muriel barbery: tek bir dostunuz olsun; ama onu da iyi seçin.
hermann hesse: yüksek düzeyde bir mizah yeteneğine kavuşmanın başlıca koşulu, kendini bundan böyle ciddiye almamaktır.
marcel proust: kaygısızca kabullenilemeyecek kadar büyük bir utanç yoktur.
pierre assouline: insanın başkalarıyla rastlaşmak için her gün sadece bir avuç saati vardır, fazla değil. bazen birkaç saniye de yeterli olur. geri kalan zaman, insan yapayalnızdır.
jorge luis borges: şiir kitabı çıkarmak, kuyuya bir gül atıp yankısını beklemek gibidir.
albrecht von wallenstein: yüz bin kişilik düzenli bir orduyu yönetmek, on iki binlik milis gücünü yönetmekten daha kolaydır.
franz kafka: insan boş yere kafasını yoruyor. kurtuluş yolu diye bir şey yok.
duygu asena: bütün kadınlar evlenmek için programlanmışlardır. bir erkek onlarla evlenmek lütfunda bulunduğu zaman zevkten ölürler. evlenme teklifi aldıkları gün yaşamlarının en büyük günüdür.
david b. resnik: aldatma, dürüstlüğe oranla daha karlıysa, o zaman neden dürüst olalım ki?
carson mccullers: halk için tek çözüm yolu bilmektir. bir kere gerçeği öğrenir öğrenmez baskı altına alınamazlar artık. yarısı bile bilse gerçeği, tüm savaş kazanılmış demektir.
dave eggers: seyahat ve bebekler var şu dünyada. geri kalan her şey ya angarya ya ölüm.
arthur rimbaud: benden uzak olsun artık bu boş inançlar, bu eski bedenler, bu eşler ve bu yaşanmış yıllar; karaya vurmuş bir çağdır bu çağ!
31.08.2011
29.08.2011
fırtına çiçekleri
aslı erdoğan
fırtınalı havada çakan şimşeğin kurşuni ışığı, bir mine çiçeğine değerse, o çiçek rengini yitirirmiş. 31 aralık. yeni yıl coşkusu her yanı sarmış. bir neşe, bir hafiflik, bir telaş. son dakika alışverişleri, armağanlar, eşe dosta telefonlar, kutlamalar.. sağlık, esenlik, mutluluk dilekleri. sabahın erken saatlerinde acil servis'e getirilen iki genç kızdan 17 yaşında olanı vajinal kanama geçirmekte. 16 yaşındakiyse durmamacasına, denetimsiz biçimde titriyor, kasılıyor, nefes alamıyor, konuşamıyor. sema, ali, ayşe, hüseyin ve diğerleri.. on altı kişiydiler. 26 aralık 1995 günü okullarından, evlerinden alınıp şubeye götürüldüklerinde, çoğu on sekizini doldurmamıştı. biz onları "manisalı çocuklar" olarak tanıdık. korkunç yolculukları, kapısına sonradan "bu işyerinde işkence vardır" levhası asılan binada başladı. insanı kendinden koparıp başka biri yapan yolculuk. zulmün sınır tanımazlığını burada öğrendiler. on bir gün boyunca cehennemi bir uçtan ötekine defalarca kat ederek.
"karanlık bir hücreye kapatılmıştım. belki saatler, belki günler geçti. zaman diye bir şey kalmamıştı. aç ve susuzdum. uyumamı engellemek için sürekli yüksek volümlü mehter marşı çalıyorlardı. beni burada kaybedeceklerini, öldüreceklerini, eşcinsel yapacaklarını söylediler. her gün sorguluyorlardı. bu sırada mehter marşı'nın sesi yükseliyor, bir başka odadan çığlıklar geliyordu."
"ıslak battaniyeye sarıp kabloyu sağ ayak başparmağıma bağladılar. diğer ucunu da cinsel organımda, göbeğimde, göğsümde, dudaklarımda, burun deliklerimde gezdiriyorlardı."
"vücudumu incelediler, biraz elledikten sonra yere yatırdılar, ıslak bir battaniyeye soktular. bağırmaya başladım."
"delirecek gibiydim. nefes almam güçleşiyordu. boğazıma sarılıyor, kafamı havaya kaldırıyor, nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum."
"yüzünü memleketine (izmir) dön deyip makata cop soktular. yere su döküp yalattılar. çığlıklar sanki kulaklarımı yırtıyordu."
"sürekli elektrik veriyor, tekmeliyor, soğuk duşta bekletiyor, en kötüsü sırt üstü betona yatırıp göğsüme buz kalıpları koyuyorlardı."
"onlara, 'siz insan değilsiniz' dediğimi hatırlıyorum. sadece güldüler."
"bağırışların, çığlıkların ardı arkası kesilmiyordu. bir ses bitiyor, bir başkası başlıyordu. sanki binlercemize yapıyorlardı işkenceyi."
bu cümleler, manisalı çocukların başına çöreklenen kabusu, o korkunç, dile gelmez, karanlık gerçeği anlatmaya yetmiyor. üstelik bunca acı ve dehşet karşısında dinleme yetimizi kaybediyor, öykünün bir an önce bitmesi, o kadarla kalması için neredeyse yalvarıyoruz. binlerce çığlık, duyarsız kulaklara erişemeden boğuluyor. insan on beş yaşındaki bir çocuğun çığlığı, "nefes alamıyorum" haykırışı karşısında baş dönmesine yakalanıyor, uçurumun kenarında gözlerini açan bir uyurgezer gibi. her şey anlamsızlaşıyor sanki. dil sapır sapır dökülüyor, koca koca kavramlar çatırdıyor. "iyilik" gibi, "adalet" gibi heybetli sözcükler, kendini madalyalarla donatmış insanoğlunun yüce idealleri, maskelerini indirip arka çıktıkları sahtekarlıklar adına özür diliyorlar. gün ışığına on bir gün sonra döndüler. bitkin, perişan, onulmazca yaralanmış. işkencenin derin izlerini taşımaya yazgılı. bedenleriyle insafsız bir çatışmaya, derin bir kopuşa zorlanmış, benlikleri nefretin her türüyle -ki en kötüsü öznefret- deşilmiş. (dünyanın ağırlığını taşırcasına yürüdükleri gelecek daha sayısız kabus saklıyordu. cezaevi, tüberküloz, duruşmalar, baskılar, tehditler.. tek bir halata tutunan körler topluluğu gibi yek vücut olmuş, işkence yapma haklarını savunan emniyet görevlileri.. bir dalgakıran gibi art arda dev dalgalar yiyen adalet inancı..) çocuklukları bitmişti artık. ilkyaz çiçeklerinin üzerine kar yağmış; parlak, ürkek, saf düşler fırtınada dağılmıştı. "insan" olmanın anlamını öğrenmişlerdi; çok erken, çok korkunç, çok insanlık dışı biçimde. uzun zaman gerekecek, yeniden, taze bir soluk alabilmek, ciğerlere sinmiş boğucu kokudan kurtulmak için, şimşeğin öfkesine yenik düşmemek için. uzun zaman ve yaşama sahip çıkma isteği.
son söz: hiçbir terör eylemine katılmadıkları polis ve savcılık tarafından kabul edilen gençler için getirilen suçlamalar örgüt üyeliği, bildiri dağıtmak, slogan yazmaktı. "tüm halklar kardeştir." "paralı eğitime son" gibi sloganlar.
fırtınalı havada çakan şimşeğin kurşuni ışığı, bir mine çiçeğine değerse, o çiçek rengini yitirirmiş. 31 aralık. yeni yıl coşkusu her yanı sarmış. bir neşe, bir hafiflik, bir telaş. son dakika alışverişleri, armağanlar, eşe dosta telefonlar, kutlamalar.. sağlık, esenlik, mutluluk dilekleri. sabahın erken saatlerinde acil servis'e getirilen iki genç kızdan 17 yaşında olanı vajinal kanama geçirmekte. 16 yaşındakiyse durmamacasına, denetimsiz biçimde titriyor, kasılıyor, nefes alamıyor, konuşamıyor. sema, ali, ayşe, hüseyin ve diğerleri.. on altı kişiydiler. 26 aralık 1995 günü okullarından, evlerinden alınıp şubeye götürüldüklerinde, çoğu on sekizini doldurmamıştı. biz onları "manisalı çocuklar" olarak tanıdık. korkunç yolculukları, kapısına sonradan "bu işyerinde işkence vardır" levhası asılan binada başladı. insanı kendinden koparıp başka biri yapan yolculuk. zulmün sınır tanımazlığını burada öğrendiler. on bir gün boyunca cehennemi bir uçtan ötekine defalarca kat ederek.
