alberto manguel: okumak, yaratıcı etkinliklerin en insani olanıdır.
carlos fuentes: iyilikler oturduğu yerde oturur, kötülük dünyayı dolaşır.
franz kafka: gerçek söz konusuysa, yüce ruhlu insan nezaketi bir kenara bırakır.
dragan babic: herkes paraya, güce, benzer bir görünüme, düşünce konformizmine, sözün kısası, taşıması son derece kolay olan tam bir standartlaşmaya yönelmiş. benzer olanın demokrasisine.
hermann hesse: ermişlik mertebesine götüren en kestirme yollardan biri de günahkarlıktır.
şükrü erbaş: dağıstan'da avarlar, hayatını istediği gibi yaşayamamış insanların mezar taşlarına "100 yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi." diye yazarlarmış.
st. simon: ebediyete giden yol tımarhaneden geçer.
louis lavelle: başkasının kişisel yaşamı, ancak o kişiyi sevmeye başladığımızda bize kendini gösterir.
montaigne: nazlı bir hava, birini kırma korkusu, dostluğa rahat nefes aldırmaz.
paulo coelho: olağanüstü deneyimler yaşarız ve aradan daha iki saat geçmeden bunların sadece hayal ürünü olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırız.
trevanian: aşk dediğin şeyin yeri insanın kalbi değil, kasıklarıdır.
sigmund freud: başka hiçbir zaman sevdiğimiz zamanki kadar acıya karşı savunmasız olmayız; başka hiçbir zaman sevdiğimiz nesneyi veya sevgisini kaybettiğimiz zamanki kadar çaresizce mutsuz olmayız.
29.09.2011
25.09.2011
zahar
ivan gonçarov
zahar ellinin üzerindeydi. rus caleb'lerin, yani efendilerine çıkarsız bağlılık gösteren, kusursuz ve erdemli, korkusuz ve hoşgörülü şövalyelerin soyundan gelmiyordu. bizim şövalye korkak ve kusurluydu. o, her biri kendisinde ayrı bir iz bırakan iki farklı çağın adamıydı. bir tanesi ona oblomov ailesine sınırsız bir bağlılık mirasını, öteki de kurnazlık ve ahlaksızlık bırakmıştı. bir gününü bile, kendisini tutkuyla adadığı efendisine yalan söylemeden geçirmezdi. eskiden bir uşak efendisini israftan ve aşırılıktan korurdu ama zahar arkadaşlarıyla beraber efendisinin kesesinden içki içmeye meraklıydı. eski uşaklar harem ağası gibi olurlardı ama bizimki ne olduğu belli olmayan kadınların peşinden koşup dururdu. eskiler efendilerinin paralarını kasadan daha iyi korurlardı ama zahar alışverişten artan her bir kopeği cebine atar, masada unutulmuş bozuklukları kendine ayırmayı ihmal etmezdi. hele bir de oblomov zahar'a paranın üstünü sormazsa bir daha asla göremezdi. daha büyük miktarlarda para çalmazdı ama bu dürüstlüğünden değildi. ya ihtiyaçları için bu kadarı yetiyordu ya da yakalanmaktan korkuyordu. iyi eğitilmiş av köpeği gibi olan eski bir caleb kendisine emanet edilen bir yiyeceğe dokunmaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar ise dokunmaması istenen bir şeyi yemek ya da içmek için fırsat kollardı. eskiler efendileri gerektiği kadar yemediği zaman huzursuz olur hatta hiç yemediğinde çok üzülürdü. bizimki de eğer efendisi tabağa konanların hepsini yerse bozulurdu.
üstelik zahar dedikoducunun biriydi. mutfakta, alışverişte ve kapıda günlük ağır yaşamından yakınıp dururdu. onunkinden daha kötü bir efendi olamayacağını, oblomov'un kaprisli, cimri ve aksi olduğunu, hiçbir şeyin onu sevindirmeyeceğini söylerdi. kısacası onunla yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar bunları kötü niyetinden ya da efendisini incitmek amacıyla yapmıyordu. iyi niyeti her fırsatta suistimal etme alışkanlığı ona babasından ve dedesinden miras kalmıştı.
bazen de sırf sıkıntıdan, sohbet konusu bulamamaktan ya da dinleyicileri etkileme arzusundan dolayı oblomov hakkında inanılmaz hikayeler uyduruyordu.
"benim efendim" derdi hırıltılı bir fısıltıyla, "şu dulu ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirdi. dün ona bir mektup gönderdi."
bazen de efendisinin dünyadaki en büyük kumarbaz ve ayyaş olduğunu, bütün gece kağıt oynayıp içtiğini söylerdi. bunda hiçbir gerçeklik payı yoktu. oblomov dulu ziyarete falan da gitmiyordu. gecelerini huzur içinde uyuyarak geçirir, kağıtlara da elini bile sürmezdi.
zahar pasaklının biriydi. nadiren tıraş olurdu. ellerini ve yüzünü gösteriş olsun diye yıkardı. hiçbir sabunun o pisliği temizleyebilmesine olanak yoktu. ancak hamama gittiği zaman elleri birkaç saat için kızarır sonra tekrar siyaha dönüşürdü. çok beceriksizdi. kapıyı açmaya çalışırken bir kanat açılınca öteki kanat kapanırdı. yere düşen bir mendili ya da herhangi bir şeyi asla bir seferde alamaz, sanki yakalamaya çalışıyormuş gibi üç defa eğilir ve ancak dördüncüde tutsa da sonra tekrar düşürürdü. birkaç tabak çanağı üst üste taşımaya kalksa daha attığı ilk adımda üstteki tabaklar şangırdamaya başlardı. bir tanesi düşünce birden geciken ve yararı olmayan bir hamle yaparak durdurmaya çalışır ama ikisini daha düşürürdü. hayretten ağzı açık kalmış bir şekilde düşen tabaklara bakarken elindeki diğer tabaklar dikkatinden kaçar ve tepsiyi eğik tuttuğu için onlar da yere düşerdi. daha odanın kapısına bile varmadan tepside tek bir tabak ya da şarap kadehi kalmış olurdu. küfür ve beddua ederek elinde kalan son parçayı da kasten yere atardı. odanın içinde yürürken bile mutlaka masaya ya da sandalyeye takılır yarı açık kapıya omzunu vurmadan geçemezdi. böyle anlarda ev sahibine ve onları yapan marangoza küfürler savurmayı ihmal etmezdi. oblomov'un odasındaki bütün eşyalar, özellikle de özen gerektiren küçük şeyler zahar'ın sayesinde ya kırılır ya da hasara uğrardı. eşyalara dokunmaktaki bu üstün becerisini her şeye eşit oranda dağıtırdı. örneğin bir mumu söndürmesi ya da bardağa su koyması istendiğinde kapıyı açmak için gerekenden daha fazla kuvvet harcardı. ama asıl tehlike, zahar'ın birden efendisini sevindirmek isteyerek ortalığı düzeltip temizlemeyi aklına koyduğu zaman başlardı. işte o zaman kırılıp dökülenlerin haddi hesabı olmuyordu. eve giren bir düşman askeri bile böyle bir zarar veremezdi. eşyalar yere düşer, tabak çanaklar kırılır, sandalyeler devrilirdi. sonunda ya odadan kovulur ya da küfürler ve beddualar savurarak kendiliğinden giderdi. allahtan ki böyle bir şey yapmayı pek o kadar sık istemezdi.
bütün bunların sebebi zahar'ın dar, karanlık ve süslü eşyalarla dolu salonlarda ve çalışma odalarında değil, geniş odalı, kocaman evlerde büyümüş olmasıydı. oralarda istediği gibi hareket etmeye, kürekler, demir parçaları, kocaman sandalyeler, zorlukla kaldırabildiği büyük ve ağır eşyalarla haşır neşir olmaya alışmıştı.
şamdan, lamba veya biblo gibi narin şeyler zahar'ın eli değene kadar sağlam kalabiliyor, o, elini sürer sürmez paramparça oluyorlardı. kırıldıkları zaman da, "inanılmaz bir şey, elime alır almaz paramparça oldu. çok garip!" diyordu.
bazen de hiçbir şey söylemiyor, kırdığı şeyi gizlice yerine koyup sonra da efendisinin kendisinin kırdığına onu inandırmaya çalışıyordu. zaman zaman da, demir bir eşyanın bile sonsuza kadar dayanamayıp nasıl olsa günün birinde kırılacağını söyleyerek bahane buluyordu. ilk iki örnekte insan onunla kavga edebilirdi ama köşeye sıkıştırıldığında, üçüncü bahanesiyle savunmaya geçerdi. hiçbir itirazın yararı yoktu. dünyada hiçbir şey onu hatalı olduğuna ikna edemezdi.
zahar istese de değiştiremeyeceği bir çalışma programı çizmişti. sabahları semaveri hazırlar, sadece efendisinin istediği elbiseleri ve ayakkabıları temizler, on yıldır dolapta asılı dursalar da diğerlerine hiç dokunmazdı. sonra köşe bucağa hiç bulaşmadan odanın ortasını süpürür, bir şeyleri kaldırmamak için sadece boş olan masanın tozunu alırdı. bunlardan sonra, sobanın üzerinde şekerleme yapma ya da mutfakta anisya ile kapıda da uşaklarla sohbet etme hakkını kendinde bulurdu. eğer bunlardan başka bir şey yapması istenirse, istenilen şeyin gereksiz ve imkansız olduğu konusundaki uzun tartışmalardan sonra istemeye istemeye yapardı. günlük sıradan işlerine ek olarak yeni ve düzenli bir başka iş yaptırabilmek olanaksızdı. bir şeyi yıkayıp temizlemesi, bir şeyleri götürüp getirmesi istenirse bunu alışılmış homurdanmalar eşliğinde yapardı. ama oblomov bunu söylenmeden düzenli olarak yapmasını sağlayamazdı. ertesi ya da daha ertesi gün yine aynı tartışmalarla aynı işin yapılması tekrar istenmeliydi.
zahar içmeyi ve dedikodu yapmayı sevdiği, oblomov'un bozukluklarını aldığı, tabak çanağı kırdığı, mobilyalara hasar verdiği, işten kaytardığı gerçeğine rağmen yine de kendisini efendisine adamıştı. değip değmeyeceğini düşünmeden, hiç karşılık beklemeden efendisi için kendisini ateşe bile atabilirdi. bunun, olması gereken çok doğal bir şey olduğunu düşünüyor hatta belki de hiç düşünmüyordu. bu konuda herhangi bir varsayımı bile yoktu. oblomov'a olan duygularını analiz etmek hiç aklına gelmemişti. bu duygular ona babasından, büyükbabasından, kardeşlerinden, birlikte büyüdüğü uşaklardan miras kalmış, benliğinin bir parçası olmuştu. zorunlu görevi gibi düşündüğünden efendisi için ölüme bile giderdi. ormanda vahşi bir hayvanın arkasından koşan bir köpek gibi ölümün arkasından koşar, neden bunu efendisi değil de kendisi yapıyor diye düşünmeden ölüme atılırdı. ama öte yandan, efendisi hasta olan ve bütün gece başında durup onu uyanık tutması gerekse hatta ölüm kalım meselesi bile olsa ilk önce uyuyacak olan zahar olurdu.
