nazım hikmet
nasıl kaçtığımı mı öğrenmek istiyorsun verusya? sizin akademisyen pavlov yoldaş yardım etti bana. evet, bu gerçekten de çok ilginçtir. hapisten çıktıktan sonra iki kere beni öldürme girişiminde bulundular. ilkinde otomobille ezmek istediler. çok bilinen polis olayı; belki de rastlantıdır diye düşündüm yine de. küçük bir kuşku kaldı sadece. fakat tanıdıklarım uyarmaya başladılar beni. bir gün, büyük bir tüccarın karısı, bizim partiden bir hanım, hapiste olduğum için askerlik yükümlülüğümü yerine getirmediğim gerekçesiyle askere çağrılacağımı öğrenmiş. böylece, beni bir sınır birliğine gönderir, orada da sınırı geçmeye kalkıştığım bahanesiyle öldürtebilirlerdi. ya da askere çağırıp anadolu'da hizmete göndererek orada ağır koşullardan, ayazdan ölmemi beklerlerdi. işin şakası yoktu artık. ciddi olarak bir çıkış yolu aramaya başladım.
parti, ülkeden ayrılmam gerektiğine karar verdi. ama nasıl? arkamda beni adım adım izleyen 7 polis vardı. 24 saat nöbet tutuyorlardı; ciple evimin önüne kadar geliyorlardı sık sık. başlangıçta hiçbir şey gelmiyordu aklıma. ve tam ümitsizliğe kapıldığım anda pavlov'u ve onun refleksler kuramını anımsadım. saati saatine yaşamaya başladım, hem de öylesine şaşmaz bir düzenle ki, hayal bile edemezsin. her gün aynı saatte kalkıyor, dakikası dakikasına aynı zamanda pencereyi açıyor, bunu yaptıktan tam 15 dakika sonra evden çıkıyor ve hep aynı tramvaya biniyordum. hapishaneden çıktıktan sonra hem yönetmenlik yaptığım hem de yabancı filmlerin türkçeye çevrilmesiyle uğraştığım sinema stüdyosunun kapısından tam tamına tasarladığım saatte giriyordum. ve yine tam tamına belirlediğim saatte öğlen yemeği için aynı lokantaya gidiyor, böylece tüm günümü sabahtan geceye kadar böylesine belirlenmiş saatlere göre yaşıyordum. 6 ay bu düzeni bozmadan yaşadım ve 'koruyucularım' da çok çabuk benimsediler bunu.
iki yoldaşım kaçacağım günü belirlediğinde her zamanki gibi yedide değil de dörtte kalktım. rahatça geçtim uyuyan polislerin yanıbaşından. öylesine rahat uyuyorlardı ki ruhları bile duymadı. yolumu önceden belirlemiştim. beyoğlu'ndan geçip boğaz kıyısına vardım. tarabya oteli'nin önüne geldim. onun önündeki iskeleye çıktım. genç akrabam refik [erduran] motorlu sandalıyla gelmiş, dikkati çekmemek için açıkta tur atıyordu. varna'ya kadar yetecek benzini, hızımızı, her şeyi hesap etmişti. hatta sandalın oturulacak yeri, alabora olursak cankurtaran simidi olarak kullanabilelim diye mantardandı. göze çarpmadan aralarından geçip gidebilmek için boğaz'dan karadeniz'e gemilerinin hareketlerinin başlamasını bekledik. sonra, büyük gemilerin arkasına takılarak karadeniz'e çıkmayı başardık. doğal olarak korkunç bir gerginlik içindeydik. türk savaş gemilerine görünmekten ya da öngörmediğimiz bir şeyle karşılaşmaktan korkuyorduk. fakat bu arada bir gemi gördük. önce ürktüm, bizim bir gemimiz ya da bir amerikan gemisi olabilir! yaklaştık ve 'plehanov' adını okudum geminin üstünde. latin harfleriyle yazılmıştı. plehanov'u pek sevmem; ama yine de, herhalde burjuva olamaz diye düşündüm. yönümüzü ona çevirdik. çok geçmeden onlar da gördüler bizi. neredeyse, bordo bordoya gelmiştik. yavaşlamalarını işaret ediyorduk; ama onlar tam yol ilerlemeye devam ediyorlardı. bir süre sonra geride kalacaktık. adımı haykırıyordum onlara: 'komünist, türk! şair! nazım hikmet'im ben!' önce, bağırarak uzaklaşmamızı istediler, sonra anladılar; beni selamlıyorlar, el sallıyorlar; ama bir türlü gemiye almıyorlardı. meğer romen gemisiymiş. 