"karanlık bir hücreye kapatılmıştım. belki saatler, belki günler geçti. zaman diye bir şey kalmamıştı. aç ve susuzdum. uyumamı engellemek için sürekli yüksek volümlü mehter marşı çalıyorlardı. beni burada kaybedeceklerini, öldüreceklerini, eşcinsel yapacaklarını söylediler. her gün sorguluyorlardı. bu sırada mehter marşı'nın sesi yükseliyor, bir başka odadan çığlıklar geliyordu."
"ıslak battaniyeye sarıp kabloyu sağ ayak başparmağıma bağladılar. diğer ucunu da cinsel organımda, göbeğimde, göğsümde, dudaklarımda, burun deliklerimde gezdiriyorlardı."
"vücudumu incelediler, biraz elledikten sonra yere yatırdılar, ıslak bir battaniyeye soktular. bağırmaya başladım."
"delirecek gibiydim. nefes almam güçleşiyordu. boğazıma sarılıyor, kafamı havaya kaldırıyor, nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum."
"yüzünü memleketine (izmir) dön deyip makata cop soktular. yere su döküp yalattılar. çığlıklar sanki kulaklarımı yırtıyordu."
"sürekli elektrik veriyor, tekmeliyor, soğuk duşta bekletiyor, en kötüsü sırt üstü betona yatırıp göğsüme buz kalıpları koyuyorlardı."
"onlara, 'siz insan değilsiniz' dediğimi hatırlıyorum. sadece güldüler."
"bağırışların, çığlıkların ardı arkası kesilmiyordu. bir ses bitiyor, bir başkası başlıyordu. sanki binlercemize yapıyorlardı işkenceyi."
bu cümleler, manisalı çocukların başına çöreklenen kabusu, o korkunç, dile gelmez, karanlık gerçeği anlatmaya yetmiyor. üstelik bunca acı ve dehşet karşısında dinleme yetimizi kaybediyor, öykünün bir an önce bitmesi, o kadarla kalması için neredeyse yalvarıyoruz. binlerce çığlık, duyarsız kulaklara erişemeden boğuluyor. insan on beş yaşındaki bir çocuğun çığlığı, "nefes alamıyorum" haykırışı karşısında baş dönmesine yakalanıyor, uçurumun kenarında gözlerini açan bir uyurgezer gibi. her şey anlamsızlaşıyor sanki. dil sapır sapır dökülüyor, koca koca kavramlar çatırdıyor. "iyilik" gibi, "adalet" gibi heybetli sözcükler, kendini madalyalarla donatmış insanoğlunun yüce idealleri, maskelerini indirip arka çıktıkları sahtekarlıklar adına özür diliyorlar. gün ışığına on bir gün sonra döndüler. bitkin, perişan, onulmazca yaralanmış. işkencenin derin izlerini taşımaya yazgılı. bedenleriyle insafsız bir çatışmaya, derin bir kopuşa zorlanmış, benlikleri nefretin her türüyle -ki en kötüsü öznefret- deşilmiş. (dünyanın ağırlığını taşırcasına yürüdükleri gelecek daha sayısız kabus saklıyordu. cezaevi, tüberküloz, duruşmalar, baskılar, tehditler.. tek bir halata tutunan körler topluluğu gibi yek vücut olmuş, işkence yapma haklarını savunan emniyet görevlileri.. bir dalgakıran gibi art arda dev dalgalar yiyen adalet inancı..) çocuklukları bitmişti artık. ilkyaz çiçeklerinin üzerine kar yağmış; parlak, ürkek, saf düşler fırtınada dağılmıştı. "insan" olmanın anlamını öğrenmişlerdi; çok erken, çok korkunç, çok insanlık dışı biçimde. uzun zaman gerekecek, yeniden, taze bir soluk alabilmek, ciğerlere sinmiş boğucu kokudan kurtulmak için, şimşeğin öfkesine yenik düşmemek için. uzun zaman ve yaşama sahip çıkma isteği.
son söz: hiçbir terör eylemine katılmadıkları polis ve savcılık tarafından kabul edilen gençler için getirilen suçlamalar örgüt üyeliği, bildiri dağıtmak, slogan yazmaktı. "tüm halklar kardeştir." "paralı eğitime son" gibi sloganlar.
göçebe
cemal süreya
sen sık sık gülen gülerken de
sevecen bir akdeniz çizgisini
sol yanına ağzının
iliştiren çocuk özenle
yabana mı atıyorum yani seni
yabana mı atıyorum saat altı buçukları
çocuk ve allah'ın en eski baskısını
değil, değil bunların biri
gözlerimin gemileri kuş istiyor
açılıp kapandıkça sevdam
kapanıp açılıyor bir mavi
şahmaran süt istiyor kefeninden
üç aylık ölmüş çocukların
kerem ile arzu geliyor aslı ile kanber
ay kana kana batıyor
ay kana kana batıyor
eşkıyalar gecenin yangınını izliyorlar uzakta
kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir otobüsteyim
jandarma daima nesirde kalacaktır
eşkıyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine
ve bu dağlar böyle eşkıya güzelliğini taşıdıkça
patronunun karısını zimmetine geçirip
amasya'dan kars'a kaçmakta olan bir sayman yardımcısıyla
alevilikten konuşuyoruz uzun süre
yanındaki hep bir gazetede marilyn monroe'nun resimlerine bakıyor
marilyn monroe öldü diyorum ona
ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi
şimdiyse cennette nietzsche'nin metresi olması gerekir
bunları diyorum daha ne varsa diyorum
işte hiçbir sebep olmadığını sevişmemeye
işte çocukluğumdan beri içimde bir önsezi olduğunu
bunun bir gün birine rastlamak gibi bir şey olduğunu
belki de bir günler bunun için aydın'da bulunduğumu
zaten nedense hep bir şehirden bir şehre yolcu olduğumu
işte eflatun kakalı çocuklar olduğunu kütahya'da
ankara'da dokunak yozgat'ta becerik olduğunu
van'da güreşçi develer gibi süslediklerini kamyonları
istanbul'da minarelerin lirik olduğunu köprülerinse diyalektik
acemi bir bulut bozuyor bütün görüntüyü eski bir şarkı gibi
bu şarkıyı ne zaman duysam aklıma
sinirli bir elin uysal bir bardağa
çok yukardan döktüğü bir içki gelir
sonsuz ve olağanüstü bir bira
köpüklene köpüklene biçimlendirir
soyunarak ağlayan bir kadını
acı bilincinde sonrasızlığın
ama bırakalım bırakalım bunları
yoldan piyade erleri geçiyor tahta bavullarıyla ve büyük yakalarıyla
ve faytoncular görüyorum
yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için
tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren
kars'tayım bu ne biçim kars bir kenarda
pekala yalçınlık iddiasında bulunabilecek bir tepenin üstünde
kars kalesi yükseliyor
gökyüzünü ankara kalesine göre daha soyut ve daha elverişli bir şekilde
hırpalayan bu kale de olmasa
n'olacak bakalım hırpalayan bu kale de olmasa
kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk
biliyorsun ben hangi şehirdeysem
yalnızlığın başkenti orası
bir de yine sevgili çocuk
biliyorsun kişi tutkularıyla
yalnızlığını adlandırıyor o kadar
arkada bir su devrile devrile akıyor
rasgele bir ağaca soruyorum
bir şey var sanki onu soruyorum
değil orda diyor belki biraz daha ilerde
tanrı meleğini ağırlamaya çalışan
ataerkil bir aile gözümü alıyor
dedelerin yüzlerinde erozyon
silip götürmüş bütün evetleri
annelerinse ağızlarında hiyeroglif
babalarınsa ağustoslar atasözleri
amcalarınsa avdan boş dönüyor elleri
teyzelerse elleriyle yargılıyor gök güzelliğini
ablalarınsa boyunları soru işareti
ağabeylerse utançlarından emrah
sıralanmışlar su boylarına
bıçakla soyuyorlar kelimeleri
ya suya giden küçük kızlar
onlar
tıpkı o kuşlar gibi
uçan daha bir süre
sonra da vurulduktan
bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur anadolu şiiri
ey şiir arayıcısı ey esrik kişi
şu son dönemecini de aşınca gecenin
doğacak gün artık gündüze ilişkin değil
bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir
bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil
tutsaksan ellerin sıvışır gider zincirlerinden
ve balyozla vursalar mısralarına
soylu bir demir sesi yükselir
soylu büyük ve mavi bir demir sesi
ellerim gece yatısına çağrılmış
ve
telaşsız görünmeye çalışan bir kafka gibi
yüzüm giyotine abone
27.08.2011
hırsızlık
thomas more
hırsızlara uygulanan idam cezası aslında hiçbir hukuka sığmaz, kamuya da pek yararı yok. çünkü hırsızlık yapandan intikamınızı bu kadar zalimce aldığınız halde, insanları hiçbir şekilde bu işten vazgeçiremiyorsunuz. adi hırsızlık bir insanın kellesini uçuracak kadar büyük bir suç sayılamaz; geçimini bir şekilde karşılayamayan insana ne kadar büyük ceza verirseniz verin onu hırsızlıktan alıkoyamazsınız. hırsızlık yapana ağır ve korkunç cezalar vermeden önce, insanlara yaşamlarını idame ettirecekleri imkanlar sunarsanız, hiç kimseyi ölümü bile göze almak pahasına hırsızlık yapmak zorunda bırakmazsanız, sonuçta kazançlı çıkan yine siz olursunuz.
