18.09.2014

sözün gücü

zülfü livaneli

new york'un brooklyn köprüsü'nde dilenen bir kör varmış. köprüden gelip geçenlerden biri, adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. dilenci 2 dolara zar zor ulaştığını söylemiş. yabancı, bunun üzerine, kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: "tabelaya, gelirinizi artıracak bir yazı yazdım. bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana." dediği gibi bir ay sonra gelmiş. "bayım, size nasıl teşekkür etsem acaba?" demiş dilenci. "şimdi günde 10-15 dolar kadar topluyorum. olağanüstü bir şey. tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?" "çok basit" diye yanıtlamış adam, "tabelanızda, 'doğuştan kör' yazıyordu, onun yerine, 'bahar geliyor ama ben göremeyeceğim' diye yazdım."

bir arzuhalci, çınarın altına sandalyesini atmış, önündeki eski remington daktiloya eser-i cedit kağıdı takmış, derdini anlatan köylüyü dinliyor. zavallı adam, köyde kendisine nasıl zulmedildiğini, topraklarının nasıl elinden alındığını anlatıyor kesik kesik cümlelerle. arzuhalci, "anladım" diyor. "biraz bekle." başlıyor remington daktilonun yıpranmış tuşlarına vurmaya. yazıyor da yazıyor. sayfalar dolusu uzun bir dilekçe. bitirdiği zaman, köylüye okumaya başlıyor. zavallı köylünün nasıl perişan edildiğini, çoluğunun çocuğunun aç sefil kaldığını, aman dilediği kapıların nasıl tek tek yüzüne kapatıldığını okurken gözü köylüye ilişiyor. bakıyor ki zavallı adam başını iki elinin arasına almış, hüngür hüngür ağlamakta. "ne oldu sana böyle?" diye soruyor. "niye ağlıyorsun?" "ben ağlamayayım da kimler ağlasın?" diyor köylü. "baksana, meğer bana neler yapmışlar!"

yıl 1954. erzurum hasankale'de korkunç bir deprem olmuş. cumhuriyet gazetesi'nden genç bir gazeteci bir ay kalıyor deprem bölgesinde. gazetesine izlenimlerini aktarıyor. genç gazeteci, yaşar kemal. yanında sürekli sakıp hatunoğlu isimli genç dolaşıyor. her şeyi birlikte izliyorlar. çadırların içinde donmuş ölüleri, katılaşmış cesetleri görüyorlar. hatta bir gün buz gibi bir çadırda, donmuş bir bebek buluyorlar. yaşar kemal bütün bunları o benzersiz üslubuyla yazıyor, anadolu ağıtlarıyla örüyor ve gazeteye gönderiyor. bir süre sonra istanbul'dan gazeteler geliyor ve yaşar kemal'in yazılarını okuyan sakıp hatunoğlu hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. hele bebek bölümünde iyice artıyor feryadı. yaşar kemal'e dönüp "meğer" diyor, "biz ne korkunç şeyler görmüşüz be usta!"