dışarıdan bakıldığında efendisine karşı büyük bir saygı göstermiyor, ona karşı senli benli ve kaba davranıyor, küçük şeylere sinirleniyor; hatta daha önce de söylediğim gibi kapı eşiğinde dedikodusunu yapıyordu. ama bütün bunları bir tarafa bırakırsak, onun doğuştan gelen kendini adama duyguları sadece oblomov'a karşı değil oblomov adını taşıyan, onun için yakın, aziz ve değerli olan her şeye karşıydı. bu duygusu zahar'ın oblomov hakkındaki kişisel düşüncelerine ters düşüyordu. efendisinin karakterini yakından incelese kanısı değişebilirdi. oblomov'a olan düşkünlüğü ona söylense buna karşı çıkardı.
zahar oblomovka'yı, kedinin tavanarasını, atın ahırını, köpeğin doğup büyüdüğü kulübesini sevdiği gibi seviyordu. bu sevgi çerçevesinde bazı kişisel izlenimler geliştirdi. örneğin oblomovların arabacısını aşçısından, sütçü kız varvara'yı da hepsinden çok severdi. oblomov da bu sevgide en son sırayı alıyordu. ama yine de oblomovka'nın aşçısı onun gözünde diğer bütün aşçılardan, oblomov da diğer bütün efendilerden daha iyiydi. baş uşak taras'a hiç dayanamıyordu ama oblomov'a hizmet verdiği için onu da dünyanın en iyi adamına bile değişmezdi.
oblomov'a, bir şaman'ın putuna davrandığı gibi kaba davranıyordu. şaman da putunun tozunu alır, yere düşürür; hatta bazen sinirle vurur ama kendisinden üstün olduğunu içten içe kabullenirdi. zahar'ın da ruhunun derinliklerinde bulunan bu duygu her fırsatta ortaya çıkıyor ve efendisine derin bir bağlılık göstermesine neden oluyordu. hatta bazen gözlerinden yaş gelirdi. başka hiç kimseyi efendisinden üstün görmediği gibi eşit olduğunu bile kabul etmezdi. hele biri çıkıp da efendisinin aleyhine konuşacak olursa vay haline!
oblomov'u ziyarete gelen beyefendilere tepeden bakmamak zahar'ın elinde değildi. efendisinin ikramda bulunmakla onları onurlandırdığını hissettirerek çay servisi yapardı. bazen ziyaretçiyi kibirle tepeden tırnağa süzerek, "efendim uyuyor" deyip kabaca geri çevirirdi. bazen de orada burada oblomov hakkında hikayeler uydurmak ve onu kötülemek yerine, onu göklere çıkarırken coşkusunun sonu gelmezdi. erdemlerini, zekasını, ustalığını, cömertliğini, iyi huyluluğunu sayıp dökmeye başlardı. efendisinin özelliklerinin yetmediği yerlerde başka özellikler ödünç alarak oblomov'u nüfuzlu, zengin, olağanüstü etkili bir adam olarak anlatırdı. kapıcıyı, ev sahibinin vekilini, hatta ev sahibinin kendisini korkutması gerekse efendisini ileri sürer ve "sen dur bakalım" derdi, tehditkar bir havayla, "efendime söyleyeyim de sen gör." dünyada ondan daha üstün bir güç olabileceğini düşünemezdi.
dışardan bakıldığında oblomov'un zahar'la olan ilişkisi oldukça düşmanca gibi görünüyordu. birlikte yaşadıkça birbirlerinin sinirine dokunmaya başlamışlardı.
iki insan arasındaki yakın dostluğun elbette bir bedeli vardır. iki insanın birbirinin eksiğini görmeksizin ve bunlar için birbirlerini suçlamaksızın, iyi tarafları görerek yaşaması için çok büyük bir yaşam deneyimi, mantık ve içtenlik gerekir.
oblomov zahar'ın en azından paha biçilmez erdemini biliyordu -kendisine olan bağlılığı- ve tersi olamayacağına daha doğrusu olmaması gerektiğine inanarak buna alışmıştı. alışınca da bu erdemin değerini anlamıyor, tadını çıkaramıyordu. her şeye karşı gösterdiği kayıtsızlığı zahar'ın kusurlarına karşı gösteremiyordu. kendisini tamamen efendisine adayan zahar nasıl ki yeni kusurlarıyla eski uşaklardan farklılık gösteriyorsa, oblomov da uşağının sadakatinin değerini bilmesiyle birlikte uşaklarına dostça ve sevgi dolu yaklaşan eski efendilerden farklıydı. bazen zahar'la ağız kavgasına giriyordu.
zahar da efendisinden sıkılmıştı. gençliğini uşak olarak geçiren zahar genç efendisine de bakmakla görevlendirildi. o günden itibaren de kendisini aslında bir işe yaramayan ama görevi köklü ailenin şanını ve prestijini korumak olan lüks ve aristokratik bir aksesuar olarak değerlendirirdi. bu yüzden bütün gününü, efendisini sabahları giydirmek, akşamları da soymakla geçiriyor, başka hiçbir şey yapmıyordu. doğuştan tembel olan zahar uşak olarak yetiştirilince daha da tembelleşti. uşakların önünde havalara girdi, semaveri hazırlamayı ya da yerleri süpürmeyi kendine hiç görev edinmedi. ya holde uyukluyor ya da diğer uşaklarla şurada burada çene çalıyordu. bazen de hiçbirini yapmayıp kollarını kavuşturarak saatlerce kapıda dikiliyor, dalgın dalgın etrafına bakıyordu. böyle bir yaşamdan sonra birdenbire bütün ev işinin ağır yükünü tek başına üstlendi. efendisine bakmak, ortalığı süpürüp temizlemek ve ayak işlerine koşuşturmak zorundaydı. somurtkan, kötü ve kaba oluşunda, efendisinin sobadan inmesini emreden sesine homurdanmasında şaşılacak bir şey yoktu. dıştan görünen asık suratlılığı ve tersliğine rağmen zahar'ın yumuşak ve sevecen bir kalbi vardı. zamanını çocuklarla geçirmeyi severdi. sık sık avluda ya da kapıda bir grup çocukla otururdu. kavgaları yatıştırır, onlara takılır, oyunlar uydurur ya da her birini bir dizine oturtur, arkasında da bir başkası boynuna sarılıp favorilerini çekiştirirdi.
oblomov sürekli hizmet bekleyerek ve yanına gelmesini isteyerek zahar'a hayatı zehir ederdi. halbuki zahar'ın kalbi, geveze doğası, aylaklık aşkı, sürekli bir şeyler atıştırma gereksinimi onu kapıya, bir bayan arkadaşına, bir dükkana ya da mutfağa çekerdi.
çok uzun zamandır birbirlerini tanıyorlar ve birlikte yaşıyorlardı. zahar küçük oblomov'u kollarında sallamıştı. oblomov da onu olağanüstü iştahlı, atik ve kurnaz bir genç olarak hatırlardı. dünyadaki hiçbir şey aralarındaki eski bağları koparamazdı. nasıl ki oblomov zaharsız yatıp kalkamıyor, saçını tarayıp ayakkabılarını giyemiyor ya da yemek yiyemiyorsa, zahar da oblomov'dan başka bir efendi, giydireceği, yedireceği, kabalık gösterip kandıracağı, yalan söyleyeceği ve aynı zamanda da içten içe saygı göstereceği başka bir varlık düşünemiyordu.
zahar ellinin üzerindeydi. rus caleb'lerin, yani efendilerine çıkarsız bağlılık gösteren, kusursuz ve erdemli, korkusuz ve hoşgörülü şövalyelerin soyundan gelmiyordu. bizim şövalye korkak ve kusurluydu. o, her biri kendisinde ayrı bir iz bırakan iki farklı çağın adamıydı. bir tanesi ona oblomov ailesine sınırsız bir bağlılık mirasını, öteki de kurnazlık ve ahlaksızlık bırakmıştı. bir gününü bile, kendisini tutkuyla adadığı efendisine yalan söylemeden geçirmezdi. eskiden bir uşak efendisini israftan ve aşırılıktan korurdu ama zahar arkadaşlarıyla beraber efendisinin kesesinden içki içmeye meraklıydı. eski uşaklar harem ağası gibi olurlardı ama bizimki ne olduğu belli olmayan kadınların peşinden koşup dururdu. eskiler efendilerinin paralarını kasadan daha iyi korurlardı ama zahar alışverişten artan her bir kopeği cebine atar, masada unutulmuş bozuklukları kendine ayırmayı ihmal etmezdi. hele bir de oblomov zahar'a paranın üstünü sormazsa bir daha asla göremezdi. daha büyük miktarlarda para çalmazdı ama bu dürüstlüğünden değildi. ya ihtiyaçları için bu kadarı yetiyordu ya da yakalanmaktan korkuyordu. iyi eğitilmiş av köpeği gibi olan eski bir caleb kendisine emanet edilen bir yiyeceğe dokunmaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar ise dokunmaması istenen bir şeyi yemek ya da içmek için fırsat kollardı. eskiler efendileri gerektiği kadar yemediği zaman huzursuz olur hatta hiç yemediğinde çok üzülürdü. bizimki de eğer efendisi tabağa konanların hepsini yerse bozulurdu.
üstelik zahar dedikoducunun biriydi. mutfakta, alışverişte ve kapıda günlük ağır yaşamından yakınıp dururdu. onunkinden daha kötü bir efendi olamayacağını, oblomov'un kaprisli, cimri ve aksi olduğunu, hiçbir şeyin onu sevindirmeyeceğini söylerdi. kısacası onunla yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar bunları kötü niyetinden ya da efendisini incitmek amacıyla yapmıyordu. iyi niyeti her fırsatta suistimal etme alışkanlığı ona babasından ve dedesinden miras kalmıştı.
bazen de sırf sıkıntıdan, sohbet konusu bulamamaktan ya da dinleyicileri etkileme arzusundan dolayı oblomov hakkında inanılmaz hikayeler uyduruyordu.
"benim efendim" derdi hırıltılı bir fısıltıyla, "şu dulu ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirdi. dün ona bir mektup gönderdi."
bazen de efendisinin dünyadaki en büyük kumarbaz ve ayyaş olduğunu, bütün gece kağıt oynayıp içtiğini söylerdi. bunda hiçbir gerçeklik payı yoktu. oblomov dulu ziyarete falan da gitmiyordu. gecelerini huzur içinde uyuyarak geçirir, kağıtlara da elini bile sürmezdi.
zahar pasaklının biriydi. nadiren tıraş olurdu. ellerini ve yüzünü gösteriş olsun diye yıkardı. hiçbir sabunun o pisliği temizleyebilmesine olanak yoktu. ancak hamama gittiği zaman elleri birkaç saat için kızarır sonra tekrar siyaha dönüşürdü. çok beceriksizdi. kapıyı açmaya çalışırken bir kanat açılınca öteki kanat kapanırdı. yere düşen bir mendili ya da herhangi bir şeyi asla bir seferde alamaz, sanki yakalamaya çalışıyormuş gibi üç defa eğilir ve ancak dördüncüde tutsa da sonra tekrar düşürürdü. birkaç tabak çanağı üst üste taşımaya kalksa daha attığı ilk adımda üstteki tabaklar şangırdamaya başlardı. bir tanesi düşünce birden geciken ve yararı olmayan bir hamle yaparak durdurmaya çalışır ama ikisini daha düşürürdü. hayretten ağzı açık kalmış bir şekilde düşen tabaklara bakarken elindeki diğer tabaklar dikkatinden kaçar ve tepsiyi eğik tuttuğu için onlar da yere düşerdi. daha odanın kapısına bile varmadan tepside tek bir tabak ya da şarap kadehi kalmış olurdu. küfür ve beddua ederek elinde kalan son parçayı da kasten yere atardı. odanın içinde yürürken bile mutlaka masaya ya da sandalyeye takılır yarı açık kapıya omzunu vurmadan geçemezdi. böyle anlarda ev sahibine ve onları yapan marangoza küfürler savurmayı ihmal etmezdi. oblomov'un odasındaki bütün eşyalar, özellikle de özen gerektiren küçük şeyler zahar'ın sayesinde ya kırılır ya da hasara uğrardı. eşyalara dokunmaktaki bu üstün becerisini her şeye eşit oranda dağıtırdı. örneğin bir mumu söndürmesi ya da bardağa su koyması istendiğinde kapıyı açmak için gerekenden daha fazla kuvvet harcardı. ama asıl tehlike, zahar'ın birden efendisini sevindirmek isteyerek ortalığı düzeltip temizlemeyi aklına koyduğu zaman başlardı. işte o zaman kırılıp dökülenlerin haddi hesabı olmuyordu. eve giren bir düşman askeri bile böyle bir zarar veremezdi. eşyalar yere düşer, tabak çanaklar kırılır, sandalyeler devrilirdi. sonunda ya odadan kovulur ya da küfürler ve beddualar savurarak kendiliğinden giderdi. allahtan ki böyle bir şey yapmayı pek o kadar sık istemezdi.
bütün bunların sebebi zahar'ın dar, karanlık ve süslü eşyalarla dolu salonlarda ve çalışma odalarında değil, geniş odalı, kocaman evlerde büyümüş olmasıydı. oralarda istediği gibi hareket etmeye, kürekler, demir parçaları, kocaman sandalyeler, zorlukla kaldırabildiği büyük ve ağır eşyalarla haşır neşir olmaya alışmıştı.