bir hırsızın ya da bir katilin eşit şekilde cezalandırılmasının toplum için ne denli yanlış ve ne denli zararlı olacağını bilmeyen yoktur. çünkü bir hırsız hırsızlığa mahkum olmanın katilliğe mahkum olmak kadar tehlikeli olduğunu bilirse, sadece parasını çalıp kaçacağı adamı bu kez bir de öldürecektir. çünkü nasıl olsa yakalandığında çok daha büyük bir tehlikeyle karşılaşmayacaktır; hatta cinayet onun için daha büyük bir güvencedir; çünkü olayın tek tanığı ortadan kalkınca işlenen suçu gizleme olasılığı da artacaktır. demek ki biz hırsızların gözünü bu kadar acımasızca korkutalım derken, aslında onları masum insanları katletmeye sürüklüyoruz.
hırsızlara uygulanan idam cezası aslında hiçbir hukuka sığmaz, kamuya da pek yararı yok. çünkü hırsızlık yapandan intikamınızı bu kadar zalimce aldığınız halde, insanları hiçbir şekilde bu işten vazgeçiremiyorsunuz. adi hırsızlık bir insanın kellesini uçuracak kadar büyük bir suç sayılamaz; geçimini bir şekilde karşılayamayan insana ne kadar büyük ceza verirseniz verin onu hırsızlıktan alıkoyamazsınız. hırsızlık yapana ağır ve korkunç cezalar vermeden önce, insanlara yaşamlarını idame ettirecekleri imkanlar sunarsanız, hiç kimseyi ölümü bile göze almak pahasına hırsızlık yapmak zorunda bırakmazsanız, sonuçta kazançlı çıkan yine siz olursunuz.
bir hırsızın ya da bir katilin eşit şekilde cezalandırılmasının toplum için ne denli yanlış ve ne denli zararlı olacağını bilmeyen yoktur. çünkü bir hırsız hırsızlığa mahkum olmanın katilliğe mahkum olmak kadar tehlikeli olduğunu bilirse, sadece parasını çalıp kaçacağı adamı bu kez bir de öldürecektir. çünkü nasıl olsa yakalandığında çok daha büyük bir tehlikeyle karşılaşmayacaktır; hatta cinayet onun için daha büyük bir güvencedir; çünkü olayın tek tanığı ortadan kalkınca işlenen suçu gizleme olasılığı da artacaktır. demek ki biz hırsızların gözünü bu kadar acımasızca korkutalım derken, aslında onları masum insanları katletmeye sürüklüyoruz.
25.08.2011
berlin alexanderplatz
bu dünyada hiçbir şeyden fayda yok.
her şeyin bir vakti vardır: boğulmak ve iyileşmenin, yıkılmak ve güçlenmenin, ağlamak ve gülmenin, yas tutmak ve dans etmenin, aramak ve kaybetmenin, parçalanmak ve kenetlenmenin bir vakti vardır.
bir gemi büyük bir çapa olmaksızın sıkıca bağlanamaz. bir insan başkaları olmaksızın var olamaz.
insana akıl ve mantık verilmiştir; ancak hayvanlar güdülür.
hep böyle olur işte: insanlar karşılaşır, birbirlerini tanımaya başlarlar; sonra da bir gün her şey biter.
pişmanlık duyan bir günahkar 999 doğrucudan daha değerlidir.
dünyadaki her şey şekerden yapılmamıştır.
bir çiftin cinsel hayatını bir kontratla düzenlemeye kalkmak ve kanunen belirlenmiş evliliğe ait yükümlülüklerini zorla kabul ettirmek düşünebileceğiniz en berbat ve aşağılayıcı bir çeşit kölelik şeklidir.
insanoğlu çirkin bir hayvandır; tüm düşmanların düşmanı, yeryüzündeki en iğrenç yaratıktır.
her başlangıç zordur; ama başlamadan bitişe asla ulaşamazsın.
insan ne düşünür ki? şuna inanabilirsin, buna inanabilirsin; fakat gerçeklik gerçek değildir. sürekli değişir. bir gün şudur, başka bir gün, başka bir şey.
her şeyin bir vakti vardır: boğulmak ve iyileşmenin, yıkılmak ve güçlenmenin, ağlamak ve gülmenin, yas tutmak ve dans etmenin, aramak ve kaybetmenin, parçalanmak ve kenetlenmenin bir vakti vardır.
bir gemi büyük bir çapa olmaksızın sıkıca bağlanamaz. bir insan başkaları olmaksızın var olamaz.
insana akıl ve mantık verilmiştir; ancak hayvanlar güdülür.
hep böyle olur işte: insanlar karşılaşır, birbirlerini tanımaya başlarlar; sonra da bir gün her şey biter.
pişmanlık duyan bir günahkar 999 doğrucudan daha değerlidir.
dünyadaki her şey şekerden yapılmamıştır.
bir çiftin cinsel hayatını bir kontratla düzenlemeye kalkmak ve kanunen belirlenmiş evliliğe ait yükümlülüklerini zorla kabul ettirmek düşünebileceğiniz en berbat ve aşağılayıcı bir çeşit kölelik şeklidir.
insanoğlu çirkin bir hayvandır; tüm düşmanların düşmanı, yeryüzündeki en iğrenç yaratıktır.
her başlangıç zordur; ama başlamadan bitişe asla ulaşamazsın.
insan ne düşünür ki? şuna inanabilirsin, buna inanabilirsin; fakat gerçeklik gerçek değildir. sürekli değişir. bir gün şudur, başka bir gün, başka bir şey.
