8.07.2014

ekmek arası

charles bukowski


durgun sular derin olur.

birkaç yıl önce dinle ilişkimi kesmiştim. gerçek olduğunu varsayarsak insanları aptallaştırıyor veya aptalları çekiyordu. gerçek değilse, aptallar daha da aptaldılar.

peki, tanrı, diyelim ki varsın. bu çıkmaza sen soktun beni. beni sınamak istiyorsun. bir de ben seni sınayayım, ne dersin?

birine ihtiyaç duyuyordu insan. etrafında öyle biri yoksa onu sen yaratmak zorundaydın. olması gerektiği gibi birini yaratırdın. insanın kendini aldatması, hile yapması gibi bir şey değildi bu. aksini yapmak, etrafında baron gibi biri olmadan yaşamak kendini aldatmak olurdu.

başka birinin gerçeği sizin de gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir.

kitapların yanlış olabilecekleri aklına bile gelmiyordu. veya aslında önemli olmadıkları.

bir ahmak bağışlanabilir çünkü sadece bir yönde gider ve kimseyi aldatmaz.

neden hep kötü ile daha kötü arasındaydı seçimlerimiz?

güzeldiler. yetişkinler gibi değildiler. gülebiliyorlardı. gülünecek şeyler vardı. şefkat göstermekten korkmuyorlardı. yaşamın, yaşamdaki şeylerin bir anlamı yoktu, d.h. lawrence biliyordu bunu. sevgi gerekiyordu; ama insanların kullandıkları ve kullanıldıkları türden bir sevgi değil. d.h. biliyordu bunu. dostu huxley entelektüel gevezenin biriydi; ama ne harikulade bir gevezeydi. sürekli kazıyıp duran beyni ile g.b. shaw’dan çok daha iyiydi. shaw’ın işlenmiş mizahı bir işe dönüşüyordu sonunda, ona yük oluyor, gerçekten bir şeyler hissetmesini engelliyordu. parlak dili bir süre sonra sıkıyor, beyni ve duyguları kazıyordu.

ikisi de hak ettiklerini elde etmişlerdi. bense yaşamın yeşil okyanusunda yüzen elli sentlik bir bok parçasıydım.

sorun seçimlerini hep iki kötü arasında yapmak zorunda kalmandaydı ve seçimin ne olursa olsun bir parçanı daha kesiyorlardı. kesecek bir şey kalmayana dek. insanların çoğu yirmi beş yaşında mahvolmuştur. araba süren, yemek yiyen, çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapılabilecek en kötü şekilde yapan götlerden oluşmuş bir toplum.

ilgi duymuyordum. hiçbir şeye ilgi duymuyordum. nasıl kaçabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. bende bir eksiklik vardı belki de. mümkündü. sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. onlardan uzak olmak istiyordum. gidecek yerim yoktu ama. intihar? tanrım, çaba gerektiriyordu. beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.

şans eseri kazanmıştım, heyecanlanacak kadar umursamamıştım.

vitrinden uzaklaşıp yürüdüm bir süre. bulvara gelmeden hemen önce kaldırımdan indim ve ayağımın dibinde geniş bir yağmur gideri gördüm. dünyanın bağırsaklarına inen koca bir kara ağız gibiydi. elimi cebime sokup madalyayı çıkardım, boşluğa bıraktım. doğru içine gitti. karanlıkta kayboldu.

bir işi bedava yapacak birini bulursan, ortalıkta dolanmaktan başka bir işe yaramayan biri çıkar karşına.

orkestra çalmaya başladı, kızlarla oğlanlar dans ediyorlardı yine. önce altın sarısı, sonra kırmızı, mavi, yeşil ve tekrar altın gölgeler saçan ışıklar dönmeye başladı. onları izlerken, birgün benim dansım başlayacak, dedim kendi kendime. o gün geldiğinde onlarda olmayan bir şeye sahip olacağım.

sorun çinlilerin çok fazla olmalarında. bir çinliyi öldürdüğün zaman ortadan ikiye bölünüp iki çinli olur.

sonra tahammül edilmez oldu benim için. nefret ettim onlardan. güzelliklerinden, sorunsuz gençliklerinden nefret ettim. sihirli ışıkların altında birbirlerine sarılmış dans ederken kendilerini çok iyi hisseden bu, geçici olarak şanslı, zedelenmemiş küçük çocukları izlerken onlardan nefret ettim çünkü henüz bende olmayan bir şeye sahiptiler ve kendi kendime sürekli, bir gün ben de sizin kadar mutlu olacağım, göreceksiniz, diyordum.

iftihara geçen öğrencilerin diplomaları önce verilecekti. çağrıldıkça geliyorlardı. abe mortenson’ın adı okundu. diplomasını aldı. alkışladım.
- nasıl bir geleceği olacak? diye sordu jimmy.
- bir yedek parça fabrikasında mali müşavir. california’da, gardena yakınlarında.
- ömür boyu tek iş.. dedi jimmy.
- ömür boyu tek kadın, diye ekledim.
- abe asla mutsuz olmayacak..
- veya mutlu.
- sadık bir adam.
- bir süpürge.
- bir ceset..
- pısırık.