şamdan, lamba veya biblo gibi narin şeyler zahar'ın eli değene kadar sağlam kalabiliyor, o, elini sürer sürmez paramparça oluyorlardı. kırıldıkları zaman da, "inanılmaz bir şey, elime alır almaz paramparça oldu. çok garip!" diyordu.
bazen de hiçbir şey söylemiyor, kırdığı şeyi gizlice yerine koyup sonra da efendisinin kendisinin kırdığına onu inandırmaya çalışıyordu. zaman zaman da, demir bir eşyanın bile sonsuza kadar dayanamayıp nasıl olsa günün birinde kırılacağını söyleyerek bahane buluyordu. ilk iki örnekte insan onunla kavga edebilirdi ama köşeye sıkıştırıldığında, üçüncü bahanesiyle savunmaya geçerdi. hiçbir itirazın yararı yoktu. dünyada hiçbir şey onu hatalı olduğuna ikna edemezdi.
zahar istese de değiştiremeyeceği bir çalışma programı çizmişti. sabahları semaveri hazırlar, sadece efendisinin istediği elbiseleri ve ayakkabıları temizler, on yıldır dolapta asılı dursalar da diğerlerine hiç dokunmazdı. sonra köşe bucağa hiç bulaşmadan odanın ortasını süpürür, bir şeyleri kaldırmamak için sadece boş olan masanın tozunu alırdı. bunlardan sonra, sobanın üzerinde şekerleme yapma ya da mutfakta anisya ile kapıda da uşaklarla sohbet etme hakkını kendinde bulurdu. eğer bunlardan başka bir şey yapması istenirse, istenilen şeyin gereksiz ve imkansız olduğu konusundaki uzun tartışmalardan sonra istemeye istemeye yapardı. günlük sıradan işlerine ek olarak yeni ve düzenli bir başka iş yaptırabilmek olanaksızdı. bir şeyi yıkayıp temizlemesi, bir şeyleri götürüp getirmesi istenirse bunu alışılmış homurdanmalar eşliğinde yapardı. ama oblomov bunu söylenmeden düzenli olarak yapmasını sağlayamazdı. ertesi ya da daha ertesi gün yine aynı tartışmalarla aynı işin yapılması tekrar istenmeliydi.
zahar içmeyi ve dedikodu yapmayı sevdiği, oblomov'un bozukluklarını aldığı, tabak çanağı kırdığı, mobilyalara hasar verdiği, işten kaytardığı gerçeğine rağmen yine de kendisini efendisine adamıştı. değip değmeyeceğini düşünmeden, hiç karşılık beklemeden efendisi için kendisini ateşe bile atabilirdi. bunun, olması gereken çok doğal bir şey olduğunu düşünüyor hatta belki de hiç düşünmüyordu. bu konuda herhangi bir varsayımı bile yoktu. oblomov'a olan duygularını analiz etmek hiç aklına gelmemişti. bu duygular ona babasından, büyükbabasından, kardeşlerinden, birlikte büyüdüğü uşaklardan miras kalmış, benliğinin bir parçası olmuştu. zorunlu görevi gibi düşündüğünden efendisi için ölüme bile giderdi. ormanda vahşi bir hayvanın arkasından koşan bir köpek gibi ölümün arkasından koşar, neden bunu efendisi değil de kendisi yapıyor diye düşünmeden ölüme atılırdı. ama öte yandan, efendisi hasta olan ve bütün gece başında durup onu uyanık tutması gerekse hatta ölüm kalım meselesi bile olsa ilk önce uyuyacak olan zahar olurdu.
dışarıdan bakıldığında efendisine karşı büyük bir saygı göstermiyor, ona karşı senli benli ve kaba davranıyor, küçük şeylere sinirleniyor; hatta daha önce de söylediğim gibi kapı eşiğinde dedikodusunu yapıyordu. ama bütün bunları bir tarafa bırakırsak, onun doğuştan gelen kendini adama duyguları sadece oblomov'a karşı değil oblomov adını taşıyan, onun için yakın, aziz ve değerli olan her şeye karşıydı. bu duygusu zahar'ın oblomov hakkındaki kişisel düşüncelerine ters düşüyordu. efendisinin karakterini yakından incelese kanısı değişebilirdi. oblomov'a olan düşkünlüğü ona söylense buna karşı çıkardı.
zahar oblomovka'yı, kedinin tavanarasını, atın ahırını, köpeğin doğup büyüdüğü kulübesini sevdiği gibi seviyordu. bu sevgi çerçevesinde bazı kişisel izlenimler geliştirdi. örneğin oblomovların arabacısını aşçısından, sütçü kız varvara'yı da hepsinden çok severdi. oblomov da bu sevgide en son sırayı alıyordu. ama yine de oblomovka'nın aşçısı onun gözünde diğer bütün aşçılardan, oblomov da diğer bütün efendilerden daha iyiydi. baş uşak taras'a hiç dayanamıyordu ama oblomov'a hizmet verdiği için onu da dünyanın en iyi adamına bile değişmezdi.
oblomov'a, bir şaman'ın putuna davrandığı gibi kaba davranıyordu. şaman da putunun tozunu alır, yere düşürür; hatta bazen sinirle vurur ama kendisinden üstün olduğunu içten içe kabullenirdi. zahar'ın da ruhunun derinliklerinde bulunan bu duygu her fırsatta ortaya çıkıyor ve efendisine derin bir bağlılık göstermesine neden oluyordu. hatta bazen gözlerinden yaş gelirdi. başka hiç kimseyi efendisinden üstün görmediği gibi eşit olduğunu bile kabul etmezdi. hele biri çıkıp da efendisinin aleyhine konuşacak olursa vay haline!
oblomov'u ziyarete gelen beyefendilere tepeden bakmamak zahar'ın elinde değildi. efendisinin ikramda bulunmakla onları onurlandırdığını hissettirerek çay servisi yapardı. bazen ziyaretçiyi kibirle tepeden tırnağa süzerek, "efendim uyuyor" deyip kabaca geri çevirirdi. bazen de orada burada oblomov hakkında hikayeler uydurmak ve onu kötülemek yerine, onu göklere çıkarırken coşkusunun sonu gelmezdi. erdemlerini, zekasını, ustalığını, cömertliğini, iyi huyluluğunu sayıp dökmeye başlardı. efendisinin özelliklerinin yetmediği yerlerde başka özellikler ödünç alarak oblomov'u nüfuzlu, zengin, olağanüstü etkili bir adam olarak anlatırdı. kapıcıyı, ev sahibinin vekilini, hatta ev sahibinin kendisini korkutması gerekse efendisini ileri sürer ve "sen dur bakalım" derdi, tehditkar bir havayla, "efendime söyleyeyim de sen gör." dünyada ondan daha üstün bir güç olabileceğini düşünemezdi.
dışardan bakıldığında oblomov'un zahar'la olan ilişkisi oldukça düşmanca gibi görünüyordu. birlikte yaşadıkça birbirlerinin sinirine dokunmaya başlamışlardı.
iki insan arasındaki yakın dostluğun elbette bir bedeli vardır. iki insanın birbirinin eksiğini görmeksizin ve bunlar için birbirlerini suçlamaksızın, iyi tarafları görerek yaşaması için çok büyük bir yaşam deneyimi, mantık ve içtenlik gerekir.
oblomov zahar'ın en azından paha biçilmez erdemini biliyordu -kendisine olan bağlılığı- ve tersi olamayacağına daha doğrusu olmaması gerektiğine inanarak buna alışmıştı. alışınca da bu erdemin değerini anlamıyor, tadını çıkaramıyordu. her şeye karşı gösterdiği kayıtsızlığı zahar'ın kusurlarına karşı gösteremiyordu. kendisini tamamen efendisine adayan zahar nasıl ki yeni kusurlarıyla eski uşaklardan farklılık gösteriyorsa, oblomov da uşağının sadakatinin değerini bilmesiyle birlikte uşaklarına dostça ve sevgi dolu yaklaşan eski efendilerden farklıydı. bazen zahar'la ağız kavgasına giriyordu.
zahar da efendisinden sıkılmıştı. gençliğini uşak olarak geçiren zahar genç efendisine de bakmakla görevlendirildi. o günden itibaren de kendisini aslında bir işe yaramayan ama görevi köklü ailenin şanını ve prestijini korumak olan lüks ve aristokratik bir aksesuar olarak değerlendirirdi. bu yüzden bütün gününü, efendisini sabahları giydirmek, akşamları da soymakla geçiriyor, başka hiçbir şey yapmıyordu. doğuştan tembel olan zahar uşak olarak yetiştirilince daha da tembelleşti. uşakların önünde havalara girdi, semaveri hazırlamayı ya da yerleri süpürmeyi kendine hiç görev edinmedi. ya holde uyukluyor ya da diğer uşaklarla şurada burada çene çalıyordu. bazen de hiçbirini yapmayıp kollarını kavuşturarak saatlerce kapıda dikiliyor, dalgın dalgın etrafına bakıyordu. böyle bir yaşamdan sonra birdenbire bütün ev işinin ağır yükünü tek başına üstlendi. efendisine bakmak, ortalığı süpürüp temizlemek ve ayak işlerine koşuşturmak zorundaydı. somurtkan, kötü ve kaba oluşunda, efendisinin sobadan inmesini emreden sesine homurdanmasında şaşılacak bir şey yoktu. dıştan görünen asık suratlılığı ve tersliğine rağmen zahar'ın yumuşak ve sevecen bir kalbi vardı. zamanını çocuklarla geçirmeyi severdi. sık sık avluda ya da kapıda bir grup çocukla otururdu. kavgaları yatıştırır, onlara takılır, oyunlar uydurur ya da her birini bir dizine oturtur, arkasında da bir başkası boynuna sarılıp favorilerini çekiştirirdi.
oblomov sürekli hizmet bekleyerek ve yanına gelmesini isteyerek zahar'a hayatı zehir ederdi. halbuki zahar'ın kalbi, geveze doğası, aylaklık aşkı, sürekli bir şeyler atıştırma gereksinimi onu kapıya, bir bayan arkadaşına, bir dükkana ya da mutfağa çekerdi.