24.08.2011
otlakçı
memduh şevket esendal
aslını sorarsanız, marifet, hayatın içinde hayata uymayan bir şeydir.
evlilik ne tuhaf! kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak. sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar! işte bu oda onun kızlık odası. kanepenin üstünde bir de erkek uyuyor, herkes de biliyor! bu odanın nesi değişmiş? yalnız şu perdenin arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki. başka? hiç.. ya bu adam kim?
git derdini marko paşaya anlat!
ev içinde ev kurmak olmaz.
insan söz bulamayınca ne olsa söyler. bazen saçma bile söylediği olur; ama nasıl saçma, ne ucu var ne bucağı. salkım saçak. bir defa da saçmaya başlayınca, uzadıkça uzar. bu şimendifer yolu gibi.
yeryüzü karanlık, yaşamak da acı!
esendal adı, 1946 yılında ayaşlı ile kiracıları romanı ödül kazanmasaydı, ilgi uyandırmayacaktı. ittihatçıların bu gölge adamı, m.ş., m.ş.e., mustafa yalınkat, mustafa memduh, m. oğulcuk gibi çeşitli imzalar kullanarak yazınımızın da gölge adamı olmak istedi.
aslını sorarsanız, marifet, hayatın içinde hayata uymayan bir şeydir.
evlilik ne tuhaf! kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak. sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar! işte bu oda onun kızlık odası. kanepenin üstünde bir de erkek uyuyor, herkes de biliyor! bu odanın nesi değişmiş? yalnız şu perdenin arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki. başka? hiç.. ya bu adam kim?
git derdini marko paşaya anlat!
ev içinde ev kurmak olmaz.
insan söz bulamayınca ne olsa söyler. bazen saçma bile söylediği olur; ama nasıl saçma, ne ucu var ne bucağı. salkım saçak. bir defa da saçmaya başlayınca, uzadıkça uzar. bu şimendifer yolu gibi.
yeryüzü karanlık, yaşamak da acı!
esendal adı, 1946 yılında ayaşlı ile kiracıları romanı ödül kazanmasaydı, ilgi uyandırmayacaktı. ittihatçıların bu gölge adamı, m.ş., m.ş.e., mustafa yalınkat, mustafa memduh, m. oğulcuk gibi çeşitli imzalar kullanarak yazınımızın da gölge adamı olmak istedi.
yeni şiirler
nazım hikmet
çınarı yıkmak için
vururlar baltayı köküne
evi yakmak için
kundağı temele sokarlar
kartal uçamaz olur
kesilince kanadı
sözüm size fransızlar
"fransa'dan bana ne" demiyorsanız
ve yarın
hürriyetin ölüsünü omzunuzda taşıyarak
bir daha da geri dönmemek üzere
tankların peşince gitmek istemiyorsanız
bırakmayın
dokunmasınlar komünistlere
***
dünyada kiracı gibi değil
yazlığına gelmiş gibi de değil
yaşa dünyada babanın eviymiş gibi
tohuma, toprağa, denize inan
insana hepsinden önce
bulutu, makinayı, kitabı sev
insanı hepsinden önce
kuruyan dalın
sönen yıldızın
sakat hayvanın
duy kederini
ama hepsinden önce de insanın
sevindirsin seni cümlesi nimetlerin
sevindirsin seni karanlık ve aydınlık
sevindirsin seni dört mevsim
ama hepsinden önce insan sevindirsin seni
***
komünistler, bir çift sözüm var size
ister devlet başında olun, ister zindanda
ister sıra neferi, ister parti katibi
lenin girebilmeli her zaman, her mekanda
işinize, evinize, bütün ömrünüze
kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi
bakmasını bilemezsen
ağaç bile dikme
elinde kuruyan ağaç
dert olur adama
yüzmek suda öğrenilir, diyeceksin
doğru
doğulursan
bir sen boğulursun ama
istiklal otobüs değil ki
birini kaçırdın mı öbürüne binesin
istiklal sevgilimiz gibidir
aldattın mı bir kere
zor döner bir daha
insanın yurdu bir kat daha kendinin olur
toprağına, suyuna karıştıkça kanı
yaşamış sayılmaz zaten
yurdu için ölmesini bilmeyen millet
yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları
bir vapur geçer varna önünden
uy karadeniz'in gümüş telleri
bir vapur geçer boğaz'a doğru
nazım usullacık okşar vapuru
yanar elleri
çok yorgunum, beni bekleme kaptan
seyir defterini başkası yazsın
kubbeli, çınarlı mavi bir liman
beni o limana çıkaramazsın
***
acayipleşti havalar
bir güneş, bir yağmur, bir kar
atom bombası denemelerinden diyorlar
stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete
umuda, hürriyete
kapısını çaldığımız büyük hasrete
kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm
ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz
ya dünyamıza inecek ölüm
***
analardır adam eden adamı
koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın, sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar
ve bir sac mangalın küllerinde
uyanır uykudan büyük istanbul'um
***
içimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın
gitmez gözümden hayali haliç'e inen yolun
iki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış
evlat hasretiyle hasreti istanbul'un
***
memleketim, memleketim, memleketim
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım
son mintanım da sırtımda paralandı çoktan
şile bezindendi
sen şimdi yalnız saçımın akında
enfarktında yüreğimin
alnımın çizgilerindesin memleketim
memleketim
memleketim
***
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
biraz çakılından aldık
biraz da masmavi tuzundan
sonsuzluğundan da biraz
ışığından da birazcık
birazcık da kederinden
bir şeyler anlattın bize
denizliğin kaderinden
biraz daha umutluyuz
biraz daha adam olduk
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
23.08.2011
ii. abdülhamit
salah birsel
"eski roma'nın sezarları, rusya'nın çarları gibi türk'ün tahtında oturan zorba ve zalim bir hükümdarın en korkup çekindiği ve boğmak istediği şey düşünce ve sanattır. düşünce ve sanatın ihtilal ve devrime yeşil ışık tutacak bir kalk borusu, saray ve tahtları yıkacak bir yangın, zalimleri kendi kanlarıyla boğacak bir silah olmasından korkuluyordu. düşünür ve şair! işte onların en amansız düşmanları. bundan dolayıdır ki, halkçılık, ulusçuluk, yurt ve özgürlük üzerine yazı yazılamıyordu. 1897 yılında yunan savaşı ilan olunduğu zaman ben halkçı ve ulusçu ülkümün ilk yapıtını ortaya atmak fırsatını bulmuştum. o zamanlar maarif nezareti'nde "teftiş ve muayene heyeti" vardı. basılacak kitapları bu kurul incelerdi. bunların cellat satırına benzeyen düşünce ve sanat katili kalemlerinden kurtulabilen kitaplar pek azdı. benim ilk yapıtım olan "türkçe şiirler"i bu kurulun başkanı hasip efendi inceledi. değerli bularak bastırılmasına izin verdi. hiç kuşku yok, özgürlük "bir ulusun öldükten sonra dirilmesidir." biz de 10 temmuz'da dirildiğimizi anladık. artık "zorbanın nasibi ya bir mezar, ya zindan" diye şiirler yazabiliyordum. ne yazık ki, bu sevincimiz sürekli olmadı. memlekette yeni karışıklıklar başladı. parti tutkuları ve çekişmeleri çıktı ortaya. ben bozgunculuk yüzünden ulusların bağımsızlıklarını yitirebileceğini yazıyorduysam da kimseler bana mısın demiyordu." (mehmet emin yurdakul)
sultan hamit orta boyludur. bir ulu hakan için orta boy pek övünülecek bir şey değildir ama abdülhamit onu "ortanca dağları ben yarattım." diye kasılmak için kullanır.
gözleri tahrirli yeşildir. daha doğrusu yeşil ile mavi arası eladır. gözlerinin çevresi de az biraz halkalıdır. bakışları -bunu kızı ayşe osmanoğlu söylüyor- zeka ve duygu yüklüdür. saçları, yine bir hakana yakışmayacak biçimde döküktür. yüzü beyazdır. pala gibi eğri ve iri burnu bu soğuk ve solgun yüzü -bunu da bir ingiliz yazarı söylüyor- ikiye ayırır. bedeni ise yüzünden aktır. elleri orta büyüklükte ise de biçimlidir. ayakları da ne küçük ne büyüktür.
"kara tahsin" adıyla ün salmış mabeyin başkatibi tahsin paşa'nın demesine göre, gür ve kalın bir sesi vardır. belleği öyle herkeste bulunmayacak denli güçlüdür. gel gelelim kuramsal bilgi denilen şeyden nasibini hiç mi hiç almamıştır. çağdaş hükümdarlarla karşılaştırıldığında, ondan bilgisizi yoktur. ne ki, yaşam içinde birtakım görgüler, deneyler elde etmiştir ki, bu, onun 33 yıl sanatlı beste ile türkleri inim inim inletmesine yetmiştir.
mehmet akif de abdülhamit'i yaşamı boyunca bir kez -o da meşrutiyet'ten sonra- görmüştür. o gün abdülhamit açık bir arabada meclis-i mebusan'ın açılış töreninden dönmektedir. akif ise mithat cemal ile birlikte, reşit paşa türbesi'nin oralardadır. kızıl sultan'ı görünce sapsarı kesilir. mithat cemal'de telaş:
"hasta mısın?"