'ben nazım hikmet'im!' diye bağırıyordum, sonra da düşündüm; belki de beni tanımıyorlardı. ama gözlerinin önünde kırık dökük bir motorla her an denizin karanlık sularında kaybolup gidebilecek bir insanı almamalarına bir türlü anlam veremiyordum. bana: 'nazım hikmet yoldaş, bekleyin biraz, sizi alacağız, biraz sabredin!' diye bağırıp duruyorlardı. 'ilgililere sorduk, cevabı bekliyoruz! şimdi sizi alacağız; yani kısa bir süre sonra. biraz daha sabredin.' neredeyse aklımızı kaçıracaktık. neye karar vereceklerini bilmiyorduk. almazlarsa varna'ya gidemezdik artık; benzinimiz yetmezdi. zaman geçiyordu! geminin etrafında dolanıp duruyorduk. ne korkunçtu bu -ölüm gibi bir şeydi! refik: 'onlara para teklif edelim.' dedi. 'olmaz!' dedim. 'bunlar sosyalist gemiciler; rüşvet almazlar!' bir araya gelmişler, heyecanla bağırıyorlar; ama gemiye almıyorlardı işte! durumu hayal edebiliyor musun?
böyle iki saat sürdü. sonra büyük tören havası içinde aldılar beni gemiye, yemek salonuna götürdüler, orada duvarda benim için düzenlenmiş bir duvar gazetesi gördüm. 'nazım hikmet'e özgürlük' yazıyordu. fotoğraflarımla bezenmişti. içten bir sevinçle kutladılar beni, hepsi elimi sıkıyordu falan; dedim ki: 'iyi hoş da anlatın bakalım, ne diye bu kadar uzun süre eziyet ettiniz bana?' anlaşıldı ki, limanlarına, köstence'ye telefon etmişler, amirleri oradan bükreş'i aramış, oradan başka amirler moskova'yı aramışlar. stalin gemiye alınmamıza karar verince de almışlar beni yukarı. işte, bunlar için iki saat süre geçmiş. 'sizler' dedim, 'denizcisiniz! bir adamın yok olup gitmekte olduğunu görüyorsunuz. önce bir kurtarın bakalım. sonra alçağın biri olduğu ya da her nedense canlı kalmaması gerektiği anlaşılırsa yine atarsınız geri; ama böyle olmaz.' kem küm ettiler; ne diyebilirlerdi ki? böylece köstence'ye kadar gittim. oradan bükreş'e ve oradan da moskova'ya. benimle gemiye çıkan refik'le kucaklaşıp vedalaştık. o, istanbul'a döndü.
işte böyle kurtardı benim yaşamımı o cesur adam. hem kayıkla karadeniz'e açıldığımızda hem de daha sonrasında hayatını riske attı benim için. sürekli bana sorup yardım edenin kim olduğunu öğrenmek istiyorlardı. fakat bunu açıklamam olanaksızdı. 'otobiyografi'de bile açıkça yazamadım adını. 'genç bir yoldaşla ölüme birlikte yürümüştük.' yazmıştım sadece. ama eminim, onu andığım dizeleri okuduğunda onu unutmadığımı, yaşamımı kurtardığı için ne kadar şükran duyduğumu anlamıştır. ve lütfen sen de ne dosta ne düşmana, kimseye söyleme onun adını. bu sırrı kendisi açıklayıncaya dek adı sende saklı kalsın.
* nazım hikmet, istanbul'dan moskova'ya kaçışını eşi vera'ya anlatıyor.