çok uzun zamandır birbirlerini tanıyorlar ve birlikte yaşıyorlardı. zahar küçük oblomov'u kollarında sallamıştı. oblomov da onu olağanüstü iştahlı, atik ve kurnaz bir genç olarak hatırlardı. dünyadaki hiçbir şey aralarındaki eski bağları koparamazdı. nasıl ki oblomov zaharsız yatıp kalkamıyor, saçını tarayıp ayakkabılarını giyemiyor ya da yemek yiyemiyorsa, zahar da oblomov'dan başka bir efendi, giydireceği, yedireceği, kabalık gösterip kandıracağı, yalan söyleyeceği ve aynı zamanda da içten içe saygı göstereceği başka bir varlık düşünemiyordu.
24.09.2011
şairin seyir defteri
edip cansever
gözlerim, gözlerim benim
denizi ilk defa gören bir çocuğun
birdenbire yaşlanması neyse
çünkü insan yalnızken kat ettiği yollardan
ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir
sanki kar yağışlarının ardından
uzun süren kar yağışlarının ardından
sevimsiz bir lunaparkta
kimsesiz bir atlıkarıncaydım
nasıl da vaktini bilirler her şeyin
ve vaktinde girişirler her şeye bu kentsoylular
yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular
ve otel müşterileri, onlar
en inandırıcı ölülerimdir benim
her biri bir ölümü her gün yeniden yaşar
camlara yapıştırılmış yüzler gibi
sevgiyi unutmuş yüzler gibi
-unutmak utanmaktır, siz bilirsiniz-
hüzünsüz, anlatımsız, soğuk
akşamüstü rengindedirler ve yorgundurlar
ne de olsa herkes biraz ölüdür
otel müşterileri en önde gelir
kendileri soyar kendilerini kendileri giydirir
büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller
nedense işte onlar gökyüzüne gömülür
vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi
mutluluğun sana verdiği tatili yaşıyor
bir açılıp bir kapanıyor kirpiklerin
bilmem alınır mısın söylersem
unutulmuş bir çirkinlikten başlıyor güzelliğin
neden yazılır bir şiir
neden okunur bunca yazı
çünkü nasıl aşılabilir başkaca
insanın karmaşıklığı
evet
dün akşam evinin önünden geçtim
içim hem kimsesizdi hem kalabalık
bu demektir ki sevgisiz düşünemiyorum sevdayı
bana söz ver yarın akşam
göze al her şeyi yeni baştan konuşmayı
sürekli utkulardır mutluluk
sustukça duruldukça yitersin
önce gözleri boğulmuştu, elleri
kupkuru dudakları en sonra
dediler ki, içkiden öldü, yalan!
sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran
her sevda başlangıçtır bir yenisine
öteki başkaldırır daha bitmeden biri
biz isteyelim istemeyelim sürüp gider böylece
ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
o nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da
yüzüme baktı uzun uzun
"hiç değişmemişsin" dedi yavaşça
"bazı eşyalar anıdır" –bunu bilmezdim-
"bazı anılar eşya"
yaşlanmış bir düş gibiydi, yürüdü gitti.
günün kapı aralığı mavidir
bilirim acılar birbirine benzemez
"hayır, hiç yenilmedik, çekildik yalnız
ve şimdi olduğumuz yerde
ve ayaktayız"
hiçbir dilde söylenmemiş
hiçbir dilde yazılmamış
sözler ve şarkılar içindeyim
nedir mi yalnızlık –kendine sor önce-
bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
görünce parladığını bir çiy tanesinin
gölgen yok senin, ayak izlerin yok
neden mi? acılar barınmamış ki sende
mutluluk yok, mutsuzluk yok
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor
yaşlı bir çocuğum ben, çocukların en yaşlısı
ağzımda sakız tatlısının hiç eksilmeyen tadı
zamanlar geçtikçe neden
mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
acaba
keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi
mahzunluk mu yoksa yaşam
ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
ben yalnız ikinize hayranım
özür dilerim dünya
ben bu otelden çıkamam
imza: seniha.
ey benim ıslak yalnızlığım
umudum senden doğsun
insanların içinden
kendim olup taşayım
ölüm
sen en güzelsin bu saatlerde
biliyor musun seni ben
görmedim hiç gülerken
gülsen de pembesi bol bir resim yapıyorsun gibi gelir bana
gittikçe koyulaşan –kendini dışa vuran irice bir vişne?
neden olmasın-
yalnızken ve senden bunca uzakta
öyle soğuk, öyle anlamsız ki her şey
sevilen bir insan yüzünde ne yoksa
yağmur yağmur yağmur
uçsuz bucaksız bir deniz
anısız, sonrasız, biz bizeyiz
devinimsiz bir yüz gibi terlemekte zaman
geçmişte kalan bir çay saatinde sanki
o kadar kıpırtısız
saatsiz, müziksiz ve aynalarsız
ve dünyanın
nereden bakılırsa bakılsın
sadece yuvarlak olarak kaldığı
kalıverdiği bir çay saatinde sanki
gövdesiz, giysisiz, gömütsüz
bembeyaz bir belirsizlik gibi
karlara karıştılar
ve ben ki
güzel yazmayan ama güzel anlatan
ve güzel anlatılan
bir sanemdim de saklanmamı dışa çıkardım
ve eşsiz kaselerimle içkimi sundum
ve bir ortaçağ sahhafı gibi
özenle yerleştirdim kendimi
yaşamın büyük suyuna
kösnül suyuna
kendimi buldum
ve derdi: ayrılıklar tanışmamış gibi olmanın gene de bir suretidir. ey suret! neden iki kişisin?
ey geçmiş! silindikçe, silindikçe bugünle donanırsın
ey şimdi! geçmişle süslenirsin sen de
beni de katar mısınız aranıza? katarsanız bir limonlu votka, katmazsanız gene bir limonlu votka!
genç bir kız tanımıştım. üstelik çok da güzeldi. işte o genç ve güzel kız bir sabah kalkıyor ve intihar etmeye karar veriyor. giyinip süsleniyor üstelik. ilaç dolabından iki tüp nembutal alıp masanın üstüne boşaltıyor. tam o sırada bir bando mızıka takımı geçiyor kapının önünden. genç kız içgüdüsel bir hareketle pencereye koşuyor. gözü bando şefinin göbeğine takılıyor nedense. çılgınlar gibi gülmeye başlıyor. sonra da.. masanın üstündeki nembutal tabletlerini avuçlayıp konfetiler gibi savuruveriyor pencereden.
camlar kırıldı
leyla şahin
umutlu bir göçebeyiz
açık havalarda kurarız çadırımızı
aç şimdi kollarını
bir kuş çoğalıyor havada
vurulmuş bir sesiz
kirpikleri ıslak çıkarız sabaha
sar şimdi kollarını
sevdadır günü büyüten
toprağı bakışlamış alnımız
yürür gülün ve terin içine doğru
(camlar kırıldı
artık hüzünden alamazsın beni
"ağlayıp yandığım bir senin için")
bir kuş çoğalıyor havada
gözlerim taştı gözlerim
lal olup kalmadığım bir senin için
22.09.2011
imkansız poetika
ahmet oktay
orhan veli: teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
ilhan berk: sözcükler, suç işlemeden, aç kalmadan, acı çekmeden, sevişmeden kendilerine gelemezler. bunun için bizim gelip ellerinden tutmamızı beklerler.
heidegger: dil insanın evidir.
necip fazıl: şiirin üstün gayesi, alemlerin namütenahi kesret ifadesi içinde büyük ve merkeze doğru, iç içe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulade çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığıdır.
ahmet oktay: yazmak, bir sorunu çözümleme ya da bir sorun yaratma girişimidir.
iris murdoch: yozlaşmış, yalan söyleyen bir sanat, despotik bir toplumun temel görüntüsüdür. sanat, özellikle de edebiyat, hepimizin buluşabileceği ve güneşin altındaki her şeyin incelenip gözden geçirilebileceği bir düşünme salonudur. bu yüzden diktatörler ve platon gibi otorite yanlısı ahlakçılar tarafından korkulur ve saldırılır.
jean cocteau: şiir başka bir dile çevrilemez, yazıldığı dile bile.
"acılarımı anlatayım diye
bir dil verildi bana" (goethe)
hölderlin: dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana; yaratarak, yok ederek ve batarak ve hep yaşayana, sevgiliye ve anaya dönerek kendisinin ne olduğuna tanıklık etsin diye.
heidegger: şiir, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucu adlandırılışıdır ve şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir.
herbert marcuse: sanat ve devrim, dünyayı değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. ancak sanat kendi pratiğinde kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel olmayan olarak kalır. sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya çıkar. hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekala yapıtın içinde olmayabilir.
"erdem dolu, yine de şairce barınır
insan bu yeryüzünde" (hölderlin)
marx: insan gelişmesinin alanı zamandır. hiçbir boş zamanı olmayan, bütün hayatı kapitalist hesabına çalışması tarafından yutulan bir insan, bir yük hayvanından daha aşağıdır. o, başkaları hesabına zenginlik üreten, fizik bakımından ezilmiş ve entelektüel bakımdan alıklaştırılmış basit bir makinedir.
"ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilk çağıdır yüreğim" (melih cevdet anday)
heidegger: dil, yani şiir yeryüzünden kaçmak ve üzerinde dönüp durmak için yükselip üstüne çıkmış değildir yeryüzünün. şiir, insanı ilk kez yeryüzüne getiren, onu yeryüzüne ait kılan, böylelikle ona yaşayacak bir yer sağlayan şeydir.
melih cevdet anday: şiir bilgiden doğmaz. bilim adamı bildiklerinden başka bir bilgi çıkarmak için çalışır; ozan ise meraklarından 'ben'i çıkarmak ister. bu 'ben' kendisi değildir, yaratılacak insandır.
"neye yarar şairler yoksulluk zamanında?" (hölderlin)
mutlu yazar, ölü yazardır. mutlu olmak yasaklanmıştır yazara. mutlu olabilen, yazar olmaz, yazar olmayı istemez. kafka'yı anımsıyorum: felice'ye yazar: sadece yemek saatinden yemek saatine açılan ve önüne bir tepsi sürülen, hücreden hücreye geçilen bir zindanın en dip odasında yaşamayı ister. hiçbir ödülü, güvencesi olmayan yazı için.
son kertede hepimiz kişisel yeteneklerimiz ne olursa olsun, toplumsal koşulların ürünleriyiz.
orhan veli: teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
ilhan berk: sözcükler, suç işlemeden, aç kalmadan, acı çekmeden, sevişmeden kendilerine gelemezler. bunun için bizim gelip ellerinden tutmamızı beklerler.
heidegger: dil insanın evidir.
necip fazıl: şiirin üstün gayesi, alemlerin namütenahi kesret ifadesi içinde büyük ve merkeze doğru, iç içe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulade çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığıdır.
ahmet oktay: yazmak, bir sorunu çözümleme ya da bir sorun yaratma girişimidir.
iris murdoch: yozlaşmış, yalan söyleyen bir sanat, despotik bir toplumun temel görüntüsüdür. sanat, özellikle de edebiyat, hepimizin buluşabileceği ve güneşin altındaki her şeyin incelenip gözden geçirilebileceği bir düşünme salonudur. bu yüzden diktatörler ve platon gibi otorite yanlısı ahlakçılar tarafından korkulur ve saldırılır.
jean cocteau: şiir başka bir dile çevrilemez, yazıldığı dile bile.