"boyalı sakalıyla abdülhamit'in yüzü birdenbire karşıma çıktı. fena oldum."
gelin görün ki, halk geçip giden arabanın arkasından koşmakta, abdülhamit'e alkış tutmaktadır.
akif, mithat cemal'e bu kez şunları fısıldar:
"aman yarabbi, 33 yıl bu. hala alkışlıyorlar."
"eski roma'nın sezarları, rusya'nın çarları gibi türk'ün tahtında oturan zorba ve zalim bir hükümdarın en korkup çekindiği ve boğmak istediği şey düşünce ve sanattır. düşünce ve sanatın ihtilal ve devrime yeşil ışık tutacak bir kalk borusu, saray ve tahtları yıkacak bir yangın, zalimleri kendi kanlarıyla boğacak bir silah olmasından korkuluyordu. düşünür ve şair! işte onların en amansız düşmanları. bundan dolayıdır ki, halkçılık, ulusçuluk, yurt ve özgürlük üzerine yazı yazılamıyordu. 1897 yılında yunan savaşı ilan olunduğu zaman ben halkçı ve ulusçu ülkümün ilk yapıtını ortaya atmak fırsatını bulmuştum. o zamanlar maarif nezareti'nde "teftiş ve muayene heyeti" vardı. basılacak kitapları bu kurul incelerdi. bunların cellat satırına benzeyen düşünce ve sanat katili kalemlerinden kurtulabilen kitaplar pek azdı. benim ilk yapıtım olan "türkçe şiirler"i bu kurulun başkanı hasip efendi inceledi. değerli bularak bastırılmasına izin verdi. hiç kuşku yok, özgürlük "bir ulusun öldükten sonra dirilmesidir." biz de 10 temmuz'da dirildiğimizi anladık. artık "zorbanın nasibi ya bir mezar, ya zindan" diye şiirler yazabiliyordum. ne yazık ki, bu sevincimiz sürekli olmadı. memlekette yeni karışıklıklar başladı. parti tutkuları ve çekişmeleri çıktı ortaya. ben bozgunculuk yüzünden ulusların bağımsızlıklarını yitirebileceğini yazıyorduysam da kimseler bana mısın demiyordu." (mehmet emin yurdakul)
sultan hamit orta boyludur. bir ulu hakan için orta boy pek övünülecek bir şey değildir ama abdülhamit onu "ortanca dağları ben yarattım." diye kasılmak için kullanır.
gözleri tahrirli yeşildir. daha doğrusu yeşil ile mavi arası eladır. gözlerinin çevresi de az biraz halkalıdır. bakışları -bunu kızı ayşe osmanoğlu söylüyor- zeka ve duygu yüklüdür. saçları, yine bir hakana yakışmayacak biçimde döküktür. yüzü beyazdır. pala gibi eğri ve iri burnu bu soğuk ve solgun yüzü -bunu da bir ingiliz yazarı söylüyor- ikiye ayırır. bedeni ise yüzünden aktır. elleri orta büyüklükte ise de biçimlidir. ayakları da ne küçük ne büyüktür.
"kara tahsin" adıyla ün salmış mabeyin başkatibi tahsin paşa'nın demesine göre, gür ve kalın bir sesi vardır. belleği öyle herkeste bulunmayacak denli güçlüdür. gel gelelim kuramsal bilgi denilen şeyden nasibini hiç mi hiç almamıştır. çağdaş hükümdarlarla karşılaştırıldığında, ondan bilgisizi yoktur. ne ki, yaşam içinde birtakım görgüler, deneyler elde etmiştir ki, bu, onun 33 yıl sanatlı beste ile türkleri inim inim inletmesine yetmiştir.
mehmet akif de abdülhamit'i yaşamı boyunca bir kez -o da meşrutiyet'ten sonra- görmüştür. o gün abdülhamit açık bir arabada meclis-i mebusan'ın açılış töreninden dönmektedir. akif ise mithat cemal ile birlikte, reşit paşa türbesi'nin oralardadır. kızıl sultan'ı görünce sapsarı kesilir. mithat cemal'de telaş:
"hasta mısın?"
"boyalı sakalıyla abdülhamit'in yüzü birdenbire karşıma çıktı. fena oldum."
gelin görün ki, halk geçip giden arabanın arkasından koşmakta, abdülhamit'e alkış tutmaktadır.
akif, mithat cemal'e bu kez şunları fısıldar:
"aman yarabbi, 33 yıl bu. hala alkışlıyorlar."
22.08.2011
romantik sürgünler
edward hallett carr
zekası yerine karakterinin övülmesine önem veren erkek nadirdir.
intihar, bireye açık olan tek yetkin özgür eylemdir; başka her eylem şöyle ya da böyle onun topluma üyeliğini işin içine katar.
tarih, genel olarak, insanların yapamadıklarının değil, yaptıklarının kaydıdır. bu bağlamda, ister istemez bir başarı öyküsü olmaktadır.
zekası yerine karakterinin övülmesine önem veren erkek nadirdir.
intihar, bireye açık olan tek yetkin özgür eylemdir; başka her eylem şöyle ya da böyle onun topluma üyeliğini işin içine katar.
tarih, genel olarak, insanların yapamadıklarının değil, yaptıklarının kaydıdır. bu bağlamda, ister istemez bir başarı öyküsü olmaktadır.
21.08.2011
karşılama
kemal tahir
mustafa kemal, mersin şehrine gitmiş. koşmuşlar, karşılamışlar. ağalar, beyler, yollara halı döşeyip ellerini öpmeye varmışlar.
kemal paşa, "kaldırın bu halıları! bana numara yapmayın!" demiş. "siz bana önce yoksulları, yani işleyenleri, yani ekip biçenleri, yani çarıklıları gösterin!" demiş.
"deha paşa'm, onlar kıyılarda dikelir, zatını uzaktan seyrederler!" diye cevap vermişler.
"söyleyin, yakına gelsinler!" demiş.
yol açmışlar, kendi ekip biçenler, ayağı çarıklılar, avucu nasırlılar gelmiş. yarıdan çoğu kemal paşa'yı önceden tanıyor. cephelerde yüzünü çok görmüşler. "buyur paşa'm" demişler.
sormuş: "bu konak kimin?"
"ali bey'in!" demişler.
"şu konaklar kimin?"
"veli bey'in!" demişler.
"şu bahçe kimin?"
"hasan ağa'nın!"
"şu tarla kimin?"
"hüseyin ağa'nın!"
"peki sizinkiler hani?"
"...." susmuşlar!
"susmayın, nerde sizinkiler?"
"bizimkiler yok, paşa'm" demişler.
"onlar bunları kapışırken sizin elleriniz armut mu topluyordu? siz ne yapıyordunuz?"
"biz o zaman bu topraklar için savaşıyorduk, paşa'm" demişler.
mustafa kemal, mersin şehrine gitmiş. koşmuşlar, karşılamışlar. ağalar, beyler, yollara halı döşeyip ellerini öpmeye varmışlar.
kemal paşa, "kaldırın bu halıları! bana numara yapmayın!" demiş. "siz bana önce yoksulları, yani işleyenleri, yani ekip biçenleri, yani çarıklıları gösterin!" demiş.
"deha paşa'm, onlar kıyılarda dikelir, zatını uzaktan seyrederler!" diye cevap vermişler.
"söyleyin, yakına gelsinler!" demiş.
yol açmışlar, kendi ekip biçenler, ayağı çarıklılar, avucu nasırlılar gelmiş. yarıdan çoğu kemal paşa'yı önceden tanıyor. cephelerde yüzünü çok görmüşler. "buyur paşa'm" demişler.
sormuş: "bu konak kimin?"
"ali bey'in!" demişler.
"şu konaklar kimin?"
"veli bey'in!" demişler.
"şu bahçe kimin?"