ne yıpratıcı yıllardı onlar.. yaşama isteği ve gereksinimi ile dolu olup yapamamak.

tekdüze yerlerde çabuk yayılır haberler.

hocalar, cümle başlarında da “nazi” kelimesini küçük “n” ile yazmamızı söylüyorlardı sürekli.

demokrasinin zayıf noktalarından biri halk oylamasının, seçildikten sonra bizi önceden kestirilebilir ve sıradan bir duygusuzluğa götürecek sıradan bir başkanı kaçınılmaz kılmasıdır.

bir yerde, insanın gerçekten inanmadığı ve anlamadığı bir tezi savunurken daha inandırıcı olabileceğini okumuştum, bu da hocalara karşı bayağı avantajlı kılıyordu beni.

iyi savaşlar veya kötü savaşlar yoktur. savaşta kötü olan tek şey kaybetmektir. bütün savaşlar her iki tarafın da doğru bulduğu nedenlerden çıkmıştır. kimin haklı veya haksız olduğu değildir mesele, kimin daha iyi generallere, daha üstün bir orduya sahip olduğudur.

her kılı özenle kesilmiş bıyığı olan birine asla güvenme..

hayatım boyunca örümcek ağlarına takılmıştım o semtte. karatavukların saldırısına uğramış, babamla yaşamıştım. her şey biteviye kasvetli, hüzünlü ve lanetliydi. hava bile küstah ve kancıktı. ya haftalarca dayanılmaz sıcak olurdu ya da yağmur yağardı, beş altı gün, kesintisiz. bahçe suları taşıp evlere girerdi. kanalizasyon sistemini planlayan bu konudaki bilgisizliği için hatırı sayılır bir para almış olmalıydı.

ve benim durumum doğduğum günkü kadar kötü ve hüzünlüydü. tek fark, istediğim sıklıkta olmasa bile arada sırada içki içebilmekti. insanın kendini sonsuza dek sersem ve yararsız hissetmesini engelleyen tek şeydi içki. onun dışındaki her şey insanı sürekli gagalayıp deliyordu. ve hiçbir şey ilginç değildi. insanlar kısıtlayıcı ve tedbirliydiler, aynıdyı hepsi. ve bu götlerle ömrümün sonuna dek yaşamak zorundaydım. tanrım, hepsinin kıç delikleri, seks organları, ağızları ve koltuk altları vardı. sıçıyor ve konuşuyorlardı ve at boku kadar can sıkıcıydılar. kızlar uzaktan iyi görünüyor, güneş elbiselerinde ve saçlarında parlıyordu. ama yakınlaşıp ağızlarından akan beyinlerini dinleyince silahlanıp yeraltına gizlenmek istiyordum. mutlu olmayı asla beceremeyecek, asla evlenemeyecek, çocuk sahibi olamayacaktım. allah kahretsin, bulaşıkçı bile olamıyordum.

yoksul bir adamın evine asla para götürme. o iki kuruşunu kaybedebilir. ama öte yandan yanındaki paranın tümünü kazanması matematiksel bir olasılıktır. para ve yoksul biri söz konusu olduğunda yapman gereken onları birbirine fazla yaklaştırmamaktır.

hayat yoktu hiçbir yerde, ne bu şehirde, ne bu yerde, ne de bu yıldırıcı varoluşta..

savaş.. bakirdim henüz. bir kadının ne olduğunu bile öğrenemeden tarih uğruna paramparça olmayı düşünebiliyor musunuz? veya bir otomobil sahibi bile olamadan. kimi savunacaktım? başkasını. sikinde bile olmadığım başka birini. savaşta ölmek savaşların çıkmasını engellemiyordu.

yaşamlarını sürekli kampüste geçiren manyaklar vardı. üniversite yaşamı yumuşak ve gerçeklerden uzaktı. dışarda, gerçek dünyada seni nelerin beklediğinden söz etmiyorlardı. beynini teorilerle dolduruyor, kaldırımların ne kadar sert olduğunu söylemiyorlardı. üniversite tahsili insanı sonsuza dek mahvedebilirdi. kitaplar yumuşatıyordu insanı. kitabını bırakp sokağa çıktığında kitapların sana söz etmedikleri şeyler bilmek zorundaydın.

balık gibi düz herifin biriydi bu monty. tek iyi yanı bir şey sorulmazsa konuşmamasıydı.

insanlardan uzak bir sığınak bulmalıydım kendime. sefilhane iğrençti. sıradan bireyin yaşamı sıkıcı, ölümden de beterdi. başka çarem yoktu. eğitim bir tuzaktı sadece. aldığım azıcık eğitim beni daha şüpheci yapmıştı zaten. doktorlar, avukatlar, bilim adamları, neydi bunlar? bireysel davranış ve düşünme özgürlüğünü kaybetmiş insanlar. barakama dönüp içtim.

karyolama oturup kendime bir içki koydum. kapımı açık bırakmıştım. şehrin gürültüsüyle beraber ay ışığı sızıyordu odama: müzik dolapları, otomobiller, küfürler, köpek havlamaları, radyolar.. hep beraberdik. aynı bok çukurunun içindeydik hepimiz. kaçış yoktu. zamanı geldiğinde sifonumuz çekilecekti.