kemal tahir
fukara evlerin köşeleri bucakları süprüntülerle doludur tıklım tıklım.. irili ufaklı şişeler, paslı çiviler, yamru yumru delik kaplar, her boyda, her renkte paçavralar.. meşin kırpıntıları. bir sürü kırık dökük.. eski püskü.. bizim ev böyleydi. "bir gün lazım olur" diye saklıyorduk. hiçbirinin lazım olduğu zaman, bulunup kullanıldığını görmedim. yoksulluğun verdiği korku, bize yıllarca, süprüntü bekçiliği yaptırdı. bu süprüntü bekçiliği yalnız yoksulların işi değil.. zenginler de bir başka çeşit süprüntü bekçisi.. yalnız bekçilik edilen süprüntünün cinsi değişiyor. hisse senetleri.. tahviller.. değerli taşlar, gümüş takımları, halılar, kürkler.. tablolar.. durmadan artırılmak istenen para.. dünyayı kavrayacak kadar genişletilmesine çabalanan iş.. bunlar da bir çeşit süprüntü..
şu bakımdan süprüntü.. bir devlet müzesinin değerini kat kat artıracak bir tabloyu satın alıp duvarınıza asmışsınız da, yıllardır bir kere bile bakmamışsınız. daha korkuncu, bakmışsınız da hiçbir şey anlamamışsınız. koca bir salon dolusu kitaplarınız var, duvarları kaplamış baştan başa.. hepsi maroken ciltli.. çoğu tek kalmış dünyada.. numaralı.. lüks baskılar.. birini bile açmamışsın.. okumak için demiyorum, resimlerine bakmak için olsun.. milyonlarınız var, sofrada dana eti posası geveliyorsunuz. tonlarla şampanya, viski satın almaya gücünüz yeterken, ancak bir bardak maden suyu içmenize izin vermiş doktorunuz.. gene de boyuna biriktiriyorsunuz.. "ilerde lazım olur belki" demeniz bile artık sizi gülünç edecekken.. topladıklarınız süprüntü değil de nedir?
rüzgarlarla uluyan ormanların kıyısında, eline geçirdiği bir sopaya dayanarak ayakları üzerinde ilk defa durmaya çalışan çıplak yaratığı düşünüyorum. dört ayaklılar dünyasından kopmuş.. iki ayaklıların dünyasını arıyor. kendi yaratacağı dünyayı.. başı, kim bilir nasıl dönmüştü, boyunun yüksekliğinden.. elleri, karnı, gözleri, iyi ayaklılığının dengesini kim bilir ne zorlukla bulmuştur. insanoğlunun yokluk içinde geçirdiği yüz binlerce yılı düşünüyorum da.. kim bilir ne yaman korkular kaldı o yıllardan içimizde, diyorum. evlerimiz gibi, ruhlarımız da kim bilir ne çeşit süprüntülerle dolu..