"hasan ağa'nın!"
"şu tarla kimin?"
"hüseyin ağa'nın!"
"peki sizinkiler hani?"
"...." susmuşlar!
"susmayın, nerde sizinkiler?"
"bizimkiler yok, paşa'm" demişler.
"onlar bunları kapışırken sizin elleriniz armut mu topluyordu? siz ne yapıyordunuz?"
"biz o zaman bu topraklar için savaşıyorduk, paşa'm" demişler.
yalnız kadınlar arasında
insanların bedenlerini yıkamaya yetecek kadar su yoktur.
hayat, bir banyo sundukça yaşamaya değer.
en büyük iyilikler bilinmeden yapılır.
insan bir başkasını kendinden daha fazla sevemez. kendini kurtarmayı beceremeyeni kimse kurtaramaz.
sevişirken insan maskesini çıkarır. çırılçıplak olur.
yaşamak öyle saçma bir şey ki, insan dünyaya gelişin saçmalığına bile tutunmaya çalışıyor.
sanatçılar acı çekmez, kendilerini ciddiye alan dinleyicilere acı verirler.
insan, giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvandır.
aşk sona erdikten sonra kim olduğunuzu anlarsınız. yaşam uzun. dünyayı da aşıklar kurmadılar. her doğan gün, yeni bir gündür.
20.08.2011
gorki aramızda
konstantin fedin
aleksandr blok, yaşama, asla sağlığına dikkat etmeyerek, bir şairin en doğal gereksinimi olan şeyi yapmayarak (yani kendisiyle yalnız kalmayarak) tepki gösteriyordu.
her söz alışı, suskunluk andını bozuyormuş gibi olay yaratıyordu.
konuşanı acımasız bir titizlikle dinlerdi.
katil, evliliği aşkın en yüksek ve en saygın biçimi olarak görüyor, insanın çıkarcı güdülerle ya da bencil duygulardan hareketle değil; ancak sevdiği kişiyi mutlu etmeye kesin kararlı olduğu zaman evlenmesi gerektiğine ilişkin güçlü inancını dile getiriyordu.
arabayla giderken yayalar insana hep kinle bakıyor: bir burjuva.
edebiyat değerli bir şeydir; çünkü yaşamdan başkadır. ondaki üstünlük ne savaşla, ne devrimle, ne ekmekle ne de odunla ilgili olmasıdır.
bana kuşkuyu insanın kendini kitaba soyut ve fazla mutlak bir saygıdan kurtarmasında bir araç olarak öneriyor.
çoğu zaman, bir sürü deneyimden geçmiş kişiler, isteseler, yazar olmak için masaya geçmelerinin yeterli olacağına inanıyorlar. dinlemeyi bilmenin, hatta müzik dinlemeyi bilmenin ille de beste yapmayı bilmek anlamına gelmediğini onlara anımsatmak gerekiyor.
tiyatro dünyasının övgüye değer bir kuralına çok iyi uyuyordu bu: nezaket gereği kabul edilen piyesleri asla sahnelememek.
sanat; araştırmaların, acıların ve düşüncelerin ürünüdür. sanat ciddi bir şeydir, baş yargıca, yani insana karşı sorumluluk yüklenir.
büyük olanın yinelenmesi onu büyük olmaktan çıkarır.
büyük bir edebiyat dehasıydı. belki de daha yükseğe çıkmak için gereken basitlikten yoksundu.
şaka ve gülme asla boşa gitmez, bunlar dünyanın en iyi eğitimcileridir.
gece ne denli karanlık olursa, yıldızlar o denli parlak olur.
insan alçaktır, her şeye alışır.
insan tanıdığı birini ameliyat etmekten pek hoşlanmaz.
doktorların hastalarına bir çocuk gibi davranma alışkanlıklarının ötesinde, yaşamdan ve ölümden çok basit bir biçimde konuşmayı da biliyordu.
çarpan bir yüreği ellerinizin arasında tutarken duyduklarınızı başka hiçbir şeyle karşılaştıramazsınız.
başarılarından övünmez ve tersine bunlara kendisi de şaşıyor gibi görünürse, elbette hastalarında eksiksiz bir güven uyandırır.
raflardan kitap ciltlerini alırkenki acelesinden, bu beklenmedik armağan için ettiğim teşekkürden duyduğu hoşnutluktan, sologub’un gizli dramını anladım: yalnızlığa mahkum edilmişti. en küçük ilgi işareti, katı yürekli bu adamı tarif edilemez bir biçimde duygulandırıyordu.
acı gösterileri boştur; çünkü yazgı acımasızdır.
yazan yanıta gereksinim duyandır, yanıt vermesi beklenen sessizliği korur.
gorki: benim için her kitap bir harikadır.
şaşırtıcı bir yanı var: koşarak yaşıyor ve iç yaşamına engel olan ne varsa hepsinin üstünden atlıyor.
sanatçı her zaman son derece alıngandır. kolayca yaralanır. çevreden gelen en küçük etkiye tepki gösterir. ağırca bir darbe onu öldürebilir.
ölmekte olan bir aşk hep acı verir.
kalıcı bir şey yaratmak için, sağlam bir temele sahip olmak zorunludur. gelecek bizi kaygılandırır, geçmiş ise zapt eder. bu yüzden bugün gözümüzden kaçar.
gorki: acılardan mutlaka nefret etmek gerekir; çünkü onları yok etmenin tek yolu budur. acı insanı, o büyük ve trajik varlığı alçaltıyor.
insanda kötü olanı bulmaktan daha kolay hiçbir şey yoktur.
gorki: hep yararı dokunsa bile, kendi başına yanılmak başkalarının yanlışlarını yinelemekten daha iyidir.
gorki: insanın tüm kusurlarının ve erdemlerinin canı cehenneme! benim için insanın değeri bundan değil, yaşama arzusundan, kendini aşma, geçmişin düğümlerinden, dar halkalarından kurtulma, hep daha yükseğe çıkma, en eksiksiz uyuma yönelir gibi görünürse de gerçekte insanın kendini içine kapattığı sakin bir hücre yaratmaya yönelen aklın oyunlarını aşma inadından gelir.
gorki: dahi yazarların hemen hepsinin üslubu kötüdür, vasat mimarlardır; ama onlarda insan plastiktir, neredeyse gözle görülürdür.
gorki: eğer sanat dürüst ve özgürse, asla keyfiliğe bağlı değildir. bunlar yaşamın kutsal kitaplarıdır. onları yaratan insanın, hem büyük ve sefil, hem de neşeli ve trajik olan o insanın kutsal kitaplarıdır.
gorki: dil üzerine, biçim üzerine çalışmak, yazarın yaşamının amacıdır.
cennetin kapısındaki ruhun öyküsü:
aziz pyotr sorar:
- haydut musunuz?
- evet.
- adam öldürdünüz mü?
- evet.
- pişman mısınız?
- evet.
- cennete girin.
gorki: sovyetler ülkesi gerçek insanlar doğuruyor sevgili fedin, onlara duyduğum hayranlık bitmek bilmiyor ve ne olacaklarını, ne yapacaklarını görmek için hiç değilse beş yıl daha yaşamak istiyorum.
gorki: eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!
aleksandr blok, yaşama, asla sağlığına dikkat etmeyerek, bir şairin en doğal gereksinimi olan şeyi yapmayarak (yani kendisiyle yalnız kalmayarak) tepki gösteriyordu.
her söz alışı, suskunluk andını bozuyormuş gibi olay yaratıyordu.
konuşanı acımasız bir titizlikle dinlerdi.
katil, evliliği aşkın en yüksek ve en saygın biçimi olarak görüyor, insanın çıkarcı güdülerle ya da bencil duygulardan hareketle değil; ancak sevdiği kişiyi mutlu etmeye kesin kararlı olduğu zaman evlenmesi gerektiğine ilişkin güçlü inancını dile getiriyordu.
arabayla giderken yayalar insana hep kinle bakıyor: bir burjuva.
edebiyat değerli bir şeydir; çünkü yaşamdan başkadır. ondaki üstünlük ne savaşla, ne devrimle, ne ekmekle ne de odunla ilgili olmasıdır.
bana kuşkuyu insanın kendini kitaba soyut ve fazla mutlak bir saygıdan kurtarmasında bir araç olarak öneriyor.
