü oluşturanların sesleri de, olayı onaylamadılarsa da, fundamentalist öfkeyi sert biçimde kınamaktan kaçındılar. "orada" oteli yakan kalabalıklar kışkırtılmıştı; şeytan ayetleri'ni yayımlayan biri "oraya" gitmemeliydi vs. herkesin bildiği; ama bildiğini bilmediği ya da söylemekten çekindiği şey "orası"nın, "taşra"nın, özellikle orta ve doğu anadolu'nun bambaşka yerler olduğuydu. insan ilişkilerinin, hukukun, demokrasinin, siyasetin, özgürlük düşüncesinin "orada" aldığı biçimler bambaşkaydı. "orası" da türkiye'nin sınırları içindeydi; ama başka bir ülkeydi de "orası".

on yıl önceki askeri darbe döneminde, kürt kelimesinin bile kullanılmasının yasaklandığı, kürt kimliğinin ve kültürünün ortaya konması için gösterilen her türlü demokratik ve barışçı çabanın şiddet ve işkenceyle ezildiği bir dönemde silaha başvuran pkk'nın prestiji ve gücü arttı. ülkenin ekonomik olarak da bu en az gelişmiş bölgesinin, gelişen sanayileşmenin nimetlerinden yararlanması için hiçbir şey yapılmadı ve bu, ülkenin yalnız kültürel olarak değil, ekonomik olarak da bölünmesine, kürt milliyetçiliğinin yeşermesine yol açtı. pkk'nın acımasız terör yöntemlerine aynı acımasızlık ve kanla cevap veren türk ordusunun savaş yöntemleri de, kendini doğu anadolu'da yaşayan kürtlerin en güçlü siyasi temsilcisi olarak sunmak isteyen pkk'nın işine yarıyor. bugün pkk'ya destek veren gençler, kendi kürt kimliklerinin, radyo ve tv'de yasaklanan dillerinin, en basit demokratik haklarının şiddetle ezilmesi, ekonomik adaletsizlik, bölgesel eşitsizlik, işsizlik kadar, inanılmaz boyutlara varan insan hakları ihlallerine, faili belli olmayan siyasi cinayetlere, kürt gazetecilerinin, milletvekillerinin öldürülmesine ve özellikle her iki yandan küçük köyleri, kasabaları sıkıştıran çirkin savaşa isyan ediyorlar. pek çok kürt, evlerini, topraklarını terk ederek doğu'dan batı anadolu'ya göç ediyor.

bir zamanlar askeri darbeciler tarafından radikal sola karşı bir panzehir olarak düşünülen din ise, siyasal islam'ı körüklemeye yatkın olduğunu çoktan ispatladı.

anadolu mutasavvıflarının sık sık kitaplarına aldıkları eski mi eski bir hikaye vardır, severim. aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır. bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez laflar etmeye başlayacaktır. genç köylü bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına genelde alışmaya çalışır. ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. bir süre sonra bu öyle dayanılmaz gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer.

on yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı. televizyon ekranlarında pkk'lı cesedi görmeye kamuoyu alıştırıldı. kimse öldürülenlerin de kendi vatandaşları olduğunu hatırlatmıyor, kimse silaha sarılıp dağa çıkan gençlerin neden böyle yaptıklarını değil sormaya, düşünmeye bile cesaret etmiyor. orta çağ'a yakışan bir görüşle onların "şeytan" olduğuna çoktan karar verilmiş çünkü. neden şeytanla işbirliği yaptıkları ise belki de insanın kendisini de şeytanlaştıracak bir soru olduğu için hiç sorulmamalıydı.

kuzey ırak'ta girişilen en son askeri harekattan çıkan yeni sonuç artık televizyon ekranlarında ceset gösterildiği için üzülmemek değil, gösterilmediği için üzülmek. yıllardır süren savaşın ta hücrelerimize kadar işlemiş zehiriyle kafaları iyice afyonlanmış olan bazıları kuzey ırak'ın işgali sırasında yeterince ceset ele geçirilemediği için bu askeri harekatın başarısından şüpheye düşüyor, kederleniyor, bu üzüntülerini de soğukkanlılığını hızla kaybetmekte olan kamuoyu önünde dile getiriyor, sorular soruyor.

bütün bir kültürün insani değerlerinin ayaklar altına alındığı, binlerce yıldır birlikte dostça kardeşçe aynı topraklarda yaşayan türklerle kürtlerin ağır ağır ve sinsice bir kardeş kavgasına itildiği bir noktadayız.

merkezi bir mantığın olmadığı zamanlarda anadolu'nun tasavvufi şairleri açıklamaktan çok ima etmeyi severlerdi.

devletçe işlendiği herkesçe bilinen "faili meçhul" cinayetler, bir kangren halini almış ve bütün bir kültürü kemiren işkence, karakollarda alelade bir olay haline gelmiş dayak, kitap yasaklatma, toplatma, yazar ve gazetecileri hapsetme türkiye'nin avrupa'ya yaklaşmasına engel.

devletin pervasızca işlediği insan hakları suçlarını, türkiye'nin siyasetçilerinin, sivil toplumun da desteğiyle bir gün durduracaklarını düşünmek çok mu hayalperestlik? batı'dan en lüks tüketim maddelerini almakla, en pahalı batı kıyafetlerine ve parfümlerine sahip olmakla övünen ve batılı olmakla gururlanan yüksek türk burjuvaları işkencenin alışkanlık olduğu bir ülkede yaşamaktan ne zaman utanacaklar? türk olan ve kürtlerin tarihi konusunda yazdığı kitaplar yüzünden on beş yıldır hapiste yatan ismail beşikçi için hepimiz ne zaman suçluluk duymaya başlayacağız da sesimizi yükselteceğiz? batılılaşma ne zaman ruhsuz bir makineleşme ve tüketme isteğinden çok eleştirel düşünce ve hoşgörü olarak anlaşılacak? aşikar bir haksızlığa tanık olduklarında, türk vatandaşları polis dayağı, asker yasağı ve devlet korkusundan önlerine bakıp fısır fısır konuşacaklarına, ne zaman başlarını kaldırıp açıksözlülükle itiraz edebilecekler?

faili meçhul cinayetlere, mafya benzeri ölüm ve uyuşturucu çetelerine bulaşmış eski polis şefleri itibar kazanmak için siyasal islam'a karşı atatürkçü havaları atıyorlar.