"acılarımı anlatayım diye
bir dil verildi bana" (goethe)
hölderlin: dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana; yaratarak, yok ederek ve batarak ve hep yaşayana, sevgiliye ve anaya dönerek kendisinin ne olduğuna tanıklık etsin diye.
heidegger: şiir, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucu adlandırılışıdır ve şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir.
herbert marcuse: sanat ve devrim, dünyayı değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. ancak sanat kendi pratiğinde kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel olmayan olarak kalır. sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya çıkar. hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekala yapıtın içinde olmayabilir.
"erdem dolu, yine de şairce barınır
insan bu yeryüzünde" (hölderlin)
marx: insan gelişmesinin alanı zamandır. hiçbir boş zamanı olmayan, bütün hayatı kapitalist hesabına çalışması tarafından yutulan bir insan, bir yük hayvanından daha aşağıdır. o, başkaları hesabına zenginlik üreten, fizik bakımından ezilmiş ve entelektüel bakımdan alıklaştırılmış basit bir makinedir.
"ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilk çağıdır yüreğim" (melih cevdet anday)
heidegger: dil, yani şiir yeryüzünden kaçmak ve üzerinde dönüp durmak için yükselip üstüne çıkmış değildir yeryüzünün. şiir, insanı ilk kez yeryüzüne getiren, onu yeryüzüne ait kılan, böylelikle ona yaşayacak bir yer sağlayan şeydir.
melih cevdet anday: şiir bilgiden doğmaz. bilim adamı bildiklerinden başka bir bilgi çıkarmak için çalışır; ozan ise meraklarından 'ben'i çıkarmak ister. bu 'ben' kendisi değildir, yaratılacak insandır.
"neye yarar şairler yoksulluk zamanında?" (hölderlin)
mutlu yazar, ölü yazardır. mutlu olmak yasaklanmıştır yazara. mutlu olabilen, yazar olmaz, yazar olmayı istemez. kafka'yı anımsıyorum: felice'ye yazar: sadece yemek saatinden yemek saatine açılan ve önüne bir tepsi sürülen, hücreden hücreye geçilen bir zindanın en dip odasında yaşamayı ister. hiçbir ödülü, güvencesi olmayan yazı için.
son kertede hepimiz kişisel yeteneklerimiz ne olursa olsun, toplumsal koşulların ürünleriyiz.
21.09.2011
breaking bad
insan zengin olmayı öğrenmeli. fakirliği herkes idare edebilir.
hapiste gardiyanların tacizine uğramaktansa her gün paranoyak davranmayı tercih ederim.
yaptıklarımızı iyi bir nedenden ötürü yaptığımız sürece endişe edecek bir şeyimiz yok demektir. aileden daha iyi bir neden de yoktur.
iyi adamlar hiçbir zaman kötü adamlar gibi ilgi görmez.
maddeyi madde yapan kimyasal bağlardır. fiziksel dünyayı bir arada tutan bu bağlardır. bizi bir arada tutan.
"dostunu kendine yakın tut, düşmanını daha yakın."
"tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset." (musevi atasözü)
kanser teşhisim konulduğunda, kendi kendime dedim ki: "neden ben?" ve sonra geçen gün iyi haberi aldığımda yine aynı şeyi söyledim.
"düşmanını kendin kadar iyi tanırsan birçok çatışmada tehlikesiz dövüşürsün." (sun tzu)
doktorlar kemoterapi sayesinde bir yıl, iki yıl daha yaşamaktan bahsediyor. sanki tek önemli şey buymuş gibi. ama çalışamayacak kadar hastaysam yaşamanın ne anlamı var? yemekten zevk alamayacaksam? sevişemeyeceksem? kalan zamanımda kendi evimde yaşamak istiyorum. kendi yatağımda uyumak istiyorum. her allahın günü 30-40 hap yutup saçımın dökülmesini, ayağa kalkamayacak kadar yorgun halde yatmayı ve başımı kıpırdatamayacak kadar midemin bulanmasını istemiyorum.
hapiste gardiyanların tacizine uğramaktansa her gün paranoyak davranmayı tercih ederim.
yaptıklarımızı iyi bir nedenden ötürü yaptığımız sürece endişe edecek bir şeyimiz yok demektir. aileden daha iyi bir neden de yoktur.
iyi adamlar hiçbir zaman kötü adamlar gibi ilgi görmez.
maddeyi madde yapan kimyasal bağlardır. fiziksel dünyayı bir arada tutan bu bağlardır. bizi bir arada tutan.
"dostunu kendine yakın tut, düşmanını daha yakın."
"tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset." (musevi atasözü)
kanser teşhisim konulduğunda, kendi kendime dedim ki: "neden ben?" ve sonra geçen gün iyi haberi aldığımda yine aynı şeyi söyledim.
"düşmanını kendin kadar iyi tanırsan birçok çatışmada tehlikesiz dövüşürsün." (sun tzu)
doktorlar kemoterapi sayesinde bir yıl, iki yıl daha yaşamaktan bahsediyor. sanki tek önemli şey buymuş gibi. ama çalışamayacak kadar hastaysam yaşamanın ne anlamı var? yemekten zevk alamayacaksam? sevişemeyeceksem? kalan zamanımda kendi evimde yaşamak istiyorum. kendi yatağımda uyumak istiyorum. her allahın günü 30-40 hap yutup saçımın dökülmesini, ayağa kalkamayacak kadar yorgun halde yatmayı ve başımı kıpırdatamayacak kadar midemin bulanmasını istemiyorum.
andrew carnegie
alberto manguel
19. ve 20. yüzyılların abd'sinin fabrikalardan, imalathanelerden ve bankalardan kazandıkları servetlerle ünlü milyonerleri, paralarını sürekli olarak okullar, müzeler ve hepsinden önce kültür merkezleri olmanın yanında kurucularının gözünde anıtlaşan kütüphaneler kurmak için kullanırlardı.
bu hayırseverlerin en ünlüsü, andrew carnegie 1890'da, "bir topluma verilebilecek en iyi armağan nedir?" diye sormuştu. kendi sorusuna verdiği yanıtta, "ücretsiz bir kütüphane ilk sırada gelir." diyordu.
andrew carnegie'nin servet ve kitap kültürüyle ilişkisi karmaşık ve çelişkilidir. mali kazanç elde etme yolunda amansız biri olarak muazzam servetinin neredeyse %90'ını aralarında doğum yeri iskoçya'dan fiji ve seychelle adalarına dek ingilizce konuşulan 12 kadar ülkede kurulan 2500'ü aşkın kütüphane olmak üzere her türlü kamu kurumuna bağışlamıştı. entelektüel uğraşlara tapar ama kendisi bunlarla meşgul olmayı sevmezdi.
işçilerine karşı acımasız davranan carnegie dört yüzü aşkın sanatçıyı, bilim insanını, şairi mali yardım olsun diye özel aylığa bağlamıştı; velinimetini "kibar ve iyi niyetli" bir adam diye tanımlayan walt whitman da bunların arasındaydı.
carnegie'nin işçileri haftada yedi gün çalışmaya zorlanıyor, noel ve 4 temmuz dışında onlara tatil izni verilmiyor, korkunç derecede düşük ücretler ödeniyor ve kanalizasyon borularıyla su tesisatının yan yana durduğu sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakılıyorlardı. carnegie'nin yanında çalışanların beşte biri kaza sonucu ölmüşlerdi.
her ne kadar kapitalizmin kutsallığına inanmış olsa da: "çalışan birinin daha yararlı bir yurttaş olduğu ve avare prensten daha çok saygı görmesi gerektiğini" ısrarla söylerdi. carnegie zengin olmak isteyen bir adamın acımasız olması gerektiğine inanırdı; aynı zamanda böyle bir serveti, sömürdüğü toplumun "ruhuna ışık tutmak" için kullanmaktan yanaydı.
onlarca yazar carnegie kütüphanelerine çok şey borçlu olduklarını kabul etmektedirler. john updike ergenlik yıllarında pennsylvania, reading'deki carnegie kütüphanesi'nde kendi yaşadığı deneyimleri anlatırken "genel olarak bizlerin ömür boyu okurlar olup olmayacağımızı belirleyen o gelişme çağlarında sağladığı özgürlük için" minnettarlık duyduğunu söylemişti. sözlerini şöyle bitiriyordu:
"orası önüme bir tür cennetin kapılarını açtı."
19. ve 20. yüzyılların abd'sinin fabrikalardan, imalathanelerden ve bankalardan kazandıkları servetlerle ünlü milyonerleri, paralarını sürekli olarak okullar, müzeler ve hepsinden önce kültür merkezleri olmanın yanında kurucularının gözünde anıtlaşan kütüphaneler kurmak için kullanırlardı.
bu hayırseverlerin en ünlüsü, andrew carnegie 1890'da, "bir topluma verilebilecek en iyi armağan nedir?" diye sormuştu. kendi sorusuna verdiği yanıtta, "ücretsiz bir kütüphane ilk sırada gelir." diyordu.
andrew carnegie'nin servet ve kitap kültürüyle ilişkisi karmaşık ve çelişkilidir. mali kazanç elde etme yolunda amansız biri olarak muazzam servetinin neredeyse %90'ını aralarında doğum yeri iskoçya'dan fiji ve seychelle adalarına dek ingilizce konuşulan 12 kadar ülkede kurulan 2500'ü aşkın kütüphane olmak üzere her türlü kamu kurumuna bağışlamıştı. entelektüel uğraşlara tapar ama kendisi bunlarla meşgul olmayı sevmezdi.
işçilerine karşı acımasız davranan carnegie dört yüzü aşkın sanatçıyı, bilim insanını, şairi mali yardım olsun diye özel aylığa bağlamıştı; velinimetini "kibar ve iyi niyetli" bir adam diye tanımlayan walt whitman da bunların arasındaydı.
carnegie'nin işçileri haftada yedi gün çalışmaya zorlanıyor, noel ve 4 temmuz dışında onlara tatil izni verilmiyor, korkunç derecede düşük ücretler ödeniyor ve kanalizasyon borularıyla su tesisatının yan yana durduğu sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakılıyorlardı. carnegie'nin yanında çalışanların beşte biri kaza sonucu ölmüşlerdi.
her ne kadar kapitalizmin kutsallığına inanmış olsa da: "çalışan birinin daha yararlı bir yurttaş olduğu ve avare prensten daha çok saygı görmesi gerektiğini" ısrarla söylerdi. carnegie zengin olmak isteyen bir adamın acımasız olması gerektiğine inanırdı; aynı zamanda böyle bir serveti, sömürdüğü toplumun "ruhuna ışık tutmak" için kullanmaktan yanaydı.
onlarca yazar carnegie kütüphanelerine çok şey borçlu olduklarını kabul etmektedirler. john updike ergenlik yıllarında pennsylvania, reading'deki carnegie kütüphanesi'nde kendi yaşadığı deneyimleri anlatırken "genel olarak bizlerin ömür boyu okurlar olup olmayacağımızı belirleyen o gelişme çağlarında sağladığı özgürlük için" minnettarlık duyduğunu söylemişti. sözlerini şöyle bitiriyordu:
"orası önüme bir tür cennetin kapılarını açtı."