çoğu zaman, bir sürü deneyimden geçmiş kişiler, isteseler, yazar olmak için masaya geçmelerinin yeterli olacağına inanıyorlar. dinlemeyi bilmenin, hatta müzik dinlemeyi bilmenin ille de beste yapmayı bilmek anlamına gelmediğini onlara anımsatmak gerekiyor.
tiyatro dünyasının övgüye değer bir kuralına çok iyi uyuyordu bu: nezaket gereği kabul edilen piyesleri asla sahnelememek.
sanat; araştırmaların, acıların ve düşüncelerin ürünüdür. sanat ciddi bir şeydir, baş yargıca, yani insana karşı sorumluluk yüklenir.
büyük olanın yinelenmesi onu büyük olmaktan çıkarır.
büyük bir edebiyat dehasıydı. belki de daha yükseğe çıkmak için gereken basitlikten yoksundu.
şaka ve gülme asla boşa gitmez, bunlar dünyanın en iyi eğitimcileridir.
gece ne denli karanlık olursa, yıldızlar o denli parlak olur.
insan alçaktır, her şeye alışır.
insan tanıdığı birini ameliyat etmekten pek hoşlanmaz.
doktorların hastalarına bir çocuk gibi davranma alışkanlıklarının ötesinde, yaşamdan ve ölümden çok basit bir biçimde konuşmayı da biliyordu.
çarpan bir yüreği ellerinizin arasında tutarken duyduklarınızı başka hiçbir şeyle karşılaştıramazsınız.
başarılarından övünmez ve tersine bunlara kendisi de şaşıyor gibi görünürse, elbette hastalarında eksiksiz bir güven uyandırır.
raflardan kitap ciltlerini alırkenki acelesinden, bu beklenmedik armağan için ettiğim teşekkürden duyduğu hoşnutluktan, sologub’un gizli dramını anladım: yalnızlığa mahkum edilmişti. en küçük ilgi işareti, katı yürekli bu adamı tarif edilemez bir biçimde duygulandırıyordu.
acı gösterileri boştur; çünkü yazgı acımasızdır.
yazan yanıta gereksinim duyandır, yanıt vermesi beklenen sessizliği korur.
gorki: benim için her kitap bir harikadır.
şaşırtıcı bir yanı var: koşarak yaşıyor ve iç yaşamına engel olan ne varsa hepsinin üstünden atlıyor.
sanatçı her zaman son derece alıngandır. kolayca yaralanır. çevreden gelen en küçük etkiye tepki gösterir. ağırca bir darbe onu öldürebilir.
ölmekte olan bir aşk hep acı verir.
kalıcı bir şey yaratmak için, sağlam bir temele sahip olmak zorunludur. gelecek bizi kaygılandırır, geçmiş ise zapt eder. bu yüzden bugün gözümüzden kaçar.
gorki: acılardan mutlaka nefret etmek gerekir; çünkü onları yok etmenin tek yolu budur. acı insanı, o büyük ve trajik varlığı alçaltıyor.
insanda kötü olanı bulmaktan daha kolay hiçbir şey yoktur.
gorki: hep yararı dokunsa bile, kendi başına yanılmak başkalarının yanlışlarını yinelemekten daha iyidir.
gorki: insanın tüm kusurlarının ve erdemlerinin canı cehenneme! benim için insanın değeri bundan değil, yaşama arzusundan, kendini aşma, geçmişin düğümlerinden, dar halkalarından kurtulma, hep daha yükseğe çıkma, en eksiksiz uyuma yönelir gibi görünürse de gerçekte insanın kendini içine kapattığı sakin bir hücre yaratmaya yönelen aklın oyunlarını aşma inadından gelir.
gorki: dahi yazarların hemen hepsinin üslubu kötüdür, vasat mimarlardır; ama onlarda insan plastiktir, neredeyse gözle görülürdür.
gorki: eğer sanat dürüst ve özgürse, asla keyfiliğe bağlı değildir. bunlar yaşamın kutsal kitaplarıdır. onları yaratan insanın, hem büyük ve sefil, hem de neşeli ve trajik olan o insanın kutsal kitaplarıdır.
gorki: dil üzerine, biçim üzerine çalışmak, yazarın yaşamının amacıdır.
cennetin kapısındaki ruhun öyküsü:
aziz pyotr sorar:
- haydut musunuz?
- evet.
- adam öldürdünüz mü?
- evet.
- pişman mısınız?
- evet.
- cennete girin.
gorki: sovyetler ülkesi gerçek insanlar doğuruyor sevgili fedin, onlara duyduğum hayranlık bitmek bilmiyor ve ne olacaklarını, ne yapacaklarını görmek için hiç değilse beş yıl daha yaşamak istiyorum.
gorki: eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!
18.08.2011
çalınan mektup
edgar allan poe
maddesel dünya, maddesel olmayana benzer örneklerle dolup taşar, böylece yavan dogmalar, gerçekle biraz renklenir, eğretilemeler ya da benzetiler, hem bir görüşü pekiştirmeye hem de bir tanımı zenginleştirmeye yarar.
hayatında hiç bayılmamış olan bir kimse, yanan bir kömür parçasında tuhaf saraylar, çılgınca gülümseyen yüzler bulamaz; birçoklarının gözüne görünmeden havalarda süzülüp giden üzgün hayalleri göremez; yeni açmış bir çiçeğin kokusuna kapılarak düşüncelere dalamaz; daha önce hiç dikkatini çekmemiş olan bir ezginin getirdiği yeni yeni anlamlarla şaşkına dönemez.
yukarılara tırmanmak, inmekten çok daha kolaydır.
haritayla oynanan bir bulmaca vardır. oyunculardan biri, öbüründen bir sözcüğü -bir kent, ırmak, devlet ya da bir imparatorluk- kısaca haritanın rengarenk, karmaşık yüzeyinde yer alan herhangi bir sözcüğü bulmasını ister. oyunun acemisi, karşısındakileri kıstırmak amacıyla küçücük harflerle yazılmış adları bulur; oysa usta oyuncu, iri harflerle haritanın bir ucundan öbürüne yayılan sözcükleri seçer. bunlar, tıpkı sokaklardaki ilanlar ya da tabelalar gibi çok göze battıkları için dikkat çekmezler, işte buradaki fiziksel yanılgı, zekanın bu çok açık seçik, çok sivri uyarıları gözden kaçırmamak adına çektiği manevi kaygının yansısıdır.
uykuların en derininden bile kalkarken, bir düşün ince ağlarını yırtarız. ama bir saniye sonra, o ağ öyle öyle çelimsizdir ki, gördüğümüz düşü hatırlamaz oluruz. bir baygınlıktan ayılırken iki basamak vardır: birinci basamakta aklın ve ruhun uyandığı, ikincisinde de madde olarak varlığımızın uyandığı duyulur. ikinci basamağa vardığımızda birincide hissettiğimiz şeyleri hatırlayabilseydik, daha ötedeki boşluğun anıları arasında bu duyguları açık seçik bulabilmemiz gerekirdi.
maddesel dünya, maddesel olmayana benzer örneklerle dolup taşar, böylece yavan dogmalar, gerçekle biraz renklenir, eğretilemeler ya da benzetiler, hem bir görüşü pekiştirmeye hem de bir tanımı zenginleştirmeye yarar.
hayatında hiç bayılmamış olan bir kimse, yanan bir kömür parçasında tuhaf saraylar, çılgınca gülümseyen yüzler bulamaz; birçoklarının gözüne görünmeden havalarda süzülüp giden üzgün hayalleri göremez; yeni açmış bir çiçeğin kokusuna kapılarak düşüncelere dalamaz; daha önce hiç dikkatini çekmemiş olan bir ezginin getirdiği yeni yeni anlamlarla şaşkına dönemez.
yukarılara tırmanmak, inmekten çok daha kolaydır.
