şükrü erbaş
kaşlarının arasından dedesinin parmağını sallaya sallaya konuşan genç adam, hücrelerine sinmiş binlerce yılın şiddetini bir cerahat gibi kusuyordu: "özgürlük öyle iyilikle, sözle, kitapla öğrenilmez. kafasına kafasına vurmadan kimseye özgürlüğü öğretemezsiniz." bir saattir okuduğun şiirlerin içinden polis köpekleri geçiyor, bayram demeçleri veriyor, beden pazarları geçiyor, bayrak törenleri geçiyor, baba korkuları geçiyor, din tellakları geçiyor, öğretmen parmakları geçiyor, karakol çığlıkları geçiyor. "iyi ama senden bir fazla vuran geri alır o özgürlüğü" diyecek oluyorsun, genç adam, bıyıklarını yiyerek bitiriyor tartışmayı: "siz pasifistsiniz!"
kalpazanlar öğüt veriyor: "paranızı sevin." daha aşağılık olanı mı? halkın bunu, kendisine verilmiş bir değer sayması.
herkesin, ötekini küçülterek kendisini ancak sevdiği, hükümsüz varlığını bu dünyaya bir bağış saydığı, böylece "en büyük" olduğu bu ezik coğrafyada, 10 yaşındaki perçem, ilk insanın gözleriyle soruyor öğretmenine: "annem balkan göçmeni, babam kürt. ulus; dil, tarih, gelenek ve coğrafya birliğiyse öğretmenim, ben kim oluyorum?" bütün bildikleri ağzında pelte pelte, sesi kalbine zehir, bir tıkanmayı fısıldıyor zehra öğretmen: "sen, geleceğin güzelliğisin perçem; erken bir güzellik. bu yüzden yalnızsın bugün; bu yüzden acı."
bulut. yaprak püseni. ay penceresi. sabaha çıkmış çiy. kekeme tül. çocuk kokusu. uyanmamış yol. bir gecikmiş zaman. varla yok arası geldi. rüzgarlı bir göl, gülümsedi usulca. ya önüne, ya uzaklara bakıyor. bütün sözcükler çırılçıplak. sesinden korkuyorsun. güneşi çoğaltıp duruyor. kalbin ter içinde. zaman, bir büyü imgesi. ikiniz de dokunmayacaksınız. herkes gidip bir anıya gözyaşı olacak. kim ne kadar sustuysa, o kadar sürecek ötekinde. diplerde bir batık, ışıyıp duracak.
her harfi ayrı şiddet, dağlara kazılmış pek çok yazı gördün kürt illerinde; "devletin bölünmez bütünlüğü" üstüne. midyat-mardin yolu üzerindeki şu yazı daha ne kadar kanayacak, kürtlerden çok sen utanıyor, sen merak ediyorsun: "teslim ol!"
gözündeki tik diline vuralı çok oluyor. burnu çenesine kadar düştü ama saçları hala simsiyah. alayın anlamını tüketen yüz felcine dönmüş bir gülümsemeyle bakıyor yüzümüze. ihtirasın tanımına her gün yeni bir ekleme yapıyor. hayatımızdan eksilen ne varsa o dolduruyor yerini. biricik olduğuna çok erken inanmış bir doyumsuz. bir yön iğdişi. tek pusulası karısı. bütün başarısı, kapattığı her kapıya bir "uzlaşı" tabelası asmak. siyaset kuramlarının alanını tüketen bir siyasi vaka olarak, psikolojiye boyutlar kazandırıyor şimdilerde.
onu biz seçmedik. onu bize seçtiler.
"nereye bakarsam bakayım, sen uzaklaşıyorsun." sustun. bir acı bilgi bu. yalnız gitmediğini, onun da yalnız kalmadığını nasıl anlatacaksın? zamanı nasıl göstereceksin?
hareketlerin dışında. duygusunu tüketmiş zamanların. sitemlerini çekmiş. her şeye birden bakıyor. söz, kalbine yük çoktandır. gelen herkesle biraz daha tenha. perdeleri atmış camlardan. eşikler gülünç. bütün hazinesi kahverengi lekeler. bir ağaç kaderi, yol kenarlarında. ölümü tüketen bir yalnızlık.
kaç ayrılık terbiye eder seni, ey gölgesiz kalabalık!