19.09.2011
hafız celal
turan dursun
hafız celal, köyden biraz uzakta otlayan ineği tutmuş, uygun bir yere götürmüş. bir yar'ın altına. kimsenin kolayca göremeyeceği bir yer. oh ne güzel. bir de söğüt ağacı. bir ip aramış ineği bağlamak için. bulamayınca şalvarının uçkurunu çıkarıp onunla bağlamış söğüde. ineği yar'a yanaştırmış. güzel. yanaşmaya çalışmış. ama olmuyor, inek yüksek geliyor. taş maş getirip ayağının altına koymuş. bu kez olmuş gibi olmuş; ama yine de tam değil. işte yar'ın eteğinde uygun bir yükseklik. hem de merdiven gibi. kim yapmışsa allah razı olsun! çok uygunmuş. biraz da kendisi yontarak, kazıyarak kendine göre uygunlaştırmış. şimdi iyice tamam. ve başlamış ineğe gönlünce yanaşmaya. hem de ne yanaşma. inek de tam "inek". mübarek hayvan, boynunu uzatmış ileriye. arkasını da hafız'a vermiş. "teslimiyet" buna derler. işin kıvamını bozmamak için kıpırdamamış bile. ve keyfine sınır olmayan hafız celal başlamış "şey" etmeye. bir gidip gelmiş.
her şey yolunda giderken, aman o da ne: tepesinde biri. nereden çıktın sen be allah'ın belası! yar'ın üstünde. kendi deyimiyle "kıllı kürt". ne fena, ne korkunç şey! ne yapsın şimdi? toparlanmaya çalışmış. uçkurunu inekten alıp şalvarına geçirmeye davranmış. ne var ki daha toparlanamadan "kıllı kürd"ü karşısında bulmuş: kulleteynin ayrılmaz taharetçilerinden husso. dikilmiş duruyor. son derece soğukkanlı. o denli de ürkünç. azrail aleyhisselam'ın ikiz kardeşi. elinden kurtulup kaçmak olanaksız. hiç mi hiç konuşmadan heykel gibi durmuş bir süre. sonra giydiği şalvarını bağlamaya çalışan hafız'a onu çıkarmasını söylemiş. ne yani, ne yapmak istiyor bu azman?
ne yapmak istediğini hiç konuşmadan anlatmış: "sen benim ineğimi becerdin, ben de seni becereceğim!" anlamında. çok soğuk ve keskin biçimde. aman zaman yok. adalet mi bu, ineğe karşı insan? öyle ama ne yapılabilir?
celal düşünmüş; belanın böylesinin işaretine boyun eğmekten başka yol bulamayıp sıyırmış bacağındakini. "inek" gibi o da teslim olmuş. hem de tanrının işine bakın ki "allahın kıllı kürdü"ne. bir de bakmış ki gerçekten de kıllı kıllı bacaklar. yalnızca bacaklar mı, orası da ve altı üstü de. "aman allahım!"
husso girişmiş. yine hiç konuşmadan. ve bir güzel becermiş. asıl inekse başını çevirip bakıyormuş olan bitene. melül melül. artık olan olmuş. hiç değilse başkaları görüp duymasa. hafız şalvarını ivedi ivedi giymiş, uçkurunu takıp bağlamış. yürüyüp gitmeye hazırlanırken, ah işte birileri daha. ulan bu it sürü nereden de çıkar böyle? bir anlık şaşkınlıktan sonra tüymüş. ardına bakmadan. gelin görün ki iş duyulmuş. celal belki de kaçarmış şimdi. yani artık kartallı'da kalamayabilirmiş. olayı örtbas etsinler diye gidip "hüküm" sahibi kimselere yalvarıyormuş. molla nasır'a, şeyh şaban'a, molla zeki'ye.
hafız celal, köyden biraz uzakta otlayan ineği tutmuş, uygun bir yere götürmüş. bir yar'ın altına. kimsenin kolayca göremeyeceği bir yer. oh ne güzel. bir de söğüt ağacı. bir ip aramış ineği bağlamak için. bulamayınca şalvarının uçkurunu çıkarıp onunla bağlamış söğüde. ineği yar'a yanaştırmış. güzel. yanaşmaya çalışmış. ama olmuyor, inek yüksek geliyor. taş maş getirip ayağının altına koymuş. bu kez olmuş gibi olmuş; ama yine de tam değil. işte yar'ın eteğinde uygun bir yükseklik. hem de merdiven gibi. kim yapmışsa allah razı olsun! çok uygunmuş. biraz da kendisi yontarak, kazıyarak kendine göre uygunlaştırmış. şimdi iyice tamam. ve başlamış ineğe gönlünce yanaşmaya. hem de ne yanaşma. inek de tam "inek". mübarek hayvan, boynunu uzatmış ileriye. arkasını da hafız'a vermiş. "teslimiyet" buna derler. işin kıvamını bozmamak için kıpırdamamış bile. ve keyfine sınır olmayan hafız celal başlamış "şey" etmeye. bir gidip gelmiş.
her şey yolunda giderken, aman o da ne: tepesinde biri. nereden çıktın sen be allah'ın belası! yar'ın üstünde. kendi deyimiyle "kıllı kürt". ne fena, ne korkunç şey! ne yapsın şimdi? toparlanmaya çalışmış. uçkurunu inekten alıp şalvarına geçirmeye davranmış. ne var ki daha toparlanamadan "kıllı kürd"ü karşısında bulmuş: kulleteynin ayrılmaz taharetçilerinden husso. dikilmiş duruyor. son derece soğukkanlı. o denli de ürkünç. azrail aleyhisselam'ın ikiz kardeşi. elinden kurtulup kaçmak olanaksız. hiç mi hiç konuşmadan heykel gibi durmuş bir süre. sonra giydiği şalvarını bağlamaya çalışan hafız'a onu çıkarmasını söylemiş. ne yani, ne yapmak istiyor bu azman?
ne yapmak istediğini hiç konuşmadan anlatmış: "sen benim ineğimi becerdin, ben de seni becereceğim!" anlamında. çok soğuk ve keskin biçimde. aman zaman yok. adalet mi bu, ineğe karşı insan? öyle ama ne yapılabilir?
celal düşünmüş; belanın böylesinin işaretine boyun eğmekten başka yol bulamayıp sıyırmış bacağındakini. "inek" gibi o da teslim olmuş. hem de tanrının işine bakın ki "allahın kıllı kürdü"ne. bir de bakmış ki gerçekten de kıllı kıllı bacaklar. yalnızca bacaklar mı, orası da ve altı üstü de. "aman allahım!"
husso girişmiş. yine hiç konuşmadan. ve bir güzel becermiş. asıl inekse başını çevirip bakıyormuş olan bitene. melül melül. artık olan olmuş. hiç değilse başkaları görüp duymasa. hafız şalvarını ivedi ivedi giymiş, uçkurunu takıp bağlamış. yürüyüp gitmeye hazırlanırken, ah işte birileri daha. ulan bu it sürü nereden de çıkar böyle? bir anlık şaşkınlıktan sonra tüymüş. ardına bakmadan. gelin görün ki iş duyulmuş. celal belki de kaçarmış şimdi. yani artık kartallı'da kalamayabilirmiş. olayı örtbas etsinler diye gidip "hüküm" sahibi kimselere yalvarıyormuş. molla nasır'a, şeyh şaban'a, molla zeki'ye.
emek
bertrand russell
ekonomik baskı her türden zihinsel ve ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar.
modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer. çalışma ahlakı, köle ahlakıdır; modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.
yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçilerin, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır.
yoksulluk, bilgisizlik, saatlerce çalışıp didinmek, yerinden işinden güvenli olmamak gibi kötü koşullar içinde yaşayan insana gerçekten özgür denemez. böyle bir insan hayatını dilediği ve layık olduğu şekilde geçiriyor olamaz. özgürlük denince şu dört öge de bulunmalıdır: ulusça, hukukça, bireyce ve ekonomik özgürlük.
bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü aylak sınıf yaratmıştır. sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. aylak sınıf olmasa insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.
insanlığın makinelerin verimliliğinden yararlanabilmesini sağlayacak daha iyi bir iktisadi örgütlenme, daha çok boş zaman kalmasına yol açardı; boş zamanın çoğu ise, hatırı sayılır beyinsel çalışmaları ve merakı olanlar dışında, insanlara sıkıcı gelir. boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel zevk de göz önünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması gerekir.
biz iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için sürüyle gereksiz şey üretiriz. nüfusun bir bölümünü gereğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız; havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.
ekonomik baskı her türden zihinsel ve ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar.
modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer. çalışma ahlakı, köle ahlakıdır; modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.
yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçilerin, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır.
yoksulluk, bilgisizlik, saatlerce çalışıp didinmek, yerinden işinden güvenli olmamak gibi kötü koşullar içinde yaşayan insana gerçekten özgür denemez. böyle bir insan hayatını dilediği ve layık olduğu şekilde geçiriyor olamaz. özgürlük denince şu dört öge de bulunmalıdır: ulusça, hukukça, bireyce ve ekonomik özgürlük.
bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü aylak sınıf yaratmıştır. sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. aylak sınıf olmasa insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.
insanlığın makinelerin verimliliğinden yararlanabilmesini sağlayacak daha iyi bir iktisadi örgütlenme, daha çok boş zaman kalmasına yol açardı; boş zamanın çoğu ise, hatırı sayılır beyinsel çalışmaları ve merakı olanlar dışında, insanlara sıkıcı gelir. boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel zevk de göz önünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması gerekir.
biz iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için sürüyle gereksiz şey üretiriz. nüfusun bir bölümünü gereğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız; havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.
18.09.2011
şahmaran
sennur sezer
analar babalar, çocuklarının altın tahtını yapar, bahtını yapamazlar.
ölüden diri, diriden ölü doğar.
kerem türk-müslüman, aslı ise ermeni-hristiyandır.
sevgi uğruna yola düşen, başına gelenlere severek katlanmalı.
ademoğlunun birinin burayı öğrenmesiyle bin kişinin öğrenmesi farksızdır.
yaşar kemal’in gençlik yıllarında oba oba, köy köy dolaşarak ağıtlar söylediği, ezgili hikayeler anlattığı biliniyor.
can canandan azizdir.
bu cin ulusunun erkeğine cin deniyor ama kızları peri adını alıyormuş. hepsi de öyle yakındı ki, "cin gibi" sözünün zeki insanlara, "peri gibi" sözünün güzelliğe neden yakıştırıldığını anladım.
şahmaran, dünyadaki tüm yılan ve bu cinsten hayvanlara egemen bir canlıdır. insan başlı bir yılan olduğu rivayet edilir. yaşını bilen yoktur. onu gören her ot ve ağaç dile gelip özelliklerini, şifa olduğu dertleri dile getirir. şahmaran'ın etinin dahi çaresiz dertlere şifa olduğu söylenir. bu yaratığı gören ademoğlunun bedeninin belden aşağısı balık gibi bembeyaz pullu olduğu duyulmuştur.
yılan zehirlerinin derde deva oluşu kadar şahmaran inanışı hekimlikle, eczacılıkla ilgili işaretlere yılan resmini yerleştirmiş.
analar babalar, çocuklarının altın tahtını yapar, bahtını yapamazlar.