haritayla oynanan bir bulmaca vardır. oyunculardan biri, öbüründen bir sözcüğü -bir kent, ırmak, devlet ya da bir imparatorluk- kısaca haritanın rengarenk, karmaşık yüzeyinde yer alan herhangi bir sözcüğü bulmasını ister. oyunun acemisi, karşısındakileri kıstırmak amacıyla küçücük harflerle yazılmış adları bulur; oysa usta oyuncu, iri harflerle haritanın bir ucundan öbürüne yayılan sözcükleri seçer. bunlar, tıpkı sokaklardaki ilanlar ya da tabelalar gibi çok göze battıkları için dikkat çekmezler, işte buradaki fiziksel yanılgı, zekanın bu çok açık seçik, çok sivri uyarıları gözden kaçırmamak adına çektiği manevi kaygının yansısıdır.
uykuların en derininden bile kalkarken, bir düşün ince ağlarını yırtarız. ama bir saniye sonra, o ağ öyle öyle çelimsizdir ki, gördüğümüz düşü hatırlamaz oluruz. bir baygınlıktan ayılırken iki basamak vardır: birinci basamakta aklın ve ruhun uyandığı, ikincisinde de madde olarak varlığımızın uyandığı duyulur. ikinci basamağa vardığımızda birincide hissettiğimiz şeyleri hatırlayabilseydik, daha ötedeki boşluğun anıları arasında bu duyguları açık seçik bulabilmemiz gerekirdi.
17.08.2011
iki yol
robert frost
birinden birini seçmeliydim bir an önce
uzun süre durup baktım birine
uzanıp gidiyordu ağaçların altında
eğrile büküle göz alabildiğine
öbür yolu seçtim sonunda, aynı güzellikte
çok daha çekici ilkinden belki de
albenili ve çimenlerle örtülü boydan boya
ne ki oradan geçenler daha önce
aynı ölçüde aşındırmışlardı ikisini de
ve o sabah kaplıydı o iki yol da
kimsenin ayak basmadığı yapraklarla
ah, bir başka gün ilk yolda karar kıldım
her yolun başka bir yola vardığını bildiğimden
kuşkuluydum bir gün geri döneceğimden
yıllar, yıllar sonra bir gün
şöyle diyeceğim iç çekerek:
iki yol ayrılıyordu bir ormanda ve ben
vurdum daha az gidilmiş yola
ve buradaydı işte bütün fark da
16.08.2011
vatan sağolsun
johannes mario simmel
zamanla her şey alışkanlık haline gelir; hatta en alışılamayacak gibi görünen şeyler bile.
friedrich hölderlin: cehennemlik olan insanların soylu sınıfıdır. ötekiler ancak kapıda durup ısınırlar.
ortaya yeni bir şey koymak isteyen, dünyayı değiştirmek isteyen, şüpheci olmak zorundadır. ne kadar şüpheci olsa yine azdır.
bir insanın yaptıkları, daha önce yaptıkları bilinmedikçe anlaşılamaz. bir insanın neden şöyle ya da böyle olduğu, ancak, daha önce nasıl bir insan olduğu biliniyorsa anlaşılabilir. insanların bugününü değerlendirebilmek için onların dününü bilmek şarttır.
franz gerlach: şu yüzyıl iyi bir yüzyıl olabilirdi; ama bir şartla: insan düşüncesi varolalı insanın en amansız düşmanı olmuş, insanın yok olmasına ant içmiş şu yamyam türünün, şu pöstekisiz hayvanın, yine bizzat insanın kurduğu tuzaklar olmasaydı.
kadınların bir muamma olduğunu düşünmek saçmadır. onların değişik yanı, düşünmelerinde ve tepkilerindedir. erkeklere mantıksız görünür böylesi.
şurada, şunun içinde küçük bir oda var diye düşünürüm hep. kurduğumuz düş o küçük odadadır. insandan insana değişen bir düş elbette. genç miyiz, eh deriz, elbette gerçekleşecek, ya ne olacaktı! yaşlandıkça, aklımız daha bir erdikçe, düşün gerçekleşmeyeceği kafamıza dank eder.
bertolt brecht: alçaklığa duyulan nefretten yüzdeki çizgiler nasıl kasılırsa, haksızlığa duyulan öfkeden de sesler kısılır. ah bizler, bizler ki dostluğun temelini atmak istedik, bizzat kendimiz dostça davranamadık.
mutluluğun çok olduğu yerde çok da acı vardır. mutluluğun az olduğu yerde acı da azdır. fazla şeye sahip olan çok şey yitirebilir. ama aza sahipsen kaybın da az olur. ne zaman mutluluğu düşünsem küçük bir mutluluğu düşünüyorum, asla büyüğünü değil.
"insan denen şu bulmaca çok sınırlı bir sürenin eseridir. bir başka bulmaca çok geçmeden onun yerini alacaktır." (papaz teilhard)
kolektivizm, bir rastlantı sonucu aynı görüşe sahip olmuş özgür insanlar topluluğu anlamına gelmez. onun içindir ki kolektivizmde özgürlüğe yer yoktur. özgürlük olmayan yerde de korku egemendir. korku içindeki insan, korkudan kurtulmuş bir insan kadar verimli olamaz.
bertolt brecht: en kötü hayat bile en güzel ölümden daha güzeldir.
sefalet, umutsuzları eninde sonunda müthiş kötülüklere ileten bir şeydir. sefalet, bütün kötülüklerin köküdür.
zamanla her şey alışkanlık haline gelir; hatta en alışılamayacak gibi görünen şeyler bile.
friedrich hölderlin: cehennemlik olan insanların soylu sınıfıdır. ötekiler ancak kapıda durup ısınırlar.
ortaya yeni bir şey koymak isteyen, dünyayı değiştirmek isteyen, şüpheci olmak zorundadır. ne kadar şüpheci olsa yine azdır.
bir insanın yaptıkları, daha önce yaptıkları bilinmedikçe anlaşılamaz. bir insanın neden şöyle ya da böyle olduğu, ancak, daha önce nasıl bir insan olduğu biliniyorsa anlaşılabilir. insanların bugününü değerlendirebilmek için onların dününü bilmek şarttır.
franz gerlach: şu yüzyıl iyi bir yüzyıl olabilirdi; ama bir şartla: insan düşüncesi varolalı insanın en amansız düşmanı olmuş, insanın yok olmasına ant içmiş şu yamyam türünün, şu pöstekisiz hayvanın, yine bizzat insanın kurduğu tuzaklar olmasaydı.
kadınların bir muamma olduğunu düşünmek saçmadır. onların değişik yanı, düşünmelerinde ve tepkilerindedir. erkeklere mantıksız görünür böylesi.
şurada, şunun içinde küçük bir oda var diye düşünürüm hep. kurduğumuz düş o küçük odadadır. insandan insana değişen bir düş elbette. genç miyiz, eh deriz, elbette gerçekleşecek, ya ne olacaktı! yaşlandıkça, aklımız daha bir erdikçe, düşün gerçekleşmeyeceği kafamıza dank eder.
bertolt brecht: alçaklığa duyulan nefretten yüzdeki çizgiler nasıl kasılırsa, haksızlığa duyulan öfkeden de sesler kısılır. ah bizler, bizler ki dostluğun temelini atmak istedik, bizzat kendimiz dostça davranamadık.
mutluluğun çok olduğu yerde çok da acı vardır. mutluluğun az olduğu yerde acı da azdır. fazla şeye sahip olan çok şey yitirebilir. ama aza sahipsen kaybın da az olur. ne zaman mutluluğu düşünsem küçük bir mutluluğu düşünüyorum, asla büyüğünü değil.
"insan denen şu bulmaca çok sınırlı bir sürenin eseridir. bir başka bulmaca çok geçmeden onun yerini alacaktır." (papaz teilhard)
kolektivizm, bir rastlantı sonucu aynı görüşe sahip olmuş özgür insanlar topluluğu anlamına gelmez. onun içindir ki kolektivizmde özgürlüğe yer yoktur. özgürlük olmayan yerde de korku egemendir. korku içindeki insan, korkudan kurtulmuş bir insan kadar verimli olamaz.
bertolt brecht: en kötü hayat bile en güzel ölümden daha güzeldir.
sefalet, umutsuzları eninde sonunda müthiş kötülüklere ileten bir şeydir. sefalet, bütün kötülüklerin köküdür.