ölüden diri, diriden ölü doğar.
kerem türk-müslüman, aslı ise ermeni-hristiyandır.
sevgi uğruna yola düşen, başına gelenlere severek katlanmalı.
ademoğlunun birinin burayı öğrenmesiyle bin kişinin öğrenmesi farksızdır.
yaşar kemal’in gençlik yıllarında oba oba, köy köy dolaşarak ağıtlar söylediği, ezgili hikayeler anlattığı biliniyor.
can canandan azizdir.
bu cin ulusunun erkeğine cin deniyor ama kızları peri adını alıyormuş. hepsi de öyle yakındı ki, "cin gibi" sözünün zeki insanlara, "peri gibi" sözünün güzelliğe neden yakıştırıldığını anladım.
şahmaran, dünyadaki tüm yılan ve bu cinsten hayvanlara egemen bir canlıdır. insan başlı bir yılan olduğu rivayet edilir. yaşını bilen yoktur. onu gören her ot ve ağaç dile gelip özelliklerini, şifa olduğu dertleri dile getirir. şahmaran'ın etinin dahi çaresiz dertlere şifa olduğu söylenir. bu yaratığı gören ademoğlunun bedeninin belden aşağısı balık gibi bembeyaz pullu olduğu duyulmuştur.
yılan zehirlerinin derde deva oluşu kadar şahmaran inanışı hekimlikle, eczacılıkla ilgili işaretlere yılan resmini yerleştirmiş.
17.09.2011
yürüyüş
george orwell
bir ülkenin toplumsal atmosferinin acele fakat oldukça kesin bir değerlendirmesini o ülke ordusunun gösteri adımları sunar.
bir askeri yürüyüş gerçek bir ayin dansıdır, bir bale gibi, belirli bir yaşam felsefesini vurgular. örneğin kaz adımı, bir pike bombardıman uçağından bile daha dehşete düşürücü, dünyanın en korkutucu görüntülerinden biridir. çıplak gücün tam bir ifadesidir ve tamamen bilinçli ve niyetli olarak yüze inen bir postal darbesi görüntüsü içerir. onun çirkinliği özüne aittir ve kurbanının yüzüne karşı dalga geçen zorba gibi "evet, ben çirkinim ve sen bana gülmeye cesaret edemezsin." demek içindir.
bir ülkenin toplumsal atmosferinin acele fakat oldukça kesin bir değerlendirmesini o ülke ordusunun gösteri adımları sunar.
bir askeri yürüyüş gerçek bir ayin dansıdır, bir bale gibi, belirli bir yaşam felsefesini vurgular. örneğin kaz adımı, bir pike bombardıman uçağından bile daha dehşete düşürücü, dünyanın en korkutucu görüntülerinden biridir. çıplak gücün tam bir ifadesidir ve tamamen bilinçli ve niyetli olarak yüze inen bir postal darbesi görüntüsü içerir. onun çirkinliği özüne aittir ve kurbanının yüzüne karşı dalga geçen zorba gibi "evet, ben çirkinim ve sen bana gülmeye cesaret edemezsin." demek içindir.
16.09.2011
devlet
platon
bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi en az isteyenler oldu mu, dirliğin de, düzenin de en iyi olarak var demektir. baştakilerin böyle olmadığı yerdeyse, tam tersine, ne dirlik vardır, ne düzen.
zenginlikle doğruluk öyle ayrı şeylerdir ki, ikisini teraziye koydun mu, kefelerin biri hep aşağı iner, öteki yukarı çıkar.
bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır.
bir şehirde dilenci gördün mü, orada hırsızlar, yankesiciler, dinsizler, kanlı katiller de vardır.
oligarşilerde baştakilerden başka hemen herkes dilencidir.
değerli insan kendine yeter; tek başına yaşamanın tadına varabilir. herkesten daha az arar başkalarını.
filozoflar devletlerde kral ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça; böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, devletlerin başı dertten kurtulmaz.
bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en iyi hırsızıdır da.
thrasymakhos: doğru, güçlünün işine gelendir.
doğru insan iyi yüreklidir; ama istediğini bilmez.
haksızlık etmek fırsatını bulan herkes haksızlık eder. doğruluksa doğruya hiçbir kar sağlamaz. eğriliğin doğruluktan daha çok karlı olduğuna inanmayan hiç kimse yoktur. her şeyi yapma fırsatını bulan kimse, haksızlık etmek istemez, başkalarının malına dokunmazsa, bunun farkına varanlar ona enayi derler içlerinden. ama haksızlık görmekten korktukları için de yüzüne karşı onu yalancıktan överler.
babalar oğullarına "doğru adam olacaksın" derler; eğiticilerin de yaptığı budur. ama doğruluğu, doğruluktur diye değil, insana iyi ün kazandırdığı için överler. doğru görünüp böylece yüksek mevkilere ulaşmasını, iyi evlenmesini, nimetleri sağlamasını isterler. onlar için önemli olan ün kazanmaktır.
insanlar, ancak korkaklık, ihtiyarlık ya da başka bir yetersizlik yüzünden eğrilik edemedikleri için, eğriliği kötülerler. bu çeşit insanlara haksızlık etmek imkanı verilecek olsa, bu imkanı sonuna kadar kullanırlar.
başlı başına bir doğruluk ve eğrilik vardır. her ikisi de, tanrılar ve insanlar görsün görmesin, insanın içindedir.
toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir.
thrasymakhos: doğru olmayan doğru olandan daha iyi yaşar.
bir iş tam zamanında yapılmadı mı bir şeye yaramaz.
savaş, teklerin hayatında olduğu gibi, toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinme hırsından doğuyor.
her işte önemli olan başlangıçtır.
yapısı en sağlam olan şey, başka bir şeyin en az dokunabileceği, en az değiştirebileceği şeydir. bir beden yiyeceğin, içeceğin ve yorgunluğun; bitkiler de güneşin, rüzgarın ve buna benzer kuvvetlerin etkisi altında, ne kadar sağlam ve güçlüyseler, o kadar az değişirler. ruh da ne kadar sağlam ve olgunsa, dışarıdan gelecek bir etki onu o kadar az değiştirir.
yalan, devlet gemisini batıracak bir fırtınadır.
odysseus: açlıktan ölmek insanın başına geleceklerin en kötüsüdür.
"dayan yüreğim, bir vakitler daha da kötüsüne dayanmıştın."
hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. müzik eğitimi gereği gibi yapıldı mı insanı yüceltir, özünü güzelleştirir. kötü yapılınca da, bunun tersi olur.
müziğin insanı götüreceği yer, güzellik sevgisidir.
phokylides: insan dünyalığını sağladı mı, üstün değerlerle uğraşmalıdır.
gördüğü eğitim bir insanı nereye sürerse, oraya gider; çünkü benzer hep benzerini arar.
bir şey iyi başlarsa zamanla daha iyiye, kötü başlarsa daha kötüye gider. her şey sonunda kendinin en son gücüne varır.
kanun koyarken güzellik, iyilik, doğruluk üstünde aldanmak, bir adamı yanlışlıkla öldürmekten çok daha ağır bir suçtur.
bitkilerde, bütün canlılarda, her tohumun, her fidanın yaşama gücü ne kadar büyük olursa, kendine uygun besini, mevsimi, yeri bulamayınca göreceği zarar da o ölçüde büyük olur; çünkü kötünün iyiye zararı, iyi olmayana zararından daha çoktur.
iyi dediğimiz şey, halk için zevkte, aydın kişiler içinse düşüncededir.
düşünceyi gerektirmeyen nesneler, insanda aynı zamanda iki karşıt duyuş uyandırmayan nesnelerdir. uyandıranlarsa, düşünceyi gerektirir. uzaktan olsun, yakından olsun gördüğümüz bir şeyin şu mu, bu mu olduğunu kestiremediğimiz zaman düşünürüz.
geometri biliminin konusu, onu kullananların sandıklarından çok ayrı bir şeydir. geometri her zaman için var olanı bilmeye yarar; doğup öleni bilmeye değil.
şeref, amacına erişen herkesin tattığı bir şeydir; zengin, kahraman ve bilge, halkın alkışladığı insanlardır; her üçü de ün kazanmanın ne olduğunu bilirler; ama gerçeğin ne olduğu üzerinde düşünmenin zevkini yalnız filozof tadabilir.
en iyi şey kendimize özgü olanı bulmaktır.
insanın üç zevki varsa, bunun biri kanuna, düzene uygun, ikisi piçtir.
kötü insanı asıl öldüren, başkalarının ona kötülüğü yüzünden verdikleri ölüm cezası değildir.
bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi en az isteyenler oldu mu, dirliğin de, düzenin de en iyi olarak var demektir. baştakilerin böyle olmadığı yerdeyse, tam tersine, ne dirlik vardır, ne düzen.
zenginlikle doğruluk öyle ayrı şeylerdir ki, ikisini teraziye koydun mu, kefelerin biri hep aşağı iner, öteki yukarı çıkar.
bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır.
bir şehirde dilenci gördün mü, orada hırsızlar, yankesiciler, dinsizler, kanlı katiller de vardır.
oligarşilerde baştakilerden başka hemen herkes dilencidir.
değerli insan kendine yeter; tek başına yaşamanın tadına varabilir. herkesten daha az arar başkalarını.
filozoflar devletlerde kral ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça; böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, devletlerin başı dertten kurtulmaz.
bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en iyi hırsızıdır da.
thrasymakhos: doğru, güçlünün işine gelendir.
doğru insan iyi yüreklidir; ama istediğini bilmez.
haksızlık etmek fırsatını bulan herkes haksızlık eder. doğruluksa doğruya hiçbir kar sağlamaz. eğriliğin doğruluktan daha çok karlı olduğuna inanmayan hiç kimse yoktur. her şeyi yapma fırsatını bulan kimse, haksızlık etmek istemez, başkalarının malına dokunmazsa, bunun farkına varanlar ona enayi derler içlerinden. ama haksızlık görmekten korktukları için de yüzüne karşı onu yalancıktan överler.
babalar oğullarına "doğru adam olacaksın" derler; eğiticilerin de yaptığı budur. ama doğruluğu, doğruluktur diye değil, insana iyi ün kazandırdığı için överler. doğru görünüp böylece yüksek mevkilere ulaşmasını, iyi evlenmesini, nimetleri sağlamasını isterler. onlar için önemli olan ün kazanmaktır.
insanlar, ancak korkaklık, ihtiyarlık ya da başka bir yetersizlik yüzünden eğrilik edemedikleri için, eğriliği kötülerler. bu çeşit insanlara haksızlık etmek imkanı verilecek olsa, bu imkanı sonuna kadar kullanırlar.
başlı başına bir doğruluk ve eğrilik vardır. her ikisi de, tanrılar ve insanlar görsün görmesin, insanın içindedir.
toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir.
thrasymakhos: doğru olmayan doğru olandan daha iyi yaşar.
bir iş tam zamanında yapılmadı mı bir şeye yaramaz.
savaş, teklerin hayatında olduğu gibi, toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinme hırsından doğuyor.
her işte önemli olan başlangıçtır.
yapısı en sağlam olan şey, başka bir şeyin en az dokunabileceği, en az değiştirebileceği şeydir. bir beden yiyeceğin, içeceğin ve yorgunluğun; bitkiler de güneşin, rüzgarın ve buna benzer kuvvetlerin etkisi altında, ne kadar sağlam ve güçlüyseler, o kadar az değişirler. ruh da ne kadar sağlam ve olgunsa, dışarıdan gelecek bir etki onu o kadar az değiştirir.
yalan, devlet gemisini batıracak bir fırtınadır.
odysseus: açlıktan ölmek insanın başına geleceklerin en kötüsüdür.
"dayan yüreğim, bir vakitler daha da kötüsüne dayanmıştın."
hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. müzik eğitimi gereği gibi yapıldı mı insanı yüceltir, özünü güzelleştirir. kötü yapılınca da, bunun tersi olur.
müziğin insanı götüreceği yer, güzellik sevgisidir.
phokylides: insan dünyalığını sağladı mı, üstün değerlerle uğraşmalıdır.
gördüğü eğitim bir insanı nereye sürerse, oraya gider; çünkü benzer hep benzerini arar.
bir şey iyi başlarsa zamanla daha iyiye, kötü başlarsa daha kötüye gider. her şey sonunda kendinin en son gücüne varır.
kanun koyarken güzellik, iyilik, doğruluk üstünde aldanmak, bir adamı yanlışlıkla öldürmekten çok daha ağır bir suçtur.
bitkilerde, bütün canlılarda, her tohumun, her fidanın yaşama gücü ne kadar büyük olursa, kendine uygun besini, mevsimi, yeri bulamayınca göreceği zarar da o ölçüde büyük olur; çünkü kötünün iyiye zararı, iyi olmayana zararından daha çoktur.
iyi dediğimiz şey, halk için zevkte, aydın kişiler içinse düşüncededir.
düşünceyi gerektirmeyen nesneler, insanda aynı zamanda iki karşıt duyuş uyandırmayan nesnelerdir. uyandıranlarsa, düşünceyi gerektirir. uzaktan olsun, yakından olsun gördüğümüz bir şeyin şu mu, bu mu olduğunu kestiremediğimiz zaman düşünürüz.
geometri biliminin konusu, onu kullananların sandıklarından çok ayrı bir şeydir. geometri her zaman için var olanı bilmeye yarar; doğup öleni bilmeye değil.
şeref, amacına erişen herkesin tattığı bir şeydir; zengin, kahraman ve bilge, halkın alkışladığı insanlardır; her üçü de ün kazanmanın ne olduğunu bilirler; ama gerçeğin ne olduğu üzerinde düşünmenin zevkini yalnız filozof tadabilir.
en iyi şey kendimize özgü olanı bulmaktır.
insanın üç zevki varsa, bunun biri kanuna, düzene uygun, ikisi piçtir.
kötü insanı asıl öldüren, başkalarının ona kötülüğü yüzünden verdikleri ölüm cezası değildir.
15.09.2011
insan
goethe
insan her bakımdan basit şeyler için yaratılmıştır; sadece bildiği şeyi kavrar ve bundan mutluluk duyar.
ancak büyük bir uzman yağlıboya bir tabloyu anlar; bildiği genel konularla, resimdeki çeşitli ayrıntılar arasında bir bağ kurmayı bilir; tablo bütünüyle olduğu kadar, ayrıntıları ile de onun için anlaşılır bir şeydir. ayrıca bazı bölümlere özel bir ilgi ile yaklaşmaz; bir yüz güzel midir, çirkin midir, resmin bir kısmı aydınlık mıdır, karanlık mıdır diye sormaz; aksine her şeyi, yerli yerinde mi, kurallara uygun ve doğru düzgün mü diye sorgular. ama cahil birini belli bir kapsama sahip bir tablonun önüne koyun, onun tabloda anlatılan her şeye nasıl ilgisiz kaldığını ya da her şeyin kafasını karıştırdığını, bazı kısımların ilgisini çektiğini, başka kısımlarınsa ona iğrenç geldiğini ve nihayetinde kendisine tanıdık gelen basit şeylerde, şu miğfer ya da şu kalem pek güzel resmedilmiş gibi övgülerde bulunarak takılıp kaldığını görürüz.
aslında biz insanlar, dünyanın yazgısını anlatan önemli tablolar karşısında az ya da çok o cahil insanın rolünü üstleniriz. resmin aydınlık ve çarpıcı yanları ilgimizi çeker; gölgeli ve itici tarafları ise bizi iter; bütün olarak kafamızı karıştırır ve biz boşuna kötü olduğuna inandığımız tek bir olgu düşüncesini arar dururuz.
bir insan, insanlarla ilgili konularda her şeyi biliyor olabilir; bir insanın, bir ustanın bilgisini ve sanatını tümüyle öğrenmesi de mümkündür; ama işin içine tanrısal konular girdi mi, ancak en yüce varlıkla eşit değerdeki varlık bunu başarabilir. evet, böyle biri bize bu tip sırları anlatacak ve ortaya koyacak olsa bile, bunları anlamakta ve neresinden başlayacağımızı bilmekte güçlük çekeriz; eğer uzman kişi tüm uyarılara rağmen resmi değerlendirdiği ölçütleri anlatamayacak olursa, bizim yine o resmin önünde duran cahil kişiden farkımız kalmaz.
bu bakımdan tüm dinlerin doğrudan tanrı tarafından aktarılmamış olması, bu işin mükemmel insanlara bırakılması, bu iş için insanların benzerlerinin düşünülmüş olması, büyük insan topluluğunun gereksiniminin karşılanması ve olayın kavranması açısından çok yerinde olmuştur.
eğer bu görevi tanrı üstlenseydi, kimse dinleri anlamazdı; dinler insanların eseri olduğu için, kavranamayacak şeyi dile getirmezler.
insan her bakımdan basit şeyler için yaratılmıştır; sadece bildiği şeyi kavrar ve bundan mutluluk duyar.
ancak büyük bir uzman yağlıboya bir tabloyu anlar; bildiği genel konularla, resimdeki çeşitli ayrıntılar arasında bir bağ kurmayı bilir; tablo bütünüyle olduğu kadar, ayrıntıları ile de onun için anlaşılır bir şeydir. ayrıca bazı bölümlere özel bir ilgi ile yaklaşmaz; bir yüz güzel midir, çirkin midir, resmin bir kısmı aydınlık mıdır, karanlık mıdır diye sormaz; aksine her şeyi, yerli yerinde mi, kurallara uygun ve doğru düzgün mü diye sorgular. ama cahil birini belli bir kapsama sahip bir tablonun önüne koyun, onun tabloda anlatılan her şeye nasıl ilgisiz kaldığını ya da her şeyin kafasını karıştırdığını, bazı kısımların ilgisini çektiğini, başka kısımlarınsa ona iğrenç geldiğini ve nihayetinde kendisine tanıdık gelen basit şeylerde, şu miğfer ya da şu kalem pek güzel resmedilmiş gibi övgülerde bulunarak takılıp kaldığını görürüz.
aslında biz insanlar, dünyanın yazgısını anlatan önemli tablolar karşısında az ya da çok o cahil insanın rolünü üstleniriz. resmin aydınlık ve çarpıcı yanları ilgimizi çeker; gölgeli ve itici tarafları ise bizi iter; bütün olarak kafamızı karıştırır ve biz boşuna kötü olduğuna inandığımız tek bir olgu düşüncesini arar dururuz.
bir insan, insanlarla ilgili konularda her şeyi biliyor olabilir; bir insanın, bir ustanın bilgisini ve sanatını tümüyle öğrenmesi de mümkündür; ama işin içine tanrısal konular girdi mi, ancak en yüce varlıkla eşit değerdeki varlık bunu başarabilir. evet, böyle biri bize bu tip sırları anlatacak ve ortaya koyacak olsa bile, bunları anlamakta ve neresinden başlayacağımızı bilmekte güçlük çekeriz; eğer uzman kişi tüm uyarılara rağmen resmi değerlendirdiği ölçütleri anlatamayacak olursa, bizim yine o resmin önünde duran cahil kişiden farkımız kalmaz.
bu bakımdan tüm dinlerin doğrudan tanrı tarafından aktarılmamış olması, bu işin mükemmel insanlara bırakılması, bu iş için insanların benzerlerinin düşünülmüş olması, büyük insan topluluğunun gereksiniminin karşılanması ve olayın kavranması açısından çok yerinde olmuştur.
eğer bu görevi tanrı üstlenseydi, kimse dinleri anlamazdı; dinler insanların eseri olduğu için, kavranamayacak şeyi dile getirmezler.
14.09.2011
the doors
stüdyo imge
ben sürüngen kralım. her şeyi yapabilirim.
ezra pound: en önemli şiirler otuzunu aşkın insanlar tarafından yazılmıştır.
yaramı sözcükler açtı ve onlar iyileştirecek.
amerika kendini öldürenleri sever. korkunç bir şekilde tasvir edilen trajedinin tabancasındaki çentikleri sever. ve jim morrison ölümüyle medyanın mezar soyucuları ve onların patronları tarafından mitsel bir boyuta yükseltildi.
jim morrison parayı her zaman küçümser ve asla cüzdan taşımazdı. birileri ona bir yatak bulmamışsa yaşlı kadınların kapılarının önünde ya da hiç tanımadığı insanların kanepelerinde uyurdu.
ne zaman radyoda bir elvis şarkısı çalsa herkesi susturuyor, sesi sonuna dek açıyor ve radyonun önünde büyülenmiş gibi oturuyordu.
ben sürüngen kralım. her şeyi yapabilirim.
ezra pound: en önemli şiirler otuzunu aşkın insanlar tarafından yazılmıştır.
yaramı sözcükler açtı ve onlar iyileştirecek.
amerika kendini öldürenleri sever. korkunç bir şekilde tasvir edilen trajedinin tabancasındaki çentikleri sever. ve jim morrison ölümüyle medyanın mezar soyucuları ve onların patronları tarafından mitsel bir boyuta yükseltildi.
jim morrison parayı her zaman küçümser ve asla cüzdan taşımazdı. birileri ona bir yatak bulmamışsa yaşlı kadınların kapılarının önünde ya da hiç tanımadığı insanların kanepelerinde uyurdu.
ne zaman radyoda bir elvis şarkısı çalsa herkesi susturuyor, sesi sonuna dek açıyor ve radyonun önünde büyülenmiş gibi oturuyordu.
biliyorsun gün geceyi yıkar
gece gündüzü böler
burada sefa peşinde
değerlerimizi gömdük
bir zamanlar ağladığımızı
hala hatırlayabiliyor musun
kollarında bir ada buldum
gözlerinde bir ülke
(break on through)
asla ölmeyen alanlardır sokaklar
beni nedenlerden kurtar
(the crystal ship)
tereddüt zamanı geçti
çamurda debelenmeye zaman yok
bir dene, kaybederiz en kötü ihtimalle
ve aşkımız dönüşür ölü yakma ateşine
(light my fire)
bu son, güzel arkadaş
bu son, tek arkadaşım
özenli planlarımızın sonu
ayakta duran her şeyin sonu
this is the end, beutiful friend
this is the end, my only friend
the end of our elaborate plans
the end of everything that stands
kahkaha ve beyaz yalanların sonu
ve ölmeye çalıştığımız gecelerin sonu
bu son
(the end)
yabancıysan, insanlar tuhaftır
yalnızsan, yüzler çirkin görünür
istenmediğin zaman kadınlar sana şeytansı görünür
düşmüşsen, engebelidir caddeler
(people are strange)
sabah uyandığımda bir bira açtım
gelecek belirsiz ve son hep çok yakında
(roadhouse blues)
bildiğim en tuhaf yaşam bu
baharın geldiğini hissetmiyor musun
saçılan gün ışığında yaşamanın zamanı
(waiting for the sun)
geceyi unut! bu gökyüzü ormanında bizimle yaşa
bu boyutta hiç yıldız bulunmaz
burada hepimiz taş gibi lekesizizdir
(the wasp)